ARAP MİLYARDER, KASADA BEBEĞİYLE AĞLAYAN BEKÂR BİR ANNEYİ GÖRÜR… SEBEBİNİ ÖĞRENİNCE ŞOK OLUR…
.
.
Boğaz’ın Şarkısı ve Çeliğin Kalbi
Demir Arslanoğlu, adıyla müsemma bir adamdı. Otuz sekiz yaşında, Arslanoğlu Denizcilik İmparatorluğu’nun başındaydı ve iş dünyasında “Köpekbalığı” olarak anılırdı. Dededen kalma şirketi, onun acımasız ve dâhiyane hamleleriyle küresel bir deve dönüşmüştü. Hayatı, Haliç’teki merkez ofisinin en üst katındaki minimalist ve soğuk odasından yönettiği bir satranç oyunuydu. Gemiler, limanlar, hisseler ve milyar dolarlık sözleşmeler onun piyonları, filleri ve kaleleriydi. Duygular ise bu oyunda yeri olmayan, zayıflığa yol açan gereksiz komplikasyonlardı. Bu felsefeyi, yıllar önce babasının güvendiği bir dostunun ihanetiyle iflasın eşiğine gelip kahrından ölmesiyle, henüz yirmili yaşlarındayken acı bir şekilde benimsemişti. O günden sonra kalbini çelik bir zırhla kaplamış, tek bir amacı olmuştu: Her zaman kazanmak ve asla kimseye güvenmemek.
O günkü hedefi, Karaköy’ün tarihi rıhtımında, modern bir kruvaziyer limanı projesi için gereken son arsaydı. Bu arsanın üzerinde, zamanın yıprattığı ama ruhunu kaybetmemiş, ahşap bir bina duruyordu: “Akustik Liman.” Demir için bu, projesinin önündeki son, önemsiz bir engeldi. Avukat ordusu mülk sahibini ikna edemeyince, Demir bizzat gidip bu “romantik direnişi” kırmaya karar verdi.
Siyah, zırhlı arabası Karaköy’ün dar sokaklarına girdiğinde, Demir, tabletinden arsanın değerini ve mülk sahibinin mali durumunu inceliyordu. Herkesin bir fiyatı vardı, sadece doğru rakamı bulmak gerekiyordu. Arabadan inip mekana doğru yürüdüğünde, içeriden gelen ince bir melodi onu duraksattı. Bir keman sesiydi. Ama daha önce duyduğu hiçbir şeye benzemiyordu. Sanki ahşap duvarların, denizin ve martıların hikayesini anlatıyordu. Hüzünlü, isyankâr ama bir o kadar da umut doluydu.
Demir, bir anlık tereddütten sonra içeri girdi. İçerisi loş, ahşap kokulu ve samimiydi. Küçük, yuvarlak masalarda birkaç kişi oturmuş, sahnedeki genç kadını dinliyordu. Asya, yirmi sekiz yaşındaydı. Gözleri, denizin en derin yeşiliydi ve omzuna yasladığı eski kemanı, sanki vücudunun bir uzvu gibiydi. Üzerinde sade, siyah bir elbise vardı ama çalarken öyle bir parlıyordu ki, sanki dünyanın en pahalı mücevherlerini takınmış gibiydi.
Asya, bir zamanlar konservatuvarın en yetenekli yıldızıydı. Viyana’da eğitim bursu kazanmış, parlak bir gelecek onu bekliyordu. Ancak küçük erkek kardeşi Kerem’in teşhisi konulamayan nadir bir kas hastalığına yakalanması, tüm hayallerini bir gecede yıkmıştı. Kardeşinin pahalı tedavileri ve ailesinin çaresizliği, onu Viyana yerine İstanbul’da, gündüzleri bir çağrı merkezinde, geceleri ise Akustik Liman gibi mekanlarda keman çalarak para kazanmaya zorlamıştı.
Melodi bittiğinde, mekandaki herkes gibi Demir de bir an sessiz kaldı. Bu beklenmedik duygu seli, kontrol delisi doğasını rahatsız etmişti. Alkışlar arasında Asya sahneden inerken, Demir mekanın yaşlı sahibi Yakup Bey’in yanına oturdu.
“Yakup Bey, ben Demir Arslanoğlu.”
Yaşlı adamın yüzü anında gerildi. “Ne istediğinizi biliyorum, Demir Bey. Ve cevabım hala aynı. Bu mekan satılık değil. Burası benim babamın mirası, bu mahallenin ruhu.”
Demir, her zamanki taktiğini denedi. “Ruhun da bir fiyatı vardır, Yakup Bey. Size piyasa değerinin üç katını teklif ediyorum.”
“Bazı şeyler parayla ölçülmez,” dedi Yakup Bey yorgunca.
O sırada Asya, masaya iki çay getirdi. Demir’in kim olduğunu bilmiyordu. “Hoş geldiniz,” dedi nazik bir gülümsemeyle.
Demir, ilk defa planının dışında bir hamle yaptı. “Keman çalan sizdiniz. Çok etkileyiciydi.”
Asya şaşırdı. “Teşekkür ederim.”
