Görücü Usulü Çiftliğe Geldi – Tek Bulduğu 7 Ağlayan Yetim Çocuktu!

Görücü Usulü Çiftliğe Geldi – Tek Bulduğu 7 Ağlayan Yetim Çocuktu!

Terk Edilmişlik Biter, Aile Başlar

Araba çiftlik kapısının önünde gıcırdayarak durdu. Zehra, yıpranmış deri bavuluyla indi. Cebinde bir mektup vardı: çalışkan bir koca, sakin bir hayat ve sevgiye ihtiyacı olan bir ev vaat ediyordu. Ama çiftlik sessizdi. Kimse onu beklemiyor gibiydi. Ana kapıyı çaldı, cevap yoktu. O sırada ahırlardan gelen ağlamaları duydu. Boş ahırlar ve akşamın uzayan gölgeleri arasında sesi takip etti. Ruhunu parçalayan bir görüntüyle karşılaştı: yedi çocuk. En büyüğü 12 yaşında, en küçüğü bir bebeği kucağında tutan titreyen bir kız. Açlıktan değil, korkudan ağlıyorlardı.

Zehra bir adım geri çekildi. “Babanız nerede?” diye sordu alçak sesle. En büyük çocuk, Ahmet, acıyla cevap verdi: “Üç gün önce gitti. Geri döneceğini söyledi ama dönmedi.” Çiftliğin dağınıklığı, devrilmiş sandalyeler, yıkanmamış tabaklar, günlerdir kimsenin yemek pişirmediğini gösteriyordu. Mektupta çocuklardan hiç bahsedilmemişti. Ama işte oradaydılar, bilmeden onu bekliyorlardı. Bebekli küçük kız yaklaştı, ateşli gözlerle fısıldadı: “Yeni anne misin?” Zehra cevap veremedi. Adını bile bilmiyordu, kendisiyle evlenmesi gereken adamın adını bile. Sadece bir mektup, sadece vaatler. Ve şimdi yedi çocuk ona son umutları gibi bakıyordu.

Güneş tepenin arkasına düştü, çiftlik kalın bir sessizliğe gömüldü. Zehra derin bir nefes aldı, bavulunu kaldırıp eşiğin yanına koydu. Henüz cevapları yoktu ama bir şey kesindi: Bu çocuklar bir gece daha yalnız kalmayacaktı.

İlk gece uzun ve soğuktu. Zehra mutfakta eski bir mangal buldu, ıslak odunlarla zayıf bir ateş yaktı. Çocuklar sessizce yaklaştı, sıcaklığı arıyorlardı. Örümcek ağlarıyla kaplı bir dolaptan bulduğu az miktarda sert ekmeği parçaladı, bir tencerede su kaynattı. Akşam yemeği değil, hayatta kalmaktı bu. “İsimleriniz ne?” diye sordu. Başta kimse cevap vermedi. Sonra Ahmet mırıldandı, diğerlerini işaret etti: Zeynep, Murat… Zehra kafasında yedi ismi tamamlayana kadar eksik parçalar gibi birer birer öğrendi.

Duvarlarda fotoğraf yoktu, annenin portresi yoktu. Sadece çentikli tabaklar, kırık camlı bir kutsal kalp portresi ve her köşede asılı duran acı bir terk edilmişlik hissi vardı. “Ve babanız?” diye ısrar etti Zehra. Ahmet dudaklarını sıktı. “Başka şehirde iş arayacağını söyledi. Parayla döneceğini söyledi. Ama inanmıyorum.” Zehra bir an gözlerini kapattı. Tanımadığı bir adama kızamıyordu ama hak da veremiyordu. Aldığı mektup yalnızlıktan aile kurma arzusundan bahsediyordu. Ölü bir eşten, aç çocuklardan hiç bahsetmemişti. Ama Zeynep’in bebeğe ninni söylediğini görünce kaçamayacağını bildi. O gece mutfağın yanındaki ahşap karyolada uyudu. Yedi çocuk farklı odalarda nefes alıyordu. Sanki korku onları eve bağlıyormuş gibi.

