HER ŞEYİ 5 DOLARA ÇEVİRİRİM… İŞ ADAMI GÜLDÜ… AMA TEPKİSİ ONU KONUŞAMAZ HALE GETİRDİ
.
.
Her Şeyi 5 Liraya Çeviririm… İş Adamı Güldü… Ama Tepkisi Onu Konuşamaz Hale Getirdi
Emre Yılmaz, giysilerinde toprak lekeleri ve ucuz sabun kokusuyla, elinde karton bir parça tutuyordu. Üzerinde kırmızı kalemle yazılıydı: “Her şeyi 5 liraya çeviririm.” İzin istemeden ofisin cam kapısını itti ve toplantı salonunun ortasına girdi. Beş takım elbiseli adam, rakamları tartışıyordu. Sessizlik sadece üç saniye sürdü, ardından kahkahalar yükseldi.
“Bakın buraya ne girdi,” dedi biri alaycı bir şekilde. Masanın başındaki iş adamı Mehmet Yıldırım, Emre’ye baktı. Gülmedi; onu değerlendiriyordu. “Resepsiyondan nasıl geçtin?” diye sordu sakin ama soğuk bir sesle. “Bir ziyaretçi grubuyla birlikte girdim,” dedi Emre gözlerini kaçırmadan. “Çevirmenlere ihtiyacınız olduğunu biliyorum. Hizmetlerimi sunmaya geldim.”
Yöneticilerden biri masaya vurdu, biri gözlerinden yaş silerken Mehmet elini kaldırdı ve sessizlik geldi. “Çevirmenler,” dedi kelimeyi uzatarak. “Ve tam olarak ne çeviriyorsun çocuğum?” Emre kartonu sıkıca tutarak, “Çizgi romanlarımı. İngilizce, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca, Almanca, Mandarin ve Japonca,” dedi. “İhtiyacınız olan herhangi bir belgeyi yapabilirim.”
Oda sessizleşti; bu kez saldırgan bir inançsızlık değil, şaşkınlık vardı. Mehmet öne eğildi, dirseklerini masaya dayadı. “Kirli, kendi adını zar zor yazabildiğini düşündüğüm bir çocuğun yedi dil konuştuğuna inanmamı mı istiyorsun?” Emre kararlıydı: “İnanmak zorunda değilsiniz, test edebilirsiniz.”
Mehmet’in beklediği işaret buydu. Hazırlıksız insanları yakalayıp yalanlarını ortaya çıkarmak onun favori eğlencesiydi. “Çinlilerle toplantıdaki o sözleşmeyi getir,” dedi ve Faruk’u işaret etti. Faruk saniyeler içinde 15 sayfalık Mandarin dilinde bir belge getirdi. “İlk sayfa,” dedi Mehmet. “Çevir.”
Emre kağıdı aldı, gözleri hızlıca satırları taradı ve sesli okumaya başladı: “Bu sözleşme Yıldırım İnşaat ile Çang Endüstri arasında 24 aylık inşaat malzemesi tedariki konusundaki ticari ortaklık şartlarını belirlemektedir…” Kelimesi kelimesine, paragrafı paragrafına çevirerek ilk sayfayı bitirdiğinde odadaki sessizlik mezarlık gibiydi.
Sonra ikinci sayfada bir hata buldu: “Burada bir hata var,” dedi, “Bu karakter yanlış. Bu olmalı, yoksa cezalarla ilgili maddenin anlamı tamamen değişir.” Faruk belgeyi geri aldı, gözleri fal taşı gibi açıldı. Mehmet yüzü taş kesilmişti. “Bunu nerede öğrendin?” diye sordu keskin bir sesle.
“8 yaşımdan beri Taksim Meydanı’nda turistleri dinleyip, eski sözlükleri alıp ezberleyerek öğrendim. Kendi kendime,” dedi Emre. Mehmet önce güldü; ama bu gülüşte eğlenceden çok karanlık bir acı vardı. “Kendi kendini yetiştirmiş bir dahi, ofisime gelip 5 lira istiyor. Ne dokunaklı bir hikaye.”

Mehmet kalktı, pahalı ceketini düzeltti. “Seni buraya bir mi gönderdi? Rakip falan mı bunun komik olduğunu düşünüyor?” Emre sakin bir sesle yanıtladı: “Kimse göndermedi. Sadece paraya ihtiyacım var. Annem hasta.” Mehmet başını sallayarak diğerlerine teatral bir jest yaptı: “Her zaman hasta bir anne var, değil mi? Biliyor musun ne düşünüyorum? Bence bu çeviriyi bir yerden ezberledin. Birisi sana beni aptal yerine koymak için bu hikayeyi öğretti.”
“İstediğiniz başka herhangi bir şeyi çevirebilirim. Daha fazla bir şey istemiyorum,” dedi Emre. Mehmet kapıyı gösterdi: “Öğleden sonra eğlencemizi yaşadık, şimdi buradan git.” Emre yerinden kıpırdamadı. Derin kahverengi gözleri Mehmet’e dikildi. “5 lira,” dedi tekrar. “Sadece bunu istiyorum, yaptığım iş için.”
Mehmet yüksek sesle güldü: “Ofisime izinsiz girdin, toplantımı böldün, şimdi de para mı istiyorsun? Çocuk seni dava etmediğim için şanslısın. Siz benden çeviri yapmamı istediniz. Ben de çevirdim. Hatta şirkete çok paraya mal olabilecek bir hatayı düzelttim.” Mehmet Emre’ye doğru iki adım attı; ifadesi tamamen değişmişti. Soğuk ve hesaplanmıştı.