“Bu mekanda düzenli mi çıkıyorsunuz?”
“Haftada birkaç gece.”
Demir aklındaki yeni planı devreye soktu. Bu kız, yaşlı adamın zayıf noktası olabilirdi. “Size bir teklifim var,” dedi doğrudan Asya’ya bakarak. “Şirketimin özel davetlerinde çalmanız için size, burada bir yılda kazandığınızın on katını ödeyebilirim. Tek şartım, Yakup Bey’i satış konusunda ikna etmeniz.”
Asya’nın yüzündeki gülümseme dondu. Gözlerindeki sıcak yeşil, bir anda buz kesti. “Sanırım yanlış anladınız,” dedi soğuk bir sesle. “Benim ruhum da, bu mekanın ruhu da satılık değil.” Çayları masaya bırakıp hızla uzaklaştı.
Demir, hayatında ilk defa reddedilmişti. Ve bu, bir iş anlaşmasını kaybetmekten çok daha farklı bir histi. Kadının onurlu duruşu, onu hem sinirlendirmiş hem de beklenmedik bir şekilde etkilemişti. O gece, ofisine döndüğünde, ne liman projesini ne de hisse senedi grafiklerini düşünebildi. Aklında sadece o keman sesi ve denizin en derin yeşilini taşıyan bir çift meydan okuyan göz vardı.

Sonraki bir hafta boyunca Demir, her gece Akustik Liman’a gitti. Köşedeki aynı masaya oturuyor, tek kelime etmeden Asya’nın çalışını dinliyordu. Asya, onun varlığından rahatsız olsa da, profesyonelliğini bozmuyor, çalmaya devam ediyordu. Demir için bu bir ritüele dönüşmüştü. Gün boyu savaştığı, fethettiği, kontrol ettiği dünyanın gürültüsünden kaçıp, o kemanın melodisinde hiç bilmediği bir huzuru buluyordu.
Bir gece, Asya programını bitirdiğinde şiddetli bir yağmur başlamıştı. Demir, onun durağa doğru yürüdüğünü görünce arabasıyla yanına yaklaştı. “Sizi evinize bırakayım.”
Asya tereddüt etti. “Gerek yok.”
“Israr ediyorum. Bu yağmurda otobüs beklemek akıl kârı değil.”
Asya, çaresizce kabul etti. Yol boyunca aralarında gergin bir sessizlik vardı. Demir, sessizliği bozdu. “Neden bu kadar mücadele ediyorsunuz? O para hayatınızı değiştirebilirdi.”
“Sizin gibi insanlar bunu anlamaz,” dedi Asya pencereden dışarı bakarak. “Hayatta her şey sahip olmakla ilgili değildir. Bazen ait olmakla ilgilidir. Ben bu mekana, bu müziğe aitim.”
Sonra, nedenini bilmeden, ona kardeşi Kerem’den bahsetti. Hastalığından, tedavinin ne kadar pahalı olduğundan, umudunu nasıl kaybetmemeye çalıştığından… Demir, sessizce dinledi. Bir insanın hayatındaki gerçek mücadelenin ne demek olduğunu ilk kez bu kadar yakından görüyordu.
Ertesi gün, Demir, ülkenin en iyi kas ve sinir hastalıkları uzmanı olan Profesör Çetin Ersoy’u aradı. Kimliğini gizli tutmasını rica ederek, Kerem’in tüm dosyalarını ona gönderdi ve tedavi için ne gerekiyorsa yapmasını istedi. Bir hafta sonra, hastaneden bir telefon alan Asya, kardeşinin İsviçre’deki özel bir kliniğin deneysel tedavi programına ücretsiz olarak kabul edildiğini öğrendiğinde şok oldu. Bunun bir mucize olduğunu düşündü.
Ancak birkaç gün sonra, hastanede profesörün telefonu çaldığında, ekranda “Demir Arslanoğlu” ismini görmesiyle mucizenin ardındaki sır perdesi aralandı. Öfke ve utanç içinde soluğu Demir’in ofisinde aldı.
“Bunu neden yaptınız?” diye bağırdı, elindeki kabul mektubunu masaya fırlatarak. “Ben sizin sadakanız değilim!”
Demir, beklemediği bu tepki karşısında şaşırdı. “Ben sadece yardım etmek istedim.”
“Yardım mı? Yoksa beni borçlu hissettirip o arsayı almak için yeni bir hamle mi? Sizin dünyanızda her şey bir strateji, değil mi?”
“Hayır! Bu farklıydı,” diye itiraz etti Demir, sesinin yükseldiğini fark ederek. “Neden farklı olduğunu bilmiyorum ama farklıydı!”
“Bana acımanızı istemiyorum!”
“Sana acımıyorum!” diye bağırdı Demir ayağa kalkarak. “Sana… sana hayranlık duyuyorum! Tamam mı? Omuzlarındaki yüke, gücüne, o lanet kemanı her eline aldığında dünyayı susturmana hayranım!”
