“11 DİL KONUŞUYORUM” DEDİ FAKİR KIZ… MİLYONER GÜLDÜ, AMA SONRA DONDU KALDI!
.
.
Kristal Saray ve Kömür Tozu
Arda Tekin, İstanbul silüetine bir hançer gibi saplanan Tekin Tower’ın 50. katındaki ofisinde, şehrin karıncalar gibi koşturan insanlarına bakarken, dudaklarında küçümseyen bir tebessüm vardı. Kırk iki yaşındaydı ve finans dünyasında “Kurt” lakabıyla anılırdı. Dededen kalma bir tekstil fabrikasını devralmış, onu on yıl içinde acımasızca parçalara ayırıp satarak bir gayrimenkul ve teknoloji imparatorluğu kurmuştu. Felsefesi basitti: Duygusallık zayıflıktır, verimlilik her şeydir ve her şeyin, ama her şeyin bir fiyatı vardır. Bu katı kabuğu, yıllar önce ailesinin iflasına ve babasının kalp krizinden ölümüne tanık olduğunda örmüştü. O günden beri tek bir amacı vardı: Asla kaybetmemek.
O günkü hedefi, Balat’ın sırtlarında, kentsel dönüşüm projesinin tam ortasında kalmış, eski ve köhne bir binaydı. “Umut Apartmanı.” Projenin ilerlemesi için bu binanın yıkılması gerekiyordu ama içindeki son kiracı, tüm tekliflere rağmen çıkmayı reddediyordu.
“Avukatlar ne diyor?” diye sordu Arda, buz gibi bir sesle. Asistanı, korkuyla cevap verdi: “Efendim, kadın yasal bir boşluk bulmuş. Kiracı hakları… Tahliye davası aylar sürebilir.”
Arda öfkeyle ayağa kalktı. “Aylar mı? Vakit nakittir. Ben bizzat gidip o kadına ‘ikna’ olmanın ne demek olduğunu öğreteceğim.”
Yarım saat sonra, zırhlı Mercedes’i Balat’ın dar ve yokuşlu bir sokağında durduğunda, Arda, çamurlu yola basarken pahalı İtalyan ayakkabılarına tiksintiyle baktı. Umut Apartmanı, adının tam tersi bir haldeydi; dökülen sıvaları, paslı demirleriyle adeta can çekişiyordu. En üst kattaki dairenin penceresinden loş bir ışık sızıyordu.
Kapıyı çaldığında, karşısında otuzlu yaşlarının başında, yorgun ama dik duran bir kadın buldu. Üzerinde solmuş bir hırka, elinde ise kömür tozundan kararmış bir bez vardı. Bu, Elif’ti. Bir zamanlar yetenekli bir heykeltıraş olma hayalleri kuran Elif, kocasının bir trafik kazasında ölümünden sonra, altı yaşındaki oğlu Deniz’e bakabilmek için hayallerini bir kenara bırakmış, evlere temizliğe gitmeye başlamıştı. Bu küçük, köhne daire, onun ve oğlunun sığınağı, kalesiydi.
“Buyurun?” dedi Elif, karşısındaki pahalı takım elbiseli adama sorgulayan gözlerle bakarak.
“Ben Arda Tekin,” dedi Arda, kendini tanıtma gereği bile duymadan içeri bir adım atarak. “Bu binanın yeni sahibiyim. Ve sizin de yeni ev sahibi-niz-dim. Sanırım tahliye tebligatını aldınız.”
“Aldım,” dedi Elif sakince. “Ve cevabımı da avukatınız aracılığıyla ilettim. Sürem dolana kadar buradayım.”

Arda, dairenin içini küçümseyen bir bakışla süzdü. Eski mobilyalar, yerdeki bir yatak, bir köşede ise üzeri örtülü, tuhaf şekilli bir kütle… “Bakın hanımefendi,” dedi alaycı bir sesle. “Sizin bu ‘inadınızın’ bir bedeli var. Size piyasa değerinin iki katını teklif ettim. O parayla kendinize daha ‘yaşanılır’ bir yer bulabilirsiniz.”
