O, her gün için bir mektup yazdı… ama kadın onları, o öldükten sonra aldı.
Hiç kimse Demir ailesinin evinde, bahçıvanın yazı yazabileceğini hayal etmemişti. Hele ki, kelimeleri okuyanı ağlatacak kadar güzel olacağını…
Ali, on yedi yaşından beri o eski Boğaziçi konağında çalışıyordu. Güllerle ilgilenir, çeşmeleri temizlerdi. Ücreti azdı ama gururu büyüktü. Diğer çalışanlar ona “çiçeklerin şairi” derdi, çünkü hep arka cebinde eski bir defter taşır, kimse görmeden yazardı.
Bir gün, imkânsız bir aşk hayatını değiştirdi: Zeynep, Bey Demir’in en küçük kızı. Zeynep ona her zaman saygıyla, ama mermer duvarlar arasında büyüyenlerin sahip olduğu o mesafeli nezaketle davranırdı. Ali ise, gözlerinde sakladığı bir sevgiyle bakardı ona.
Yağmurlu bir öğleden sonra, Ali saksıları rüzgârdan korurken Zeynep elinde bir şemsiye ile yaklaştı:
— Üşüyeceksin.
— Önemli değil, dedi Ali. Çiçeklerin de yaşama hakkı var.
O an, ikisinin de izin vermemesi gereken bir şey başladı.
Her gün Ali bir mektup yazdı. Her gün doğan güne bir mektup. Söyleyemediği her düşünceye bir satır.
O mektuplarda Zeynep’e gerçek hayattan söz ediyordu: çıplak ayakla oynayan çocuklardan, elleri kanayana kadar başkalarının çamaşırını yıkayan kadınlardan, doğmadan ölen hayallerden. Ve aşkı anlatıyordu: Hiçbir şey istemeyen, sadece hissedilmek isteyen bir aşkı.
Bir yıl boyunca, tek bir gün bile aksatmadan yazdı: 365 mektup. Hepsini üzerine “Umut” yazıl
Ama
Ta
Bey Demir, onu gümüş bir saati çalmakla suçladı. Oysa yapmamıştı. Fakat kim inanırdı bir bahçıvana, bir mal sahibine karşı?
Zey
— Baba, o yapmaz…
—
Ali k
“Eğer bir gün bunu okursan bil ki, merhametini değil, sadece dürüst bakışını istedim. Gerçek aşk ne parayla alınır ne de soyla ölçülür. Sadece hiçbir şey beklemeden verebilmekle.”
Haftalar sonra, memleketine giderken bindiği kamyon devrildi. Ali öldü. Cesedini kimse aramadı. Sadece o tahta kutu, Haydarpaşa Garı’nda bulundu.
Aylar geçti. Bir gün yaşlı bir kadın, kayıp eşyalar arasında o kutuyu bulup konağa getirdi.
Zeynep kutuyu açtı. İçinde 365 zarf, el yazısıyla numaralanmış, her birinde kendi adı.
İlkini okurken ağladı. Sonra ikinciyi. Her gün bir tane, bir yıl boyunca gözyaşlarıyla.
Mektuplarda Ali sadece aşkı anlatmıyordu; adaletsizliği de dile getiriyordu:
“Bu evde yediğimiz ekmeğin tadı, yiyemeyen ellerin acısını taşır, Zeynep.”
“Baban, paranın her şeyi satın alabileceğini sanıyor; ama affı satın alamaz.”
Her mektup, bir gerçeği saklıyordu çiçeklerin altında.
Bir gün, Zeynep Ali’nin doğduğu gecekondu mahallesine gitti.
Orada öğrendi ki Ali, maaşıyla üç çocuğun okul masrafını ödemişti. Annesi olmayan bir kadına yemek götürür, o da ona “oğlum” dermiş. Mahallede herkes onun ölümüne ağlamış.
O gece, Zeynep de bir mektup yazdı. 366’ncı. Kutunun içine koydu ve Ali’nin hayatı boyunca baktığı güllerin altına gömdü.
“Sen karşımdayken seni göremediğim için affet beni. Artık biliyorum, tanıdığım tek zengin insandın.”
Yıllar sonra, Demir Konağı satıldı. Yeni malik bahçeyi yeniden düzenlerken, eski gülün altında kutuyu buldu.
İçindekiler hâlâ sağlamdı.
Bir gazeteci o mektupları yayımladı:
“Hiç Okunmamış 365 Mektup.”
Kitap tüm ülkeyi ağlattı.
Son sayfada Zeynep’in şu cümlesi vardı:
“O bana öğretti: En büyük yoksulluk ceplerde değil, sevmeyi bilmeyen kalplerdedir.”
Ve böylece, herkesin hor gördüğü o bahçıvan, konuşamayanların sesi oldu.
Onun aşkı, bir ailenin kurtuluşuna dönüştü.