Sabah olduğunda Ahmet koridorun tozunu süpürüyordu. O anda Zehra, belki evlenmek için gelmediğini ama atsız bir savaşa geldiğini anladı. Ve o alanda askerler çocuklardı, başka kimsesi yoktu. Zehra giriş kapısının yanında bulduğu buruşmuş, yırtık bir mektubu okudu. Tanımadığı bir adamın imzası vardı. “Emine, bir daha çocuklarının gözlerine bakmadan gidersen döndüğünde onları canlı bulmayı bekleme.” El yazısı kadındı, yıpranmış, güçlü, çaresizce sevmiş ve ihanete uğramış birinin sesiydi. Zehra mektubu avlunun ateşinde yaktı. Çünkü ölü bir kadının sözlerinin ona korkuyu dikte etmesine izin veremezdi.

O öğleden sonra evde kaosa düzen verebilecek bir şey aradı. Yıkanacak giysiler, pişirilecek kuru fasulye, dua edilecek bir köşe. Çocuklar ona yaralı bir kuş gibi bakıyordu. Akşam olduğunda onlara İncil’den bir bölüm okudu. İnançtan değil, alışkanlıktan. Annesi açlık üzüntüden daha çok acıdığında yaptığı şeydi bu. Ve bitirdiğinde sadece 4 yaşındaki Can yaklaşarak kucağına oturdu ve mırıldandı: “Asla gitme.” Zehra cevap vermedi, saçlarını okşadı ve kucakladı. Kalıp kalmayacağını bilmiyordu ama artık misafir değildi. O evdeki tek yetişkindi ve o sessizlik ona diri olarak ihtiyaç duyuyordu.

Dördüncü gün Zehra yakındaki kasabaya yürüdü. Bulabildiği en temiz elbiseyi giydi, saçlarını ördü. İçinde hissetmediği bir kararlılıkla. Kasabaya vardığında kimse selamlamadı. Avucuna yazılmış listeyle bakkala girdi. Tuz, sabun, biraz pirinç. Bakkal yan gözle baktı. “Yeni gelen sen misin?” dedi. Zehra başını salladı. “Görücü usulü gelin,” dedi adam. “Borç bırakmadı ama saygı da bırakmadı.” Zehra dik durdu. “Onun için gelmedim. Çocuklar için geldim.” Adam gerekenden uzun süre ona baktı, sonra küçük bir pirinç çuvalı ve bir sabun verdi. “Bunu avans say ama bir hafta içinde kimse ödeme yapmazsa geri gelme.”

Eve döndüğünde Zeynep’i kümeste ağlarken buldu. Yumurtaları toplamaya çalışmış ama bir tavuk onu gagalamıştı. Zehra onu ılık suyla temizledi, eski bir şarkıyla sakinleştirdi ve ona gurur duyduğunu söyledi. O gece tuzlu pirinç pişirdi. Çocuklar açlıktan çok sessizlikle yedi. Ama bakışlarında ilk kez sadece beklenti değil, dikkat vardı. Zehra o an anladı: Kasabada saygı istenmez, masada kazanılır. Ve Ahmet günün sonunda ona tarlada bulduğu kuru bir çiçek verdi, söz söylemeden. O ilk teşekkür etti. Belki asla anneleri olmayacaktı ama artık yabancı da değildi.

Ertesi sabah çocuklar avluda eski bezlerden yapılmış topla oynarken Zehra evde garip bir şey fark etti. Koridorun sonunda bir kapı vardı, diğerlerinden farklı, daha kalın, paslı bir sürgüsü vardı. Hiç açmamıştı. Ahmet’e sordu. “Annemin odasıydı.” “Neden kilitli?” “Babam kimsenin girmemesi gerektiğini söyledi.” Zehra çocukların öğle uykusuna yatmasını bekledi, bir toka ile kapıyı açtı. Odada kapalılık ve toz kokusu vardı ama aynı zamanda başka bir şey: hatıra. Bir sandalyede asılı bir elbise, yarım bırakılmış örülmüş bir battaniye ve şifonyerin üzerinde çatlamış kapaklı bir günlük.