Elif’in yanakları al al oldu. “Benim hayatımın değerini sizin ‘piyasanız’ belirlemez, Arda Bey. Burası benim evim.”
Arda, köşedeki örtülü kütleye doğru yürüdü. “Bu da ne? Çöplerinizi mi biriktiriyorsunuz?” diyerek örtüyü bir hışımla çekti. Altından, kilden yapılmış, yarım kalmış bir çocuk heykeli çıktı. Bir elini gökyüzüne uzatmış, umutla bakan bir çocuk…
“Dokunmayın ona!” diye bağırdı Elif.
Arda, heykele tiksintiyle baktı. “Sanatla uğraşacak vaktiniz var demek. Boş işler… Size son teklifim. Üç katı. Yarın akşama kadar vaktiniz var. Yoksa, yasal yollarla sizi buradan attığımda bir kuruş bile alamazsınız.”
Arda arkasını dönüp çıkarken, Elif’in sesi onu durdurdu. “Siz… siz sadece kırmayı, yıkmayı biliyorsunuz, değil mi?”
Arda duraksadı.
“Hiçbir şey yaratmayı denediniz mi?” diye devam etti Elif. “Hiçbir şeyi yoktan var etmenin ne demek olduğunu bilir misiniz? Bu çamurun içinde bir ruh olduğunu görebilir misiniz?”
Arda kahkaha attı. “Ruh mu? Ruh, bilançoda görünmez hanımefendi. Size acıyorum.”
Kapı sertçe kapandığında, Elif gözyaşlarına boğuldu. O sırada odadan çıkan oğlu Deniz, annesine sarıldı. “Ağlama anne, o kötü amca gitti mi?”
O gece Arda, kristal kadehindeki viskiyi yudumlarken, aklında o kadının sözleri ve o yarım kalmış heykel vardı. “Siz sadece kırmayı bilirsiniz…” Bu cümle, zırhında küçük bir çatlak açmıştı.
Ertesi gün, inadından vazgeçmeyen kadına bir ders vermek için farklı bir yol denemeye karar verdi. Asistanına, kadının oğlu Deniz’in gittiği devlet okulunu bulmasını ve okulun tüm ihtiyaçlarını karşılamak için isimsiz, büyük bir bağış yapmasını emretti. Okul müdürü, bu beklenmedik cömertlik karşısında gözlerine inanamadı ve tüm velilere teşekkür mektubu gönderdi. Elif de bu mektubu aldığında, kim olduğunu bilmediği bu hayırsevere içinden minnet duydu.
Bir hafta sonra, Arda, “tesadüfen” okulun önünden geçerken, Elif’in oğlunu okuldan almasını bekledi. Deniz, elinde rengarenk bir resimle annesine koşuyordu.
“Anne bak! Okulumuza yeni bilgisayarlar ve oyuncaklar almışlar! Bir de resim malzemeleri! Ben de sana bunu yaptım.”
Elif, oğlunun çizdiği resme baktı. Resimde, bir elini gökyüzüne uzatmış, gülümseyen bir çocuk vardı. Tıpkı yarım bıraktığı heykeli gibi. O an, Elif’in yüzündeki saf mutluluk ve minnet ifadesi, Arda’nın kalbine bir ok gibi saplandı. Bu, milyar dolarlık bir anlaşmayı imzalarken hissettiği tatminden çok daha farklı, çok daha gerçek bir duyguydu.
O günden sonra Arda, fark ettirmeden onları takip etmeye başladı. Elif’in sabahın köründe evden çıkıp, birkaç farklı eve temizliğe gidişini, akşam yorgun argın dönüp oğluyla ilgilenişini, geceleri ise o küçük dairesinde, mum ışığında heykeline devam edişini izledi. Bu kadının direnişi, sadece inatçılıktan değil, hayata ve oğluna olan sarsılmaz sevgisinden geliyordu.
