”Annem Seni Yürütebilir” Dedi 7 Yaşındaki Kız Felçli Göçebeye!

Karanlıktan Işığa – Toros Dağlarında Bir Hayat
Toros dağlarının en ıssız köşesinde, çamlar arasında gizli bir kulübe duruyordu. Kerpiç duvarlar çatlamıştı, çatı yamalıydı. Ama içinde yaşayan iki kadın için yeterliydi. Saklanmak için yeterliydi. Ayşe gözlerini açtı. Altı aydır her sabah böyle uyanıyordu: kalbi hızlı, nefesi kesik. Karanlıkta bir tehlike arıyordu. Yirmi sekiz yaşındaydı ama son altı ay on yıl yaşlandırmıştı onu. Elleri artık yumuşak değildi. Çalışmaktan nasır tutmuştu; toprak ekmekten, ot toplamaktan, şifalı bitkiler hazırlamaktan… Kasabada satıyordu onları. Az para getiriyordu ama yaşamaya yetiyordu.
“Anne, gün doğdu.” Köşeden ince bir ses geldi. Zeynep yedi yaşındaydı. Hasır yatağında doğruldu, küçük elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kız fısıldamayı öğrenmişti, sessiz yürümeyi öğrenmişti, hayalet gibi yaşamayı öğrenmişti. Kendi evinde hayalet olmayı…
Ayşe kalktı. Her yeri ağrıyordu. Yatak ıslak samanla doluydu. Sert, soğuk. Ama şikayet etmiyordu. Şikayete hakları yoktu. Hayattaydılar. Bu yeterliydi. Zeynep’e sarıldı. Küçük bedeni sıcaktı göğsünde. Bu onu rahatlattı, ona neden yaşadığını, neden her sabah kalkıp savaştığını hatırlattı.
Kulübe kokuşuyordu. Kuru otlar, tütsü dumanı, tavandan bitkiler sarkıyordu. Yeşil gözyaşları gibi papatya, biberiye, sedef otu… Her bitkinin yeri vardı, her ilacın zamanı. Ayşe’nin anneannesi şifacıydı. Annesi şifacıydı. Büyükannesi şifacıydı. Beş kuşak. Hepsi bu bilgiyi taşımıştı. Şimdi Ayşe taşıyordu. Kan ve gözyaşıyla lekelenmişti bu bilgi.
Küçük masada bir kutu vardı. İçinde iki fotoğraf. Kocası gülerken, şapkası başında. Annesi bilgi elleriyle, her derde derman elleriyle… “Huzur ver onlara,” diye dua etti Ayşe. “Bizi koru. Bizi arayan adamlardan koru.”
Altı ay olmuştu. Altı ay önce Rıza Ağa’nın adamları gelmişti. Hazine arıyorlardı. Olmayan hazineyi arıyorlardı. Kocası ölmüştü o gün. Evi savunurken annesi ölmüştü o gün. Bilmediği sırrı söylemediği için…
Zeynep’in karnı guruldadı. Küçük eller karına gitti ama gülümsüyordu. Çocuklar böyle açlıkta bile sevinç bulurlar. “Nehire gidelim anne. Oradaki otlar çok güzel.” Şimdi Ayşe’nin kalbi kırıldı. Kızı ot toplamayı oyun gibi anlatıyordu. Ama ikisi de biliyordu: ot toplamazlarsa yemek olmazdı. Zeynep zaten çok zayıftı, çok solgundu.
“Gidelim tatlım. En güzel otları bulacağız.” Hazırlandılar sessizce. Ayşe mavi şalını aldı, annesinin şalını. Zeynep sandaletlerini giydi, büyük sandaletleri, tek sandalet buydu. İki sepet aldılar. Dışarı çıktılar. İki gölge gibi…
Dağ havası temizdi. Çam kokuyordu, nemli toprak kokuyordu. Uzakta dere şırıldıyordu. Gümüş şerit gibi akıyordu kayalardan. Bir an için Ayşe unuttu. Korkuyu unuttu, ölümü unuttu. Sadece sabah vardı. Temiz, güzel, masum. Ama unutmak uzun sürmedi. Her dal çatırtısı dönmeye zorladı onu, her garip ses alarma geçirdi. Rıza Ağa’nın devriyelerini biliyordu. Her üç günde gelirlerdi. Kaçak ararlardı, kurban ararlardı.
“Bak anne, melisa çiçekleri çok güzel burada!” Zeynep küçük bitkiler gösterdi. Sesi neşeli çıkmaya çalışıyordu, sanki gerginliği hissetmiyormuş gibi. Ayşe gülümsedi ama gülümseme gözlerine ulaşmadı.
Haklısın canım. Güzel çay olur bunlardan.
Çalışmaya başladılar sessizce, dikkatle. Ayşe Zeynep’e her şeyi öğretmişti. Hangi otu keseceğini, nasıl keseceğini, kökü incitmeden nasıl alacağını. Önemliydi bunlar. Kız bilmeliydi. Eğer bir gün annesi olmazsa… Düşünemezdi bunu. Hayal edemezdi Zeynep’in yalnız kalmasını.
İki saat çalıştılar. Sepetler doldu. Papatya, nane, kekik, kantaron… Her bitki umuttu. Her ot birkaç kuruş demekti. Birkaç kuruş ekmek demekti. Güneş yükselmişti. Dereye yaklaştılar. Otlar taze kalmalıydı. Su onları taze tutardı.
Zeynep atladı kayalar arasında. Kedi gibi çevikti. Son altı ayda öğrenmişti bunu. Kaçarken, saklanırken, hayatta kalırken. Kızın kahkahası havayı doldurdu. Ayşe uzun zamandır duymamıştı bu sesi. Güzel bir sesti ama sonra kahkaha kesildi. Keskin bir çığlık geldi. Donduran bir çığlık.
“Anne, anne çabuk gel! Bir adam var, hareket etmiyor!”
Ayşe’nin kanı dondu, koştu. Taşlara takıldı, sepetteki otlar döküldü. Umurunda değildi. Sadece Zeynep’e ulaşmalıydı. Kız büyük kayanın yanında duruyordu. Çalıların arasını gösteriyordu. Gözleri yaşlıydı ama korkudan değil, acımadan.
“Çok hasta anne. Bacakları hiç kımıldamıyor.”
