“Ona, Evlenilmeyecek Kadar Çirkin” Dediler – Sonra Çuvalı Çıkardı ve Kalbi Duracak Gibi Oldu

İstanbul’un Sırrı ve Kayıp Melodi
1. Cihangir’den Balat’a Uzanan Köprü
Defne, 28 yaşında, mimar. İstanbul’un tüm kaotik enerjisini hem seven hem de ona direnen biriydi. Cihangir’deki küçük, modern dairesinde, Boğaz’ın lacivertine bakarak kahvesini yudumlarken, hayatının kusursuz bir denge içinde olduğuna inanıyordu—ta ki o telefon gelene kadar.
Karşıdaki ses, uzak bir akrabası olan, hiç tanımadığı büyük teyzesi Zerrin Hala’nın Balat’ta vefat ettiğini ve miras olarak, bir zamanlar görkemli, şimdi ise yıkılmaya yüz tutmuş bir apartman dairesi bıraktığını söylüyordu.
“Balat mı?” Defne alaycı bir ifadeyle gülümsedi. “Benim Balat’la ne alakam olabilir ki?”
Ancak bir hafta sonra, Defne, mimar olmanın verdiği detaycılıkla, Zerrin Hala’nın dairesinin anahtarını elinde tutuyordu. Balat, İstanbul’un her köşe başında bir hikaye fısıldayan, pastel renkli, yamuk yumuk binalarıyla ünlü, zamansız bir semtti.
Daireye girdi. Rutubet ve eski ahşap kokusu, odayı dolduran tozla birleşmişti. Her şey Zerrin Hala’nın ölümünden sonra dokunulmamış gibiydi. Defne, eşyaların arasında, cilası dökülmüş ceviz bir çekmece buldu. Kapağını açtığında, içinde iki şey vardı: Sadece Osmanlıca harflerin ve tuhaf geometrik şekillerin bulunduğu, deriye ciltli, şifreli bir günlük ve gümüşten yapılmış, zarif ama kırık bir müzik kutusu.
Defne, müzik kutusunun kolunu çevirdi. Kutu, yarım kalmış, hüzünlü ve unutulmuş bir melodi çaldı. Sekiz nota. Sadece sekiz nota… Sonra “tık” diye bir sesle sustu. Sanki melodinin tamamlanması için üç nota daha gerekiyormuş gibi.
2. Şifreler ve İlk Tehlike
Defne’nin analitik zihni hemen devreye girdi. Günlüğün ve kutunun birbiriyle bağlantılı olduğunu biliyordu. Şifreli yazı, onu bir haftalığına Google Translate ve eski İstanbul rehberleri arasında kaybolmaya zorladı.
Yardım bulması gerektiğini anladı. Marmara Üniversitesi Tarih bölümünde, eski yazıtlar üzerine doktora yapan Emre ile tanıştı. Emre, ilk başta Defne’nin maceracı tonuna şüpheyle yaklaştı ama günlüğü gördüğünde gözleri parladı.
“Bu sıradan bir günlük değil, Defne,” dedi Emre, kalın camlı gözlüklerini düzelterek. “Bu 19. yüzyıl sonu İstanbul’unda faaliyet gösteren, ‘Ehl-i Sır’ (Sır Ehli) denen gizli bir loncaya ait. Yazılar, loncanın kullandığı özel bir şifreleme tekniğiyle yazılmış. Ve bu da…” Elini bir sayfadaki eskize uzattı. “…İstanbul Surları’ndaki bir yeri gösteriyor.”
İlerlemeleri hızlandı, ancak bu sırrı sadece onlar aramıyordu.
Ertesi gün, Defne, müzik kutusunu onarması için Kapalıçarşı’daki eski bir saatçiye gitti. Çarşı’nın loş koridorlarında, yüzü keskin hatlı, takım elbiseli bir adam olan Vural, ona yaklaştı. Vural, İstanbul’un en acımasız antikacılarından ve gizli koleksiyoncularından biriydi.
“Zerrin Hala’nın mirası seni çok meşgul ediyor, genç hanım,” dedi Vural, sesi mermerler arasında yankılanarak. “O kutu sana ait değil. Bana sat. İyi bir teklif yaparım.” Defne soğukkanlılığını korudu. “Ben kimseye hiçbir şey satmıyorum, Vural Bey. Özellikle de kim olduğunu bilmeyenlere.” Vural tehditkar bir şekilde gülümsedi. “Kim olduğumu yakında öğreneceksin. Unutma, bu şehrin sırları, onları hak edenlere aittir. Ve sen, sadece bir mimarsın.”