Bir ay sonra, Arda’nın hayatını tamamen değiştirecek olay yaşandı. Kentsel dönüşüm projesinin en büyük yatırımcısı olan yabancı fon, ani bir kararla projeden çekildiğini duyurdu. Tekin İmparatorluğu’nun hisseleri borsada çakıldı. Arda’nın en güvendiği yöneticilerinden biri, projenin tüm kritik bilgilerini rakip bir şirkete satmıştı. İhanet, yine en beklemediği yerden gelmişti. Birkaç hafta içinde Arda, babasının yıllar önce yaşadığı kâbusun aynısını yaşıyordu. Bankalar kredileri geri çağırdı, varlıklarına el konuldu ve sonunda, kendi kurduğu imparatorluğun yönetim kurulu başkanı olarak istifasını vermek zorunda kaldı. Tekin Tower’daki ofisini, lüks arabasını, Boğaz’daki yalısını… her şeyini kaybetmişti.
Bir elinde küçük bir bavul, diğerinde ise paramparça olmuş gururuyla gökdelenden son kez çıktığında, ne arayanı ne de soranı vardı. Yıllardır etrafında pervane olan insanlar buhar olup uçmuştu. Kalabalığın içinde yapayalnız yürürken, nereye gideceğini bilemiyordu. Ve sonra, aklına tek bir yer geldi.
Balat’taki o köhne apartmanın kapısını çaldığında, gece yarısını geçmişti. Kapıyı açan Elif, karşısında perişan haldeki Arda’yı görünce şok oldu.
“Siz…”
“Gidecek başka yerim yok,” diye fısıldadı Arda, hayatında ilk kez birinden yardım isterken.
Elif bir an tereddüt etti. Bu adam, onu evinden atmaya çalışan, hayalleriyle alay eden adamdı. Ama gözlerindeki çaresizliği gördü. Kırılmış, yenilmiş bir adam… Tıpkı kendisi gibi. Kenara çekildi ve içeri girmesi için ona yol verdi.
Böylece, “Kurt” lakaplı iş adamının, bir zamanlar yıkmaya çalıştığı derme çatma bir dairede sürgün hayatı başladı. İlk günler Arda için cehennem gibiydi. Lükse, hizmet edilmeye ve her şeyi kontrol etmeye alışkın biri için, yer yatağında uyumak, tek bir banyoyu paylaşmak, parasızlığın ne demek olduğunu anlamak dayanılmazdı. Öfke, utanç ve çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Elif ise ona sabırla yaklaştı. Ona acımadı, ama onu yargılamadı da. Ona sıcak bir çorba yaptı, temiz kıyafetler verdi ve en önemlisi, ona bir iş verdi.
“Madem burada kalacaksın, boş duramazsın,” dedi bir sabah. “Bu kili yoğurman gerekiyor. Heykel için hazırlamam lazım.”
Arda, hayatında ilk kez ellerini çamura buladı. Başta tiksindi, beceremedi. Ama Elif sabırla ona nasıl yapılacağını gösterdi. Günler geçtikçe Arda, kili yoğurmanın, ona şekil vermenin, bir “hiç”ten bir “şey” yaratmanın meditatif gücünü keşfetti. Bu, rakamların ve grafiklerin soğuk dünyasından çok farklıydı. Bu, gerçekti.
Bir akşam, Deniz uyuduktan sonra, Elif ve Arda, yarım kalmış heykelin başında oturuyorlardı.
“Neden bir çocuk heykeli?” diye sordu Arda.
“Çünkü çocuklar, umudun en saf halidir,” dedi Elif. “Kocama bir sözüm vardı. Ne olursa olsun, Deniz’i mutlu bir çocuk olarak büyütecektim. Ve sanatımı asla bırakmayacaktım. Bu heykel, o sözün simgesi. Henüz bitmedi, çünkü benim umudum da henüz bitmedi.”