Ayşe yavaşça yaklaştı. Kalbi davul gibi atıyordu. Gördüğü şey nefesini kesti. Çalıların arasında bir adam yatıyordu. Hareketsiz. Kıyafetleri yırtıktı. Teni terden parlıyordu. Saçı siyahtı, kısa kesilmişti. Yüzünde birkaç günlük sakal vardı. Belinde gümüş kuşak vardı, işlemeli deri kemer, oymalı hançer. Sıradan göçebe değildi bu. Ayşe göçebeleri tanırdı, kasabada görürdü. Ama bu farklıydı. Gerçek gümüş işlemeler, altın kakmalı hançer kabzası, değerli taşlarla işlenmiş kemer tokası… Bu sıradan bir adam değildi.
“Anne, iyileştireceksin değil mi?”
Zeynep’in sesi çok emindi. Annesine çok güveniyordu. Ayşe boğazındaki düğümü hissetti. Adam baygındı. Nefesi zor çıkıyordu. Bacaklar hareketsizdi. Yara yoktu, kan yoktu. Ama bir şey çok yanlıştı.
Allah’ım, dua etti. Bu adam olduğunu sandığım kişi ise… Rıza Ağa herkese korku salıyordu. Aileleri tehdit ediyordu. Kadın ve çocuk kaçırıyordu. Gerçek lideri ölü diyordu ama bu yalancıydı. İşte burada yatıyordu gerçek lider. Nefes alıyordu. Ölmüyordu. Yardım bekliyordu.
Tanıyor musun onu anne? Zeynep adamın alnına dokundu. “Çok ateşli.”
Ayşe etrafına baktı panikle. Devriyeler bulursa ne olurdu? Gerçek liderle yakalarlarsa açıklama olmazdı. Üçünü de öldürürlerdi. Ama nasıl bırakabilirdi? Belki bu adamdı Rıza Ağa’yı durduracak olan. Belki bu adamdı terör saltanatını bitirecek olan.
“Zeynep tatlım. Eve götüreceğiz onu.”
Kızın gözleri parladı.
“Evet anne. Orada iyileştireceğiz onu.”
Ayşe bilmiyordu nereden güç buldu. Adam ağırdı. Kasları sertleşmişti ama kaldırdı onu. Adrenalin verdi gücü. Zeynep öne koştu, dökülen otları topladı, yolu kontrol etti. Dönüş yolu sonsuza kadar sürdü. Her adım işkenceydi, her ses tehditti. Ayşe terliyordu. Sadece çabadan değil, korkudan da. Bacaklar titriyordu, nefes kesikti ama durmamalıydı. Başka seçenek yoktu.
“Neredeyse geldik anne. Az kaldı. Az kaldı.”
Zeynep koşuyordu yanında. Küçük melek gibi. Sonunda kulübeye vardılar. Ayşe yıkıldı. Adamı yatağa bıraktı. Kendisi yere çöktü. Nefes alamıyordu. Adam hala baygındı. Ama şimdi pencereden gelen ışıkta daha iyi görüyordu onu. Yara yoktu dışarıda ama duruşu, bacakların yatış şekli… Bu normal bayılma değildi.
“Ne olmuş ona anne?”
Zeynep sandalyeye tırmandı daha iyi görmek için.
“Henüz bilmiyorum tatlım ama öğreneceğim.”
Ayşe muayene etmeye başladı. Anneannesinden öğrendiği gibi alnına dokundu. Yüksek ateş. Nabzını kontrol etti. Zayıf ve düzensiz. Göz kapağını kaldırdı. Göz bebekleri garip büzülmüştü. Nefesini kokladı. Tatlı ama rahatsız edici bir koku…
Saatler geçti. Ayşe serinletici otlarla su verdi. Islak bez koydu alnına. Zeynep yardım etti. Bez tuttu, kase tuttu. Sormadan yaptı her şeyi. Gece çöktüğünde adam hala uyuyordu. Ayşe pencereden dışarı baktı. Meşaleler görecek diye korkuyordu. Kasabada yokluklarını fark eden olmuş muydu? Birisi şüphelendi mi? Ama sonra tam dolunay dağların üstüne çıktığında adam gözlerini açtı.
Gözler siyahtı. Obsidyen gibi ama sıcaktı. Ayşe böyle sıcaklık beklemiyordu. Adam ona baktı, birkaç saniye sonra doğrulmaya çalıştı.
“Hayır, kımıldamayın.” Ayşe nazikçe göğsüne bastı. “Çok zayıfsınız.”
Adam şaşırdı. Yabancı yüzde iyilik beklemiyordu. Konuşmaya çalıştı ama boğuk hırıltı çıktı sadece. Ayşe fincan uzattı. Ilık ıhlamur çayı yavaş içirmek yardım etti.
“Adım Hasan.” Sesi çakıl gibi çıkıyordu. Dil ağır geliyordu. “Neredeyim?”
“Benim evimde.” Ayşe’nin kalbi hızlandı. Gerçeklik çarpıyordu şimdi. Adam uyanıktı. Ne yapacaktı? “Nehirde bulduk sizi. Çok hastaydınız.”
Hasan bacaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Hiçbir şey olmadı. Yeniden denedi. Daha güçlü. Yine hiçbir şey. Yüzü panikle doldu.
“Hissedemiyorum. Hiçbir şey hissedemiyorum.” Sesi kırıldı.
Zeynep yaklaştı yavaşça. “Merak etmeyin. Annem en iyi şifacı. Sizi iyileştirecek.”
Hasan kıza baktı. İlk kez gülümsemeye benzer bir şey göründü yüzünde.
“Öyle mi düşünüyorsun küçüğüm?”
“Evet. Annem her şeyi iyileştirir. Bir keresinde yürüyemeyen bir at iyileştirdi. Bir keresinde konuşamayan bir kadın iyileştirdi.”
Zeynep’in sözleri Ayşe’ye ağırlık gibi çöktü. Ya iyileştiremezse, ya bu bilgisinin ötesindeyse… Ama kızının körü körüne inancı denemeye zorluyordu onu.
Saatler geçti. Hasan konuşmaya güç buldu. Bacaklar hala hareketsizdi. Yavaş yavaş, uzun suskunluklar arasında hikayesini anlattı.