Zehra günlüğü rastgele açtı. “Bugün Can konuşmadı diye ağladım. Ama sonra Zeynep bana uydurma bir şarkı söylediği için güldüm. Bu yer beni tüketiyor ama onlar beni kurtarıyor.” Zehra günlüğü kapattı. Odayı içeriden dikkatlice kapattı. Yatak kenarında bir saat oturdu, ağlamadı, sadece anladı. Emine bir hayalet değildi, bu evin kökündü. Çocukların şarkı söylemeyi, hayatta kalmayı hatta gülmeyi bilmelerinin sebebiydi. Zehra sonunda kalktı, yarım kalan battaniyeyi aldı ve mutfağa götürdü.

O gece çocuklar ateşin yanında uyurken, sessizce örerken Zehra hayal etmediği bir şey düşündü. Emine’nin yerine geçmek için orada değildi. Bitiremediğini tamamlamak için oradaydı ve bu dinlemekle başlıyordu. Ahırda gevşek bir tahtanın arkasına saklanmış sepya tonlarında bir portre buldular. Emine. Zehra onu göğsüne bastırdı. Portreyi mangalın yanındaki rafa yerleştirdi, havada bir şey değişti. Çocuklar birer birer yaklaştı. Ahmet dokundu, Can öptü. Zeynep, “Artık yalnız değilsin. Sen ve o birlikte bakabilirsiniz bize,” dedi.

Daha sonra çocukları Emine’nin çiçek ektiği tarlaya götürdü. Toprak kuruydu ama eski zambaklar hala belli oluyordu. Zehra onlara yabani otları temizlemeyi, kökleri korumak için taşları aramayı, toprağı anlıyormuş gibi konuşmayı öğretti. Döndüklerinde toprakla ve kahkahalarla kaplı yemek pişirdiler. Kalan az miktarda unla ekmek yaptı, eski bir kavanozu lamba olarak kullandılar. O gece Ahmet yanına oturdu. “O geri dönmeyecek,” dedi. Zehra ona baktı. “Biliyorum. Sen burada, işim bitmedi.” Başını salladı, ilk kez omzuna yaslandı. Kimi anne diyeceğini seçen bir oğul gibi.

Ertesi sabah Zehra kırık dört sandalye, bir parça tebeşir ve temiz bir duvarla bir masa hazırladı. Kitap yoktu ama istek vardı. Ahmet ilk oturandı, sonra Zeynep bez bebesiyle geldi. Küçükler örneği takip etti. “Bugün isimlerinizi yazmayı öğreneceğiz,” dedi Zehra. Birer birer harfleri söylediler. Zehra hemen düzeltmedi, önce kutladı. Çünkü daha önce sadece ağlamanın olduğu bir evde artık yeni heceler, gelecekteki kelimeler vardı. Öğlen eski bir kutuyu tahta olarak kullandı ve büyük harflerle yazdı: “Bu bizim evimiz.” Ahmet alçak sesle okudu: “Gerçekten öyle mi?” Zehra yanına çömeldi. “Sen ne düşünüyorsun?” Cevap vermedi ama ona bir çocuğun artık kelimelere ihtiyaç duymadığı gibi baktı.

O öğleden sonra tarlaya kuru çiçek toplamaya gittiler. Zehra onlara kenevir ipliyle şeritleri dikmeyi, dalları destek olarak kullanmayı, çok az şeyle nasıl şeyler yaratacaklarını öğretti. Ev dönüşmeye başladı, yeni duvarlarla değil, küçük ellerle. O gece Ahmet ona bir kağıt verdi. İsmi yazılmıştı. “Duvara bakmadan yazdım,” dedi gururla. Zehra onu rafa astı, Emine’nin portresinin hemen yanına. Zeynep kucağına tırmandı. “Sence annem mutlu olur mu?” Zehra ateşe baktı, yedisinin yüzlerine. “Emine’nin öğrendiğinizi, güldüğünüzü, birlikte olduğunuzu görmekten mutlu olduğunu düşünüyorum. Ve bence o da bana öğretiyor. Çünkü bazen anne olmak hayat vermek değildir. Gelecek vermektir.”