3. Kayıp Notanın İzi
Vural’ın tehdidi, Defne’yi durdurmak yerine daha da kamçıladı. Emre ile birlikte çalışarak günlüğün bir bölümünü daha çözdüler. Metin, “Kaybolan melodi, suyun kucağında, yedi tepenin şarkısında tamamlanır. Son üç nota, I. Theodosius’un bekçisinin unuttuğu duadır,” diyordu.
Emre heyecanla masaya vurdu. “Bu bir Bizans ilahisi! ‘Yedi Tepenin Şarkısı’ o dönemin popüler bir ilahisiydi, ama son kısmı, yani son üç notası Osmanlı döneminde yasaklanıp kaybolmuştu. Eğer Zerrin Hala’nın günlüğü hakikati söylüyorsa, o notalar bir anahtar!”
Defne ise müzik kutusu üzerinde çalışıyordu. Onarımı mümkün değildi, ancak Emre bir fikir buldu. Kutunun iç mekanizmasının bir kilit mekanizması gibi çalıştığını fark ettiler. Eksik üç nota, kutunun içindeki küçük bir hazneyi açacak şifre olmalıydı.
Gizemi çözmek için iz sürmeye başladılar:
-
I. Theodosius’un Bekçisi: Bu, Theodosian Surları’nı işaret ediyordu.
Suyun Kucağı: Bu da Haliç (Golden Horn) yakınındaki surları işaret ediyordu.
Kaybolan Dua/İlahi: Emre, Osmanlı arşivlerinden o döneme ait bir keşişin notlarını buldu. Bu notlarda, ilahinin son üç notası yerine, üç harf kodlanmıştı: K.A.Y.
Defne, kutunun içindeki notaların her birini dikkatlice inceledi. Geri kalan sekiz notayı temsil eden sekiz küçük çentik vardı. K.A.Y. harflerini bir sayı dizisine çevirdi: K (24. harf), A (1. harf), Y (28. harf).
Bu sayılarla kutunun mekanizmasına dokunmak zorunda kaldılar. Titreyen ellerle, Defne kutunun eksik dişlilerinin bulunduğu bölüme küçük bir demir pim soktu.
-
kez “tık”, 1. kez “tık”, 28. kez “tık”.
Kutu, bu kez melodiyi tamamlamasa da, tatmin edici bir “çıt” sesiyle açıldı. İçinde, bir miktar altın değil, küçük, pürüzsüz bir taş vardı. Taşın üzerine ince bir oyma yapılmıştı: Bir Hilal içinde Üçgen.
4. Surların Altındaki Labirent
Taş, Surlar’daki gizli girişi işaret eden bir tür mühürdü.
Bir gece yarısı, sokağa çıkma yasaklarının sessizliğinde, Defne ve Emre Haliç kıyısındaki, Theodosian Surları’nın yıpranmış taş duvarlarının arasına sızdılar. Haritada işaretli noktayı buldular: Bir zamanlar bir nöbetçi kulesi olan, şimdi ise sarmaşıklarla kaplanmış, unutulmuş bir bölge.
Defne, mimar gözüyle baktı ve taşların arasındaki yapısal bir anormalliği fark etti. Birkaç saatlik kazıdan sonra, bir kemerli giriş ortaya çıktı. Taşın üzerindeki Hilal içindeki Üçgen şekli, kemerin tepesindeki mühürlü taşı tam olarak yerine oturuyordu.
Giriş açıldı. İçeride, yüzyıllardır dokunulmamış, kuru, serin bir Bizans sarnıcı vardı. Loş fener ışığında ilerlediler. Rutubetli hava, tarihin kokusunu taşıyordu.
Tam sarnıcın ortasına ulaştıklarında, bir gölge onları karşıladı.
“Buraya kadar gelmek zekiceydi, Defne,” dedi Vural, yanında iki iri adamla birlikte. “Ama dediğim gibi, şehrin sırları en sabırlılara aittir.”
Vural’ın adamları onları köşeye sıkıştırdı.
“Günlük nerede?” diye sordu Vural. Defne çantasını sıktı. “Ne aradığını sanıyorsun, Vural? Altın mı? Mücevher mi?” Vural acı bir gülümsemeyle güldü. “Altın ne ki? Ben zamanın kendisini arıyorum. Kaybolmuş bilgiyi, kimsenin bilmediği melodileri ve sırları. O loncanın bütün arşivi burada bir yerde gizli.”