“Rıza Ağa göçebe değil.” Sesi acı doluydu. “Askerden kaçak. Bir göçebe ailesini öldürdü. Kimliğini çaldı.”
Ayşe’nin kanı dondu. “Ne diyorsunuz?”
“Altı ay önce bana ve adamlarıma tuzak kurdu. Zehirledi bizi. Hiç görmediğim bir şeyle. Diğerleri mahpus, kapalı mağarada.”
Hasan’ın sesi kırılıyordu. Sadece hastalıktan değil, öfkeden. Halkı acı çekerken burada çaresiz yatmaktan.
“Diyor ki, ‘Biz vahşiyiz. Ailelere saldırıyoruz.’ Ama o kaçırıyor. O satıyor kadın ve çocukları. O terör yayıyor. Kimse soru sormasın diye.”
Ayşe ağzına elini götürdü. Tüm acı, tüm yıkım, tüm korku dolu geceler… Hepsi bir yalancının işiydi. Ait olmayan kimliği çalan birinin işiydi.
“Diğerleri hala yaşıyor mu?” Sesi titriyordu.
“Şimdilik evet ama mağarayı kapatacak bir hafta sonra. Tüm kanıtları yok etmek için.”
Zeynep dinliyordu. Tam anlamıyordu ama yaklaştı yatağa.
“Arkadaşlarınız hasta mı?”
“Hapis onlar canım.” Ayşe açıkladı yumuşakça. “Karanlık yerde çıkamıyorlar.”
Kızın gözleri doldu. “Biz gibi kötü adamlardan saklandığımızda.”
Soru Ayşe’ye yıldırım gibi çarptı. Evet, aynıydı. Onlar da hapsedilmişti kendi evlerinde. Saklı, korkulu, birisinin kurtarmasını bekleyerek. Şimdi başkalarını kurtarma şansları vardı.
“Hasan Bey,” adama döndü, “ne kadar zamanınız var?”
“Bir hafta yeniden yürüyebilmem için.” Ama gözleri onunkilere baktı. Sessiz yalvarış doluydu.
“Bilmiyorum. Belki hiç yürüyemem.”
Ayşe düşündü. Semptomları dikkatle incelemesi lazımdı. Hangi zehir olduğunu anlaması lazımdı. Panzehir bulması lazımdı. Ama en önemlisi karar vermesi lazımdı. Elindeki her şeyi riske atacak mıydı? Tanımadığı biri için, tanımadığı insanlar için…
Zeynep Hasan’ın elini tuttu. O sonsuz çocuk şefkatiyle karar vermişti onlar için.
“İyileştireceğiz onu. Değil mi anne?”
Ayşe bir şey kırıldı hissetti içinde. Korku değildi. Korku gidiyordu. Kararlılık geliyordu. Annesi onu pes etmeyen biri yetiştirmişti. Başkaları yardım istediğinde, “Evet canım, iyileştireceğiz.” Ama önce keşfetmeliydi. Neyin öldürdüğünü. Bu dağlarda adalete son umudun neyin öldürdüğünü…
İkinci gece Ayşe’nin hayatında en uzun geceydi. Zeynep hasır yatağında uyurken o uyanık kaldı. Hasan’ı inceledi. Her detayı gözlemledi, her belirtiyi kaydetti. Mum ışığı titriyordu. Gölgeler dans ediyordu. Ayşe yaklaştı, her semptomu okumaya çalışıyordu. Bir hayat buna bağlıydı.
Önce göz bebeklerine baktı. Çok daralmışlardı. İçki içmiş gibi değildi, zehirli mantar yemiş gibi değildi. Daha incelikli bir şeydi, daha hesaplıydı. Sonra nefesi, o garip koku… İlk günden beri fark etmişti. Şimdi daha güçlüydü. Daha yakından kokladı. Tatlı ama hastalıklıydı. Solmuş çiçek gibi…
Demirle karışık ayağı fırladı. Kalp hızlandı. Bu kokuyu daha önce duymuştu. Büyükannesi anlatırdı, korkunç bir hikayede. Köşeye koştu. Annesinin defterlerinin olduğu yere, sayfalar, sayfalar, dikkatli yazılarla dolu, kuşaklar boyunca birikmiş tarifler, İspanyollar gelmeden önceki zamanlara uzanan hikayeler…
Sayfaları çevirdi. Eller titriyordu. Sonra buldu. Büyükannesinin titre yazısıyla:
“Yılan uykusu çiçeği – eski düşmanların zehri öldürmeden felç eder. Yavaş gelir ölüm ama kesin gelir. Nefes de tatlı koku. Göz bebekler iğne ucu gibi. Allah korusun.”
Tüyleri diken diken oldu. Yılan uykusu çiçeği en nadir bitkiydi. En tehlikeliydi. Sadece belirli kayalıklarda yetişirdi. Bulmak neredeyse imkansızdı. Zehri öylesine öldürücüydü ki eski savaşçılar önemli düşmanları yok etmek için kullanırdı iz bırakmadan. Ama sonrası daha kötüydü okuduğunda.
Zehir yavaş işler. Üç ay tam felç için, dört ay kalbe saldırır. Tek panzehir var. Ama kurtarmak isteyenin kanı gerekir. Gerçek acının gözyaşlarıyla karışmış…
Üç ay. Hasan iki aydır zehirliydi hesaplarına göre. Belki bir hafta kalmıştı. Belki daha az. Felç kalbe ulaşmadan önce, en acımasız şekilde ölmeden önce…
Ayşe okumaya devam etti. Eller öyle titriyordu ki defteri zor tutuyordu. Panzehir tarifi karmaşıktı. Gerekli malzemeler vardı ama bir adım vardı. Korkutuyordu onu. Avuç içini kesmeliydi. Kanı kaynatılan otlarla karıştırmalıydı. Herkesin kanı değildi bu. Gerçekten kurtarmak isteyenin kanı olmalıydı. Acıyla verilmiş kan olmalıydı.
“Anne neden uyumuyorsun?” Zeynep’in sesi geldi. Uyanmıştı. Endişeyle bakıyordu.
“Hasan Bey’in nasıl iyileştireceğimi çalışıyorum canım.”
Zeynep kalktı, yaklaştı. Deftere baktı o anlayan gözlerle. Yaşının ötesinde anlayan gözlerle.
“Çok zor mu?”