O gece, iki farklı dünyadan gelen iki yaralı insan, ilk kez gerçekten konuştular. Arda, babasının iflasını, ihanete uğrayışını, kalbini nasıl katılaştırdığını anlattı. Elif de hayallerini, kayıplarını ve oğlu için verdiği mücadeleyi…
Arda, bu küçük evde, paranın ve gücün satın alamayacağı bir şeyi bulmaya başlamıştı: Samimiyet. Deniz’le oynamayı, ona kendi kendine yaptığı basit ahşap oyuncaklarla hikayeler anlatmayı öğrendi. Bir çocuğun kahkahasının, bir şirketin bilançosundan daha değerli olabileceğini fark etti.
Bir gün, Elif’in ev sahibi geldi. Kirayı üç aydır ödeyemediği için onları evden çıkarmakla tehdit etti. Arda, hayatında ilk kez kendini bu kadar işe yaramaz hissetti. O akşam, kimseye bir şey söylemeden evden çıktı. Bavulunda kalan son değerli eşyayı, babasından kalma eski ve pahalı saatini satmak için bir eskiciye gitti. Eline geçen parayla, Elif’in üç aylık kira borcunu ve bir miktar da mutfak masrafını ödedi.
Elif, paranın nereden geldiğini sorduğunda, Arda sadece “Eski bir borcu tahsil ettim,” dedi. Ama Elif, onun bileğindeki saat izini fark etmişti. Bu adam, onun için son kalesini de feda etmişti. O an, Arda’ya karşı hissettiği minnet, yavaş yavaş başka bir duyguya dönüşmeye başladı.
Birlikte, Elif’in heykellerini ve Arda’nın yeni öğrendiği seramik becerisiyle yaptığı küçük objeleri satmak için bir yol aramaya başladılar. Arda, eski iş hayatından kalma bir içgüdüyle, internette küçük bir online dükkan kurma fikrini ortaya attı. Elif’in sanatı ve Arda’nın iş zekası birleşmişti. “Umut Sanat Atölyesi” adını verdikleri küçük online dükkanlarını kurdular.
İlk başta satışlar yavaştı. Ama Arda pes etmedi. Sosyal medyayı nasıl kullanacaklarını öğrendi, sanat bloglarına ulaştı, Elif’in hikayesini ve heykellerinin arkasındaki anlamı anlatan metinler yazdı. Yavaş yavaş, insanlar bu samimi hikayeyi ve Elif’in ruh dolu eserlerini keşfetmeye başladı. Özellikle de o “Umut” heykeli, büyük ilgi gördü.
Birkaç ay sonra, ünlü bir sanat eleştirmeninin blogunda “Balat’ın Tozlu Sokaklarında Saklı Bir Deha” başlığıyla yazdığı yazı, her şeyi değiştirdi. Siparişler patladı. Elif, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor, Arda ise paketlemeden müşteri ilişkilerine, tüm operasyonu yönetiyordu. Artık para kazanıyorlardı. Az ama onurlu, kendi emeklerinin parasıydı bu.
Bu başarı, Arda’nın eski dünyasının da dikkatini çekti. Tekin İmparatorluğu’nu ele geçiren rakip şirket, Arda’nın küllerinden yeniden doğuşunu şaşkınlıkla izliyordu. Arda’yı ihanetiyle deviren eski yöneticisi ise bu durumdan rahatsız olmuştu.
Bir gün, atölye olarak kullandıkları küçük odaya, şık giyimli iki adam geldi. Ellerinde bir mahkeme kararı vardı. Arda’nın rakibi, “Umut Sanat Atölyesi” isminin ve tasarımlarının, kendi şirketlerine ait bir markanın konseptine benzediği iddiasıyla dava açmış, ihtiyati tedbir kararı aldırarak satışları durdurmuştu. Bu, açıkça kötü niyetli bir hamleydi. Amaçları, Arda’nın bu küçük başarısını da elinden almaktı.