Çocuklar tam anlamadan başını salladı ama o sözlerde gerçek olan bir şey hissettiler. O gece Zehra mangalın yanında eski bir kağıda isimler yazarak kaldı. Sadece harf değillerdi, vaatlerdi. İlk kez kırık bir evin mutfağı okula dönüştü. Kış uyarı vermeden bir sabah beyaz örtüsüyle geldi. Çiftliği sessizlik ve kırağıyla kapladı. Zehra herkesten önce uyandı, ateşi yaktı ve kalan rezervlerle çorba hazırladı. Tayınlama gerektiğini biliyordu ama o sabahın farklı başlaması gerektiğini de biliyordu. Korkuyla değil, sıcaklıkla.

Çocuklar uyandığında soğuktan şikayet etmediler, sobaya birer birer toplandılar. Zeynep bez defterini getirdi, yeni bir kelime istedi. Ahmet çit direklerine taç yapmayı önerdi. Zehra onları hayranlık ve sessiz şükranla izledi. Artık ahırda ağlayan çocuklar değillerdi. Sesi, görevleri, kimliği olan çocuklardı. O öğleden sonra kasabadan süt satan yaşlı kadını davet ettiler. Kadın eve önceki gibi inanamayarak baktı. “Her şeyi değiştirdiler,” dedi utangaç bir gülümsemeyle. “Eskiden karanlık bir kuyuydu. Şimdi hayat kokuyor.”

Zehra onu içeri davet etti, çay koydu. Uzun zamandır ilk kez evde yargı veya dedikodu getirmeyen bir ziyaretçi oldu. Sadece arkadaşlık. Akşam olduğunda çocuklar ateşin önüne oturdular. “Bugün ne öğrendiniz?” diye sordu Zehra. Zeynep elini kaldırdı: “Soğuk, eğer birlikteysek acıtmaz.” Ahmet ekledi: “Ekmek yapmak güven inşa etmek gibidir. Zaman alır ama buna değer.” Zehra konuşmadı, sadece dinledi ve içinde kutsal bir şey olduğunu bildi. Çünkü ağlama yoktu, korku yoktu. Sadece kesinlikle konuşan küçük sesler vardı. Emine diye düşündü. Sen bu kökleri ektin, ben sadece suluyorum.

İlkbahar sessizce geldi. Çiftlik artık aynı görünmüyordu. Kırık tahtalar ortak çabayla güçlendirildi, çit direkleri kuru taçlarla süslendi ve mutfak, mutfak kalp olmuştu. Zehra Zeynep’in el yazısıyla yazılmış bir sayfadan yüksek sesle okurken uyandı. Ahmet tavukları besliyordu, küçükler su kovalarıyla yardım ediyordu. Artık talimata gerek yoktu. Alışkanlık, topluluk, aile vardı.

O sabah biri kapıyı çaldı. Zehra bir an geçmişin döndüğünü düşündü ama açtığında kasaba öğretmenini gülümseyerek buldu. “Burada okullardan daha fazla öğrenen çocuklar olduğunu duydum. Öğrencilerinizle tanışmak istiyorum.” Zehra izaha gerek kalmadan gülümsedi. Çocuklar gururla sıraya girdiler. Ahmet tam adını okudu, Zeynep Emine’yi heceledi, Can bir çizimi sundu. Öğretmen uzun süre kaldı, kitaplarla geri döneceğine söz verdi ve gitmeden önce Zehra’nın elini tuttu. “Burada ne bulmayı beklediğimi bilmiyorum ama gördüğüm gerçek bir annenin yaptığı şeydir.”

Gittikten sonra Zehra verandada bir fincan çayla oturdu. Çocuklar etrafında toplandı. Öğle yemeğinde masanın çevresine yedi tabak yerleştirdiler ve Emine’nin portresinin önüne bir tane daha. Ahmet çerçevenin yanına kuru bir çiçek yerleştirdi. “Unutmadığımızı bilmesi için,” dedi. Zehra ayağa kalktı, her çocuğun elini tuttu ve gözlerine bakarak fısıldadı: “Siz de beni unutmadınız ama beni seçtiniz ve bu her şeyden daha değerlidir.” Akşam olduğunda birlikte mutfağın duvarına yeni bir cümle yazdılar: “Terk edilmişlik biter, aile başlar.”