“Evet tatlım, çok zor ama deneyeceğiz.”
“Acıtacak mı seni anne?”
Soru göğsüne yumruk gibi indi. Nasıl biliyordu kızı? Nasıl anlayabiliyordu? Yedi yaşında bir çocuk bazı kurtuluşların bedel istediğini nasıl anlayabiliyordu?
“Biraz canım ama…” diyecek, Zeynep başını salladı. O ciddilikle, bu aylarda öğrendiği ciddilikle.
“Ben yardım ederim anne. Daha az acırsın.”
Ayşe sarıldı ona. Gözyaşları yandı gözlerinde. Kızı çok şey kaybetmişti yaşı için. Çok acı görmüştü. Ama hala teselli verebiliyordu.
Gecenin geri kalanını hazırlık yaptı. Otları topladı. Toprak kalbi kökü, nefes veren yapraklar, sevinçli ağıt çiçekleri… Hepsi taze olmalıydı. Hepsi şafakta toplanmalıydı.
İlk güneş ışığıyla, ilk altın ışınlar pencereden süzüldüğünde Ayşe Zeynep’i uyandırdı nazikçe.
“Gidelim canım. Şafaktan önce bitkileri toplamalıyız.”
Kulübeden çıktılar. Gölgeler gibi sessizce. Ayşe küçük sepet taşıyordu, en keskin bıçağı. Zeynep yanında yürüyordu. Hangi bitkilere ihtiyaçları olduğunu bulmasına yardım ediyordu.
“Şu an ne?” Mor çiçekliler… Zeynep kayalar arasında büyüyen sevinçle ağıt gösterdi. Sessizce çalıştılar. Her otu özenle topladılar. Kutsal bir şey hazırlıyorlarmış gibi.
Güneş yavaşça yükseliyordu. Dağları pembe ve altına boyuyordu. Gelişen dramadan habersiz.
Döndüklerinde Hasan uyanıktı. Pencereye bakıyordu. Gözleri dünya kadar üzüntü taşıyordu.
“Günaydın.” Sesi hırıltılıydı. “Nasılsınız bugün hanımlar?”
“İyiyiz Hasan Bey. Annem ne olduğunu buldu. Bugün iyileştirecek sizi.”
Zeynep o mutlak güvenle konuştu, kalp kıran güvenle. Hasan Ayşe’ye baktı. Sessiz soru gözlerindeydi. Ayşe başını salladı ama bakışlarını tutamadı. Gelecek olanlar hayatında yaptığı en zor şey olacaktı.
“Kötü mü?” nazikçe sordu.
“Karmaşık ama iyileştirebilirim. Sadece güvenmeniz gerek.”
“Zaten güveniyorum. Nehirden aldığınız andan beri ölmeme izin vermek yerine…”
Ayşe boğazında düğüm hissetti. Bu adam hiçbir şey bilmeyen, her şeyi kaybetmiş. Hala yabancıların iyiliğine inanabiliyordu.
“O zaman dinlenin. Bu saatler sürecek.”
Hemen işe koyuldu. Önce otları yıkadı. Dün akşam topladığı pınar suyuyla. Sonra dövdü tek tek. Büyükannesinden kalma taş havanda her tohum şifa özünü salıyordu.
Zeynep yardım ediyordu. Eşyalar uzatıyordu, ateşi besliyordu, pencereden dışarı bakıyordu. Biri gelir mi diye. Kız anlamıştı, söylenmeden yaptıkları gizli kalmalıydı.
Otlar hazır olduğunda Ayşe su kaynatmaya başladı. En büyük tencerede çıkan buhar umut kokuyordu, mucize kokuyordu. Ailesinin tüm kadınlarının aynı ilaçları kullandığı kokuyordu.
Ama sonra korkulan an geldi. Bıçağı aldı, titreyen ellerle. Birkaç dakika baktı ona. Avucunu kesmeliydi. Kanı kaynar otlara karıştırmalıydı.
“Anne…” Zeynep’in sesi endişeliydi.
“İyiyim canım. Sadece bir dakika lazım.”
Gözlerini kapattı. Annesini düşündü, sırları korurken ölen annesini, kocasını düşündü, evini savunurken ölen kocasını, tüm masumları düşündü, Rıza Ağa’nın yalanı yüzünden acı çekenleri… Sonra hızlı ve kararlı avucunu kesti. Acı anındaydı. Yoğundu. Közde el yandırmak gibiydi. Ayşe çığlığı yuttu. Kanın kaynar tencereye damlamasına izin verdi. Kırmızı sıvı otlarla karıştı. Sihirli iksirden çok ilaç görünüyordu.
“Anne!” Zeynep koştu ona. Gözler yaşlıydı. “İncindin.”
“İyiyim tatlım. İlacın parçası bu.” Ama iyi değildi. Yara planladığından derin açılmıştı. Kan durmuyordu. Ayşe baş dönmeye başladı ama ritüeli bitirmeliydi. Sözleri söylemeliydi.
Kanı otlarla karıştırmaya devam ederken serbest eliyle karıştırmaya başladı. Kan otlarla karıştı, koku yoğunlaştı. Mutfak tuhaf kokularla doldu. Zeynep Hasan’a yaklaşmıştı, elini tutuyordu. Gelecek olana cesaret vermek için…
Hasan Ayşe’yi izliyordu. Hayranlık, minnettarlık, yaptığı fedakarlığa korku karışımıyla…
“Yapmamalıydınız. Benim için incinmemeliydiniz.” Sesi kırıktı.
“Yapmalıydım.” Ayşe cevap verdi. Her kelime çaba istiyordu. “Tek yol bu.”
Karıştırmaya devam etti, kanadı. Dakikalar saat gibi geçti, avuçtaki yara nabzıyla atıyordu. Güçler yavaşça tükendi ama panzehir mükemmel olmalıydı. Tek hata her şeyi boşa çıkarırdı.
Sonunda, artık dayanamayacakken tenceredeki sıvı garip altın renge döndü. Kendi ışığıyla parlamaya başladı. Ayşe eski içgüdüyle bildi. Hazırdı.
“Zeynep, temiz bez getir.” Bacakları titriyordu. Kız koştu. Şifa için sakladıkları bezlerden getirdi. İkisi birlikte Ayşe’nin yarasını sardılar. Kan neredeyse tüm bezi ıslatmıştı sonunda durmadan önce.