Arda, yine her şeyin bittiğini düşündü. Yasal bir savaş için ne paraları ne de güçleri vardı. Ama bu kez yalnız değildi.
“Pes etmeyeceğiz,” dedi Elif, Arda’nın elini sıkıca tutarak. “Biz sadece çamurdan heykeller yapmıyoruz. Biz umudu yaratıyoruz. Ve umut, parayla satın alınamaz.”
O gece, Arda hayatının en önemli kararını verdi. Ertesi sabah, asistanlığını yaptığı dönemden tanıdığı, dürüst ve idealist genç bir avukatı aradı. Ardından, elindeki tüm kanıtlarla birlikte, basının en etkili olduğu bir ekonomi gazetecisine ulaştı.
Birkaç gün sonra, gazetenin manşetinde şu başlık vardı: “‘Kurt’un Dönüşü: Dev Şirketin Küçük Sanatçıya Karşı Kirli Savaşı.” Haber, Arda’nın tüm hikayesini, ihanete uğrayışını, sıfırdan başlangıcını ve şimdi de dev bir şirketin zorbalığıyla nasıl karşı karşıya kaldığını anlatıyordu. Sosyal medya, bu modern David ve Goliath hikayesiyle çalkalandı. İnsanlar, “Umut Sanat Atölyesi”ne destek olmak için kampanyalar başlattı. Rakip şirketin hisseleri, bu olumsuz imaj yüzünden düşüşe geçti.
Sonunda, kamuoyu baskısına dayanamayan şirket, davayı geri çekmek zorunda kaldı. Bu, Arda ve Elif için büyük bir zaferdi. Sadece bir davayı değil, bir zihniyeti yenmişlerdi.
Yıllar geçti. “Umut Sanat Atölyesi,” uluslararası alanda tanınan, etik ve sanatsal değerleriyle öne çıkan başarılı bir marka haline geldi. Artık Balat’taki o küçük dairede yaşamıyorlardı. Boğaz’a bakan, bahçesinde büyük bir atölyenin ve Deniz’in kahkahalarının olduğu, zevkli ama sıcak bir eve taşınmışlardı. Arda, Tekin İmparatorluğu’nu geri almayı hiç düşünmedi. O, Elif ve Deniz ile birlikte, kendi küçük ama anlamlı imparatorluğunu kurmuştu.
Bir bahar akşamı, atölyede birlikte çalışıyorlardı. Elif, yeni bir heykel üzerinde son dokunuşları yaparken, Arda, yeni tasarladıkları bir seramik serisinin pazarlama planını hazırlıyordu. Deniz ise, bir köşede kendi küçük kil hamurlarıyla oynuyordu.
Arda, bir an durup bu manzarayı izledi. Hayatında hiç bu kadar huzurlu ve “zengin” hissetmemişti. Elif’in yanına gitti ve arkasından ona sarıldı.
“Biliyor musun,” diye fısıldadı kulağına. “Hayatımda verdiğim en kârlı karar, o gün o kristal saraydan kovulup, senin kömür tozu kokan dünyana sığınmaktı.”
Elif gülümsedi ve ellerindeki kili temizledi. Arda’ya döndü. “Yanılıyorsun sevgilim,” dedi. “Asıl en iyi kararı ben verdim. O gece, kapımı çalan kırık bir adama, evimin kapılarını değil, kalbimin kapılarını açtım.”
Birlikte, hem çamurun hem de hayatın, en değerli eserlerini ancak sevgi, sabır ve umutla şekillendirebileceğini öğrenmişlerdi. Çünkü bir insanın gerçek serveti, sahip olduğu varlıklar değil, zor zamanlarda sığınabildiği bir kalp ve her şeye rağmen yeniden başlayabilme gücüydü.