“Sorunun ne biliyor musun?” diye fısıldadı alçak sesle. “Dünyanın sana bir şey borçlu olduğunu düşünüyorsun. Birkaç güzel kelime öğrendin diye saygıyı hak ettiğini sanıyorsun. Ama gerçek şu ki, sen sadece gerçekten çalışan insanlardan faydalanmaya çalışan bir sokak çocuğusun.” Emre sesini titretse de yanıt verdi: “Ben çalışıyorum. Aileme yardım etmek için 8 yaşımdan beri çalışıyorum. O halde işine dön ve benim de işime dönmeme izin ver.”
Mehmet iki güvenlik görevlisini çağırdı. Nazik değillerdi; Emre’yi kolundan tutup dışarı çıkardılar. Emre direnmedi, sadece kapıya kadar yürüdü, “Geri döneceğim,” dedi. “5 liramı alana kadar.”
Kapı kapandı. Yöneticiler Mehmet’e baktı, bir tepki beklediler. O ise koltuğuna döndü ve hiçbir şey olmamış gibi toplantıya devam etti. Ama bir şey olmuştu. Mehmet Yıldırım henüz bilmiyordu ki, bu beş dakikalık karşılaşma hayatını tamamen değiştirecekti.
Cam duvarın diğer tarafında, 17 yaşındaki kızı Zeynep Yıldırım, güvenlik kamerasından her şeyi izliyordu. Babasının aksine hiçbir şey komik gelmemişti ona. Monitörü kapattı, çantasını aldı, asansörlerden indi ve babasıyla karşılaşmaktan kaçınarak binanın yan çıkışında Emre’yi buldu.
“Kameralardan her şeyi gördüm. Yaptığı şey için üzgünüm,” dedi Zeynep. “Onun adına özür dilemene gerek yok,” dedi Emre, elleri titreyerek. Zeynep annesinin gerçekten hasta olup olmadığını dikkatle sordu. Emre, “Ağır türre, ama ilaçlar pahalı. Bu yüzden paraya ihtiyacım var,” dedi. “Ya baban?” “Babam yok. Hiç tanımadım,” yanıtını verdi.
Zeynep çantasından 200 liralık banknot çıkardı. “Sadaka istemiyorum,” dedi Emre hemen. “Sadaka değil. Yukarıda yaptığın işin karşılığı babam ödemedi ama ben ödeyeceğim.” Emre paraya yasaklanmış bir şeymiş gibi baktı. “5 lira diye ısrar etti kadın. Hak ettin, bu parayı alman gerek. Bunu neden yapıyorsun?” “Çünkü babamın aksine birinin gerçekten yetenekli olduğunu anlayabiliyorum,” dedi Zeynep.
Parayı cebine koydu, “Teşekkür ederim,” dedi. Sesinde minnettarlığın ötesinde bir şaşkınlık vardı. “Bir şey sorabilir miyim? Bütün bunları gerçekten kendi kendine nasıl öğrendin?” Emre derin bir nefes aldı ve nadiren anlattığı hikayesini paylaştı: “Annem otellerde temizlik yapardı. Ben de lobide oturur turistleri dinlerdim. Bir gün çöp İngilizce-Türkçe sözlük buldum. Okumaya başladım. Meydanda turistleri dinleyip sesleri taklit ettim. Diğer dilleri de halk kütüphanelerinde bulduğum sözlüklerle öğrendim.”
Zeynep büyülenmişti. “Gerçekten tüm bu dilleri konuşabiliyor musun?” Emre biraz konuşabiliyorum dedi. “İyi anlıyorum, iyi çeviri yapıyorum ama konuşmak daha zor.”
Zeynep 12 yaşında olduğunu öğrendiğinde zorlandı. Kendi hayatında hangi kıyafeti giyeceğiyle endişelenirken, Emre ailesini geçindiriyordu. “Oraya geri dönecek misin?” diye sordu. “Her gün. Ta ki bana hak ettiğimi ödeyene kadar. Ta ki değerli olduğumu kabul edene kadar.”
Zeynep babasını tanıyordu; inatçı, acımasız biri olduğunu biliyordu. “Dikkatli ol,” dedi. “Babam istediğinde acımasız olabilir.” Emre, “Fark ettim,” dedi.
Zeynep ertesi gün geldiğinde, “Yarın burada olacak mısın?” diye sordu. “Her zaman buradayım,” dedi Emre. “O zaman belki uğrarım.”
“Adın ne?” dedi Zeynep. “Emre Yılmaz.” Şaşırarak elini sıktı. “Sizinle tanıştığıma memnun oldum Emre.” Ve sonra gitti.
Emre artık kendini yalnız hissetmiyordu. Cebinde 100 lira vardı ve ona inanan biri vardı. Yıllar sonra Mehmet Yıldırım, Emre’nin hak ettiğini kabul etti. Onu şirketinde işe aldı ve birlikte büyük bir başarı hikayesi yazdılar.
Emre, fakir bir çocukken başlayan yolculuğuyla, azmi, bilgisi ve insanlara olan inancıyla, sadece kendisini değil, çevresindekileri de değiştirdi. Onun hikayesi, nereden geldiğimiz değil, nereye gittiğimizle ilgilidir.
.