“Şimdi zor kısım.” Ayşe yatağa yaklaştı. Bir fincan buharı tüten panzehir. “Hepsini içmelisiniz. Tadı korkunç olsa bile.”
Hasan başını salladı. Doğrulmaya çalıştı. İki ay bacaklarını hareket ettirememiş. Yürümeye yardım edecek her şey cennet gibi olacaktı.
Ayşe fincanı dudaklarına götürdü. Sıvı kalındı, garip renkti. Çıkardığı koku neredeyse bayıltıyordu. Hasan onun gözlerine baktı, bir kez başını salladı. Tek yudumda içti hepsini.
Tepki hemen geldi. Adam soldu, sonra kızardı, ter boşaldı. Vücudu bir kez sarsıldı. İki kez. Ayşe korkunç hata yaptı sandı. Ama sonra aniden başladığı kadar aniden kasılmalar durdu. Hasan hareketsiz kaldı. Birkaç dakika. Gözler kapalı, nefes kesik. Ayşe ve Zeynep yanında durdular. Ellerini tuttular. Panzehir’in işlediği bir işaret beklediler.
Sonra umut kaybolurken Hasan ayak parmaklarını hareket ettirdi. Küçük bir hareketti, neredeyse görünmezdi ama Zeynep ilk gördü.
“Anne bak, parmaklarını hareket ettirdi!”
Ayşe adamın ayaklarına baktı. Gerçekten de parmaklar hafifçe kıpırdıyordu. Rüyada yürüyormuş gibi. Gözler yaşlarla doldu. Rahatlama yaşları.
“Hissediyor musunuz?” Yumuşakça sordu.
Hasan gözlerini açtı. Tam şaşkınlıkla baktı.
“Evet. Evet. Hissediyorum. Sanki… sanki uzun uykudan uyanıyorlar.”
Ama sevinç kısa sürdü. Ayşe korkuyla dolduran bir ses duydu. At nalları yola yaklaşıyordu.
“Devriyeler,” fısıldadı. Kan dondu. Pencereden ağaçlar arasında hareket eden meşaleler görebiliyordu. En az altı adam, belki daha fazla. Doğruca kulübeye geliyordu.
“Bodrum!” Hasan doğrulmaya çalıştı. “Saklanacak yeriniz var mı?”
Ayşe başını salladı. Kulübenin altında küçük boşluk vardı. Kocası yıllar önce hasat saklamak için kazmıştı. Dar, nemli. İki kişi zor sığardı ama tek seçenekti.
“Zeynep, aşağı indirmeme yardım et.”
İkisi birlikte Hasan’ı Bodrum’a indirdiler. Adam bacaklarını biraz hareket ettirebiliyordu artık ama yürümek için gücü yoktu. Dar alana yerleştirdiler, eski çuvallarla örttüler.
“Ses çıkarmayın,” Ayşe kapağı kapatmadan önce fısıldadı.
Zeynep’in hasır yatağıyla örttüler kapağı. Nallar çok yakındı artık. Ayşe çabucak panzehir izlerini temizledi, ilaç defterlerini sakladı, dikiş sepeti aldı. Sıradan bir kadın gibi görünmeye çalıştı. Normal akşam işi yapan kadın gibi.
Kapıya vuruş onu sıçrattı. Beklese de… Açık. Rıza Ağa devriyesi. Ayşe yavaş kalktı. Bacaklar titriyordu. Kapıyı açmaya gitti. Diğer tarafta altı silahlı adam bekliyordu. Yüzlerde zulüm vardı, gözlerde kötülük parıldıyordu.
“İyi akşamlar.” Lider gülümsedi. Göze varmayan gülümseme. “Kaçak arıyoruz, yaralı göçebe. Burada görmüş olabilirsiniz.”
“Görmedim efendim.” Ayşe sesi sabit tutmaya çalıştı. “Burada sadece kızım ve ben varız.”
Adam yaklaştı. Yüzünü inceledi o çok gören gözlerle. Sonra önlüğe baktı. Kan lekesi vardı. Ayşe aşağı baktı. Gerçekten avucunu keserken damlayan kan vardı. Kalp hızlandı ama sakin kaldı.
“Akşam yemeği hazırlarken kesildim. Eller eskisi gibi değil.”
Adam uzun bakışlarla süzdü. Saniyeler sonsuza kadar sürdü. Sonra adamlarına işaret etti. Altısı içeri doldular, izin istemeden. Sonraki dakikalar Ayşe’nin hayatının en uzun dakikalarıydı. Adamlar her köşeyi aradılar, mobilyaları hareket ettirdiler, tavandan sarkan otlara baktılar, ilaç sepetlerini boşalttılar.
Zeynep yatağında oturuyordu. Uyuyormuş gibi yapıyordu. Ama Ayşe battaniyenin altında titremesini görebiliyordu.
Askerlerden biri bodrum kapağının olduğu yere yaklaştı. Tahtalara güçlü bastı. Boş alan aramak için.
“Burası garip çalıyor.” Yere çömeldi. Tahtaları daha iyi incelemek için.
“Dünkü yağmurdan ıslak,” Ayşe yalan söyledi. Ağız çok kuruydu, konuşamıyordu neredeyse. “Su çatlaklardan giriyor, tahta şişiyor.”
Asker incelemeye devam etti. Tam kapağı keşfedecekmiş gibiydi. Devriye başkanı dışarıdan seslendi:
“Haydi komutan, diğer vadide şafaktan önce bekliyor bizi.”
Adamlar kulübeden çıktılar, her yeri karışık bırakarak, aradıklarını bulmadan.
Ayşe nalların sesi kaybolana kadar bekledi. Uzakta yok olana kadar. Ancak o zaman normal nefes almaya cesaret etti.
“Gittiler tatlım,” Zeynep’e fısıldadı. Yataktan fırladı. Titriyordu.
İkisi birlikte Hasan’ı Bodrum’dan çıkardılar. Adam terli, nefesi kesikti ama bacaklarını öncekilere göre daha fazla hareket ettirebiliyordu.
Çok yakındı. İkisinin yardımıyla doğrulurken söyledi.