Tam Vural, Defne’ye doğru bir adım atarken, Emre elindeki feneri Vural’ın yüzüne fırlattı. Karanlık bir kargaşa başladı.
Defne ve Emre, Vural’ın şaşkınlığından faydalanarak sarnıcın arkasındaki başka bir kapıya doğru koştular. Kapının arkasında, küçük, kuru bir oda vardı. Odanın ortasında ise, mermer bir kaide üzerinde, tam olarak Zerrin Hala’nın müzik kutusuyla aynı mekanizmaya sahip, ancak eksiksiz bir mekanizma duruyordu.
5. Melodinin Tamamlanması
Bu, loncanın ana mührüydü. Defne, Zerrin Hala’nın kırık müzik kutusunu hızla kaideye yerleştirdi. İki parça birleşince, kırık kutunun eksik dişlileri, ana mekanizmadaki eksik notaları tamamladı.
Defne kolu çevirdi. Bu kez melodi durmadı.
Müzik kutusu, yüzyıllardır suskun kalan, hüzünlü ve derin melodisini çaldı. Sekiz nota, ardından eksik olan Üç Notayla birleşti: Mi-Fa-Sol. Melodi tamamlandı.
Tam bu sırada, Vural ve adamları odaya daldı.
“Melodiyi çaldın!” diye bağırdı Vural, kaideye doğru koşarak. Ancak melodi biter bitmez, mermer kaidenin altındaki zemin çatladı ve yana kaydı. Altında, ışık almayan, tahtadan dev sandıklar çıktı.
Vural, zaferle sandıklardan birine uzandı. Kapağını kaldırdı. İçinde altın külçeleri yerine, yüzlerce yıllık el yazması parşömenler, nota kitapları ve ince yazılmış ciltler vardı. Bu, bir hazine değil, kayıp bir arşivi—loncanın topladığı, Osmanlı ve Bizans dönemine ait yüzlerce kayıp müzik eseri ve tarihi belgeyi—içeriyordu.
Vural’ın yüzü öfkeyle kasıldı. Aradığı altın değil, bilgiydi, ama bu arşiv onu hayal kırıklığına uğratmıştı. “Sadece kağıt parçaları!” diye kükredi.
Emre, Vural’ın hayal kırıklığından faydalanarak yanındaki eski bir sütunu itti. Vural ve adamları telaşlanırken, Defne ve Emre, kütüphane/arşiv odasından sarnıcın içindeki gizli bir tünelden hızla kaçtılar.
6. Sonsöz
Vural, arşivin peşini bırakmadı, ancak arşivin yerinin ortaya çıkması, onu gizlice ele geçirmesini zorlaştırdı. Defne ve Emre, ertesi gün Surlara geri döndüler. Sarnıçtaki mühür hala açıktı. Hızla harekete geçerek, arşivi gizlice oradan çıkardılar ve güvenli bir depoya taşıdılar.
Defne, mimar olarak sahip olduğu beceriyi ve Zerrin Hala’nın dairesini kullanarak yeni bir misyon edindi. Balat’taki o dairesini restore etti ve burayı, İstanbul’un kayıp melodilerinin ve tarihinin dijitalleştirilip paylaşıldığı küçük bir kültürel merkeze dönüştürdü.
Emre, arşivi inceleyen bir tarihçi ekibinin başına geçti. Aradan geçen bir yılın ardından, loncanın sırrını oluşturan “Kaybolan İlahi,” ilk kez, İstanbul’un tarihi bir kilisesinde, tam ve bütün haliyle seslendirildi.
O gece, Defne ve Emre, Cihangir’deki dairelerinde, Boğaz’ın ışıklarına bakarak, artık kırık olmayan müzik kutusunun melodisini dinliyorlardı. Defne, o sekiz notanın ardından gelen son üç notayı mırıldandı: Mi-Fa-Sol.
“Senin hayatın her zaman bu şehirdeydi, Defne,” dedi Emre, elini tutarak. “Sadece bu eski duvarların seni çağırmasını bekliyormuşsun.”
Defne gülümsedi. “Hayır, Emre. Bu şehirde gizlenmeyi bırakıp, kim olduğumu hatırlamayı bekliyormuşum. Ve o melodi de beni buldu.”
Müzik kutusu, melodi tamamlanana kadar çaldı, bu kez sonsuz, neşeli ve tam bir hikayenin sesiyle.