Kimse ağlamadı, kimse korkmadı. Sadece kahkahalar, birleşmiş eller ve artık kırık bir vaat değil, bir ev olan bir çiftlik kaldı. Ve Zehra onları dünyaya getiren anne değildi ama onlara yaşamayı öğreten kişi oldu.

    günün akşamıydı. Köpekler bilinmeyen bir öfkeyle havladı. Zehra evin arkasında çamaşır yıkıyordu. Ahmet elinde bir sopayla dışarı çıktı. Diğer çocuklar perdelerin arkasından donmuş halde bakıyordu. Zayıf, kirli bir adam çiftliğe doğru yürüyordu. Baba. Kimse kımıldamadı. Zeynep ilk konuşandı. “Baba.” Adam kuru bir kahkaha attı. “Demek hâlâ beni hatırlıyorsunuz.” Zehra hiçbir şey söylemedi, ona artık korkusu olmayan birinin gücüyle baktı. Adam çocuklara yaklaştı. “Sen kimsin?” diye sordu Zehra’ya. “Burada olan, gitmeyen,” dedi Zehra. Adam tekrar güldü, paketi yere bıraktı. “Kalmaya gelmedim. Sadece biraz paraya ihtiyacım vardı.” Zehra ona baktı, nefretle değil, acımayla. Çocuklar ağlamadı, ona koşmadı. Sadece artık kendilerine ait olmayan bir hayalet görüyorlarmış gibi baktılar. “Burada senin için hiçbir şey yok,” dedi Ahmet. Baba yere tükürdü, döndü, gitti.

O gece çocuklar sessizdi. Neden kalmadığını sormadılar. Zehra onlara kuru yapraklardan çay hazırladı, birer birer uyumalarını izledi. İçinde öfke çözüme dönüştü. O terk etmişti ama Zehra kalıcılık getirecekti. Çünkü bazen en büyük sevgi eylemi her şey yolundayken kalmak değildir. Başka kimse kalmazken kalmaktır.

Sonraki günler haftalara, haftalar aylara dönüştü. Çiftlik dönüşmeye devam etti. Ahşap onarıldı, bahçe büyüdü. Çocuklar isimlerini yazmayı, sonra cümleleri, sonra hikayelerini öğrendi. Zehra onlara sadece ekmek vermenin değil, rüya vermenin de anlamını öğretti. Kasaba yavaş yavaş değişti. Bakkal artık soğuk değildi. Fırıncı selamladı, yaşlı kadın haftada iki kez geldi. Bir bahar sabahı öğretmen bir kutu kitapla döndü. “Bunlar senin çocukların için,” dedi. Zehra gülümsedi. “Bizim çocuklarımız için.”

O gece Emine’nin portresinin önüne yedi tabak koydular ve bir tane daha. Ahmet çerçeveye taze bir çiçek yerleştirdi. “Mutlu olduğunu bilmesi için,” dedi. Zehra ellerini birleştirdi, her çocuğa baktı. “Emine sizi öğrenirken, gördüğünden mutlu, gülerken burada birlikte ve bence o da bana öğretiyor. Çünkü bazen anne olmak hayat vermek değildir. Gelecek vermektir.”

Çocuklar başını salladı. Tam anlamadan ama hissederek. Ve o gece Zehra eski bir deftere yazdı: “Onları dünyaya getirmedim ama onlara dünyayı nasıl yaşayacaklarını öğrettim.” Mutfak duvarında yeni yazı parlıyordu: “Terk edilmişlik biter, aile başlar.” Ve Zehra bildi: Anne olmak her zaman rahmin bir mucizesi değildir. Bazen kalma eylemidir. İyileştirme, güvenme, sevme. Ve o çiftlikte terk edilmişlik gerçekten bitti. Aile başladı.

SON

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News