Sonraki on sekiz saat boyunca Ayşe Hasan’ın panzehire verdiği her tepkiyi izledi. Yavaş yavaş his bacaklara dönüyordu. Önce karıncalanma, sonra küçük kramplar, sonunda gerçek kontrollü hareket…
Ama kurtarmak için ödediği bedel tahsil ediliyordu. Elindeki yara enfekte olmuştu. Ateş kontrolsüz yükseliyordu. Kendini iyileştirmek için kullandığı son şifalı otları Hasan için kullanmıştı. Şimdi kendine tedavi için hiçbir şey yoktu.
“Anne çok sıcak.” Zeynep Hasan’a gözyaşlarıyla söyledi. “Eli çok acıyor.”
Hasan artık destekle ayakta durabiliyordu. Ayşe’yi incelemeye yaklaştı. Yara kırmızı ve şişti. Koldan kırmızı çizgiler tırmanıyordu. Ciddi enfeksiyon. Tedavi edilmezse öldürebilirdi.
“Bana hayat verdiniz.” Ayşe’nin sağlam elini sonsuz şefkatle tuttu. “Şimdi sıra bende, sizinkini kurtarmak.”
Zeynep’e döndü. “En yakın köye yolu biliyor musun?”
“Evet efendim. Annemle hep gideriz ilaç satmak için.”
“Git, köyün şifacısını bul. Hemen gelmesini söyle. Şifacının hasta olduğunu söyle. Acil olduğunu.”
Zeynep ok gibi fırladı. Sevdiği biri tehlikedeyken sadece çocukların gösterdiği kararlılıkla…
Hasan Ayşe yanında kaldı. Alnına ıslak bez koydu, ateş düşürmeye çalıştı. Kulübede kalan az ilaçla iki korkunç gün geçti. Ayşe ateşte sayıklıyordu. Hayatının en acılı anlarını yeniden yaşıyordu. Kocasının ölümü, annesinin yandığı yangın, saklanarak geçirilen korku dolu geceler…
Hasan yanında kaldı. Elini tuttu, kabuslara o yumuşak sesle konuştu.
Zeynep köyün şifacısıyla döndü. Taze otlar ve tamamlayıcı bilgi getiren yaşlı bilge adam. Birlikte enfeksiyonla savaştılar. Uzun ve zor savaştı. Ayşe sonunda gözlerini açtığında ateşten kurtulmuştu. Gördüğü ilk şey Hasan’ın endişeli yüzüydü. Üzerinde derin halkalar vardı. Birkaç günlük sakal, yanından ayrılmamış gibiydi.
“Nasılsınız?” Yumuşakça sordu.
“Ayı ile dövüşüp kaybetmiş gibiyim.” Ayşe gülümsemeye çalıştı. “Siz yürüyebiliyor musunuz cevap vermek için?”
Hasan ayağa kalktı. Yardımsız pencereye yürüdü. Adımlar sağlamdı, emindiler. İyileşmiş savaşçının adımlarıydı.
“Sizin sayenizde yürümekten çok daha fazlasını yapabilirim.”
“O zaman gidin, halkınızı kurtarın.”
Hasan ona döndü. Yüzde minnettarlık vardı, ama daha derin bir şey daha. Odadaki havayı elektrikle dolduran şey.
“Döneceğim,” dedi. Kelimelerde basit teşekkürün ötesinde söz vardı.
O gece ayrıldı. Kara ay koruyordu karanlığıyla. Ayşe ve Zeynep geri dönüp dönmeyeceğini bilmeden beklediler. Fedakarlıkların bir işe yarayıp yaramadığını bilmeden…
Üç gün sonra Ayşe yardımsız yürümeye yeni başlamışken haberler geldi. Bölgeye ateş gibi yayıldı. Rıza Ağa ölmüştü, göçebe savaşçılarla çatışmada. Paralı askerleri korkuyla uzak topraklara kaçmışlardı. Aylarca terör altında yaşayan aileler saklandıkları yerlerden çıktılar. Kaçırılan kadın ve çocuklar sevdikleriyle birleşti. Barış dağlara geri dönmüştü.
Ama Ayşe için en iyi haber bir hafta sonra geldi. Hasan kulübeye döndüğünde yanında kabilesinin şifacısı vardı. Hediyeler getirmişti; yiyecek, battaniye, güzel renklerde dokunmuş örtüler. Ayşe’nin hayatını değiştirecek davet.
Hasan’ın siyah gözleri heyecanla parlıyordu. “Liderini kurtaran kadına yer vermek istiyorlar. Obada bir daha asla korkuyla yaşamayacağınız yerde…”
Ayşe, Zeynep’e baktı. Kız yeni insanlarla tanışma, birlikte oynayacak arkadaşlar bulma fikrine heyecandan zıplıyordu. Sonra Hasan’a baktı. Yüzünde sadece minnettarlık görmedi; çok daha büyük bir şey gördü. Gerçek aşk… Paylaşılan fedakarlıktan doğan, karşılıklı güvenden doğan aşk.
“Siz ne istiyorsunuz?” diye sordu yumuşakça.
Hasan’ın cevabı yaklaşmaktı. Yaralı elini sonsuz dikkatle almaktı. Fedakarlık anısı kalmış izi öpmekti. “Hayatımın geri kalanını sizi koruyarak geçirmek istiyorum. Siz beni koruduğunuz gibi Zeynep’in korku olmadan büyümesini istiyorum. Onu seven kardeşlerle çevrili, sizin gibi kadınların değerinin tanındığı, kutlandığı bir dünya inşa etmek istiyorum.”
Altı ay sonra, Toros dağlarının derinliklerinde gizli bir obada hayat bambaşkaydı. Ayşe gözlerini açtı ama bu sefer korku yoktu, panik yoktu. Sadece sabahın huzuru vardı. Çadırdan süzülen güneş ışığı sıcaktı, yumuşaktı. Zeynep hâlâ uyuyordu ama artık hasır yatakta değil, kalın keçe üzerindeydi. Renkli battaniyelerle örtülüydü. Yüzü huzurluydu. İlk kez aylardır huzurluydu.
Dışarıdan sesler geliyordu. Çocuklar gülüyordu, kadınlar konuşuyordu, erkekler sabah namazı için su taşıyordu. Normal hayat sesleri, korku dolu sessizlik değil. Ayşe kalktı, çadırdan çıktı. Manzara her sabah nefesini kesiyordu. Oba küçük vadiye yayılmıştı. Yirmi çadır belki… Her biri aile doluydu. Orta yerde büyük ateş yeri vardı. Gece toplanma yeri.
“Günaydın Ayşe abla!” Genç bir kız yaklaştı. Selma adında, on altı yaşındaydı. İlk günden beri Ayşe’ye yardım ediyordu.
“Bugün şifalı ot topluyoruz. Gelecek misin?”
“Gelirim Selma.”
Zeynep uyandığında kız gülümsedi, koşarak gitti. Ayşe’nin kalbi doldu. Bu kız, bu yer, bu insanlar hepsi gerçekti. Kabusa sona ermişti.
Hasan’ı gördü. Uzakta, genç adamlarla konuşuyordu. Güneş tenini altına boyuyordu. Duruşu güçlüydü, sağlamdı. Zehirlenmiş adam tamamen gitmişti. Lider geri dönmüştü. Ayşe’yi fark etti, yüzü aydınlandı. Her sabah böyle bakıyordu ona. Sanki hâlâ inanamıyordu orada olduğuna.
“Anne, karnım acıktı.” Zeynep çadırdan çıktı. Gözleri uykulu, saçı darmadağandı ama gülümsüyordu. Gerçek gülümseme… Korku dolu, sahte gülümseme değil.
“Gel tatlım, kahvaltı hazırlayalım.”
Obada ilk aylar zordu. Ayşe ve Zeynep öğrenmeliydi göçebe yaşamını, çadır kurmayı, at binmeyi, süt sağmayı… Her şey yeniydi, her şey farklıydı. Ama kadınlar sabırlıydı. Öğrettiler, yardım ettiler. Selma yanlarından ayrılmadı. Gülizar teyze annelik etti. Fatma nine bilgelik verdi.
Zeynep hızla uyum sağladı. Diğer çocuklarla oynadı, koştu, güldü, haykırdı. Fısıltıda konuşmayı unuttu, sessiz yürümeyi unuttu. Çocuk olmayı hatırladı.
Ayşe şifa vermeye devam etti. Ama artık korkuyla değil, gururla. Oba halkı değer verdi ona, bilgisine, yeteneğine. Kadınlar geldi, sorular sordu, tarifler istedi. Kızlarını öğretmek için bir akşam ateş başında yaşlılar toplandı. Hasan da oradaydı. Ayşe’yi çağırdılar.
“Ayşe Hanım,” ak sakallı ihtiyar konuştu. İsmail dede, obanın en yaşlısı. “Bize çok şey verdin. Liderimizi kurtardın. Bilgini paylaştın. Kızımız gibi oldun.”
Ayşe başını eğdi. “Ben sizden çok şey aldım. Güvenlik, aile, yuva…”
“Bir şey daha istiyoruz senden.” Dede gülümsedi. “İzin ver, Hasan Bey sana talip olsun.”
Ayşe’nin kalbi durdu. Biliyordu Hasan’ın duygularını. Görmüştü bakışlarında, hissetmişti ilgisinde. Ama evlilik, gerçek evlilik düşünmemişti.
Hasan ayağa kalktı. Ateşin diğer tarafından geldi, Ayşe’nin önünde durdu. Gözler sıcaktı, samimiydi.
“Ayşe Hanım, siz bana hayat verdiniz. İzin verin, ben de size hayat vereyim. Zeynep’e baba olayım. Size eş olayım. Birlikte gelecek kuralım.”
Ayşe gözlerini kapattı, düşündü. Eski kocasını, eski hayatı, acıları, kayıpları… Ama sonra gözlerini açtı, geleceği gördü. Hasan’la, Zeynep’le, bu insanlarla yeni başlangıcı…
“Evet,” fısıldadı. “Kabul ediyorum.”
O gece oba bayram etti. Davullar çalındı, türküler söylendi, kadınlar zılgıt çekti, çocuklar koşturdu. Zeynep Ayşe’nin boynuna sarıldı.
“Anne, artık babam olacak mı?”
“Evet canım, baban olacak.”
Düğün bir ay sonra yapıldı. Basitti ama güzeldi. Ayşe beyaz entari giydi, obanın kadınları dikmişti. İşlemelerle süslüydü. Zeynep yanında durdu, küçük çiçek kızı. Hasan siyah ceket giymişti, gümüş tokası vardı. Yakışıklıydı, mutluydu. İmam nikah kıydı, dualar okundu, eller öpüldü. Oba halkı tanık oldu iki yalnız insanın birleşmesine, iki yalnız insanın aile olmasına.
Gece çöktüğünde, ateş başında, Ayşe Hasan’ın yanında oturuyordu. Zeynep kucağında uyuyordu. Artık çok büyümüştü kucak için. Ama bazen hâlâ küçük kız olmak istiyordu.
“Mutlu musun?” Hasan sordu. Sesinde endişe vardı, sanki cevaptan korkuyordu.
Ayşe gülümsedi. “Çok mutluyum. Hiç düşünmemiştim böyle olacağını. Ben de nehirde yatarken, ölmeyi bekliyorken hayal bile edemezdim seni, Zeynep’i, bu hayatı. Belki Allah böyle planladı. Acıyı mutluluğa çevirmek için…”
Hasan elini uzattı, Ayşe’nin elini tuttu. Yarısı iyileşmişti artık ama iz kalmıştı. Fedakarlık izi… Bu iz parmaklarını üzerinde gezdirdi.
“Bana her gün hatırlatıyor. İyi insanların hâlâ var olduğunu, umudun hâlâ var olduğunu.”
Aylar geçti, hayat devam etti. Ayşe şifacı olarak çalıştı. Hastalar geldi, çocuklar geldi, yaşlılar geldi. Her birini dikkatle tedavi etti, her birini şefkatle dinledi. Zeynep büyüdü, güçlendi. On yaşına geldi. Artık annesine yardım ediyordu. Otları biliyordu, ilaçları tanıyordu. Gelecek kuşağın şifacısı oluyordu.
Hasan liderlik yaptı. Adaletle, merhametle. Oba büyüdü, yeni aileler katıldı, çocuklar doğdu. Hayat sürdü.
Bir gün eski kulübeye geri döndüler. Üçü birlikte. Bina hâlâ duruyordu. Boştu, haraptı ama anılarla doluydu.
“Burası korkunç bir yerdi,” Zeynep fısıldadı. “Ama buradan başladı her şey.”
Evet. Ayşe duvarlara dokundu. “Burası bizi bugünkü yerimize getirdi.”
“Yakmak ister misin?” Hasan sordu. Geçmişi geride bırakmak için.
Ayşe başını salladı. “Hayır, bıraksak dursun. Hatırlasın bize karanlıktan ışığa çıktığımızı.”
Obaya dönerken güneş batıyordu. Gökyüzü turuncu ve pembeydi. Zeynep önlerinde koşuyordu, neşeyle özgürce.
“Sence Rıza Ağa’yı bilen var mı hâlâ?” Ayşe sordu.
“Bazıları hatırlar ama zamanla unutulacak. Sadece hikaye olacak. Kötü bir adam. İyi insanlar tarafından durdurulan kötü bir adam. Ve biz, biz de hikaye olacağız ama farklı hikaye. Nehirde karşılaşan, birbirini kurtaran, birlikte hayat kuran iki insan hikayesi…”
O gece obada büyük şölen vardı. Bir düğün değildi, bir doğum değildi. Sadece yaşamın kutlanmasıydı. Hayatta kalmanın kutlanmasıydı.
Ayşe ateşin yanında oturdu. Kadınlarla konuştu, güldü, şarkı söyledi, etrafına baktı. Zeynep arkadaşlarıyla oynuyordu. Hasan erkeklerle sohbet ediyordu. İhtiyarlar hikaye anlatıyordu. Çocuklar koşturuyordu. Aile, gerçek aile… Kan bağıyla değil, seçimle kurulan aile, acıdan, fedakarlıktan, güvenden doğan aile.
Bir yıl sonra Ayşe bir erkek çocuk doğurdu. Mehmet adını verdiler. Zeynep en mutlu abla oldu. Sürekli kardeşine baktı, oynadı, şarkı söyledi. Hasan oğlunu kucağına aldığında gözyaşları boşaldı.
“Teşekkür ederim,” Ayşe’ye fısıldadı. “Her şey için teşekkür ederim.”
“Ben teşekkür ederim,” Ayşe cevap verdi. “Bize yuva verdiğin için, korkusuz yaşama izni verdiğin için…”
Mehmet büyürken, Zeynep ona bakıcılık yaptı. Ona otları öğretti, bitkileri tanıttı. Kardeşlik o iki yalnız çocuk arasında çok güçlüydü.
Yıllar geçti. Ayşe’nin saçına beyaz teller düştü. Hasan’ın sakalı ağırdı ama aşkları hiç azalmadı. Her gün birbirine baktılar, minnettarlıkla, sevgiyle, hayretle.
Zeynep on sekiz yaşına geldiğinde obadan genç bir erkek talip oldu. İyi aileden, soylu çocuk. Düğün yapıldı. Ayşe kızını gönderdi. Gururla, hüzünle. Artık büyüdü.
Hasan o gece söyledi: “Bizim küçük sessiz kızımız artık sessiz değil.”
Ayşe gülümsedi. “Şimdi haykırıyor, gülüyor, yaşıyor.”
Mehmet de büyüdü, güçlü genç oldu. Babasına benzedi. Adaletli, merhametli, cesur.
On beş yıl geçti o ilk günden, nehirde buluşmadan. Ayşe bir gün tepeye çıktı, obayı yukarıdan izlemek için. Çok değişmişti her şey. Daha çok çadır vardı, daha çok aile, daha çok çocuk. Hayat büyümüştü, umut büyümüştü.
Hasan yanına geldi, oturdu. Birlikte izlediler halkı.
“Pişman mısın?” sordu. “Eski hayatını?”
“Hayır.” Ayşe başını Hasan’ın omzuna yasladı. “O hayat bitmesi gereken hayattı. Bu hayat yaşanması gereken hayat.”
“Ben de öyle düşünüyorum.”
Güneş batarken gökyüzü allıyordu. Oba sessizleşiyordu. İnsanlar çadırlarına çekiliyordu; akşam namazı için, akşam yemeği için, ailelerle zaman geçirmek için.
Ayşe ve Hasan tepede kaldılar biraz daha birlikte, sessizce.
“Biliyor musun?” Ayşe fısıldadı. “O gün nehirde seni gördümde korkmuştum.”
“Ben de korkmuştum. Ölüyordum ama Zeynep korkmadı. Dedi ki, ‘Anne, iyileştir onu.’ O kadar emindi, o kadar güvendi. Çocuklar bazen bizden daha bilge…”
“Evet. Onlar biliyorlar. Kime güvenileceğini, kime yardım edileceğini. Biz büyükler unutuyoruz.”
Hasan Ayşe’nin elini sıktı. “Sen unutmadın. Sen de unutmadın.”
Karanlık çöktüğünde tepeden indiler, çadırlarına döndüler. Mehmet bekliyordu. Akşam yemeği hazırlamıştı. Basit yemek: çorba, ekmek, peynir… Ama sevgiyle yapılmıştı. Üçü oturdular, yediler, konuştular, güldüler. Normal aile, sıradan akşam. Ama Ayşe için mucizeydi.
Her gün gece yatarken Hasan uyuduktan sonra Ayşe bir süre daha uyanık kaldı. Düşündü; geçmişi, geleceği, şimdi… Bir zamanlar her şeyi kaybetmişti: kocasını, annesini, güvenliğini, umudunu. Sadece Zeynep kalmıştı ve korku. Şimdi her şeye sahipti: eş, oğul, kızı mutlu, aile, topluluk ve en önemlisi huzur.
“Teşekkür ederim Allah’ım,” fısıldadı karanlıkta. “En karanlık günde ışık verdiğin için, nehirde Hasan’ı gönderdiğin için, bize ikinci şans verdiğin için…”
Dışarıda rüzgar esiyordu, çadırın keçesini okşuyordu. Ninni gibi. Ayşe gözlerini kapattı huzurla, korkusuzca. İlk kez yıllardır gerçekten huzurla uyudu.
Sabah uyandığında yeni gün başlıyordu. Yeni fırsatlar, yeni mucizeler. Ama artık tek değildi. Artık yalnız değildi. Yanında Hasan vardı, obası vardı, hayatı vardı – ve bu yeterliydi.
SON