Bu beklenmedik itiraf, ikisini de susturdu. Ofisin ortasında, nefes nefese birbirlerine bakakaldılar. Çelik zırh ilk kez çatlamış, altındaki kalp kendini göstermişti. O günden sonra aralarındaki duvarlar yavaş yavaş yıkılmaya başladı. Demir, Asya’yı ve Kerem’i hastanede ziyaret etmeye, onlarla vakit geçirmeye başladı. Kerem’in yüzündeki gülümseme, Demir’in kazandığı hiçbir ihaleden daha değerliydi. Asya ise, bu soğuk ve kibirli adamın içindeki yalnız ve yaralı çocuğu görmeye başlamıştı.
Ancak bu yakınlaşma, Arslanoğlu İmparatorluğu’nun bir başka gücünün dikkatinden kaçmadı: Demir’in halası, İnci Arslanoğlu. İnci Hanım, şirketin yönetim kurulundaydı ve ağabeyinin ölümünden sonra Demir’i kendi oğlu gibi yetiştirmişti. Ancak onun için aile şerefi ve şirketin çıkarları her şeyden önce gelirdi. Demir’in Karaköy’deki sıradan bir kemancıyla olan “tuhaf” ilişkisi, onu fazlasıyla endişelendiriyordu.
İnci Hanım, Asya’yı araştırdı. Borçlarını, kardeşinin hastalığını, çaresizliğini öğrendi. Ona göre Asya, Arslanoğlu servetine göz dikmiş, klasik bir “altın avcısı”ydı. Demir’i bu “tehlikeli” ilişkiden kurtarmak için acımasız bir plan yaptı.
Bir akşam, Asya’nın çalıştığı kafeye gitti. Ona boş bir çek uzattı. “İstediğin rakamı yaz, kızım. Ve oğlumun hayatından çık git. Sen onun dünyasına ait değilsin. Bu ilişki ikinize de sadece zarar verir.”
Asya, bu hakaret karşısında donakaldı. “Ben Demir’i parası için sevmiyorum,” diye fısıldayabildi.
İnci Hanım acı bir şekilde güldü. “Bütün fakir kızlar öyle der. Ama sonunda hepsi parayı seçer. Demir’in seninle evleneceğini mi sanıyorsun? O, kendi sınıfından, bize denk bir ailenin kızıyla evlenecek. Sen onun için sadece geçici bir hevestin.”
Tam o sırada kafeye Demir girdi. Halasını ve ağlamak üzere olan Asya’yı görünce ne olduğunu anladı.
“Hala, ne yapıyorsun burada?” diye sordu buz gibi bir sesle.
“Oğlumu korumaya çalışıyorum!”
“Benim korunmaya ihtiyacım yok. Ve Asya benim hevesim değil, sevdiğim kadın. Şimdi lütfen buradan git.”
İnci Hanım, yenilgiyi kabul etmemiş bir ifadeyle kafeden ayrıldı. Ama giderken son darbesini vurmuştu. “Demir’in sana o arsa için başta nasıl yaklaştığını biliyor musun? Seni ve o yaşlı adamı kullanıp mekanı ele geçirmek için bir plan yapmıştı. Onun için sadece bir piyondu.”
Bu sözler, Asya’nın kalbine bir hançer gibi saplandı. Demir’in yüzüne baktı. Demir’in inkâr edemeyen sessizliği, acı gerçeği doğruluyordu.
“Doğru mu?” diye fısıldadı Asya.
Demir’in “Asya, başta öyleydi ama sonra her şey değişti…” diye başlayan açıklaması fayda etmedi. Asya, kendini kullanılmış ve ihanete uğramış hissediyordu. “Sizden ve dünyanızdan nefret ediyorum,” diyerek gözyaşları içinde kafeden koşarak uzaklaştı.
Demir, hayatının en büyük hatasını yaptığını anlamıştı. Asya’yı kaybetmişti. Ama pes etmeyecekti. Günlerce onu aradı, mesajlar attı ama Asya hiçbirine cevap vermedi. Bu sırada İnci Hanım, son ve en ölümcül hamlesini yaptı. Şirket içindeki gücünü ve Demir’in rakipleriyle olan gizli bağlantılarını kullanarak, Akustik Liman’ın bulunduğu arsanın bağlı olduğu küçük bir finans şirketini satın aldı ve Yakup Bey’in yıllar önce çektiği bir krediyi bahane ederek, mekana haciz işlemi başlattı. Bir hafta içinde borç ödenmezse, Akustik Liman icra yoluyla satılacaktı.
Haberi alan Asya yıkıldı. Her şeyin kendi suçu olduğunu düşünüyordu. O sırada kapısı çaldı. Gelen Demir’di.
“Biliyorum, benden nefret ediyorsun,” dedi Demir. “Ama Yakup Bey’in ve o mekanın bir suçu yok. Buna izin veremem.”
Demir, ertesi gün yönetim kurulunu acil toplantıya çağırdı. Herkes, onun sonunda arsayı ele geçirmek için son hamlesini yapacağını düşünüyordu. Halası, zaferinden emin bir şekilde koltuğunda oturuyordu.
Demir, projeksiyon perdesine iki farklı proje yansıttı. Biri, devasa, soğuk ve ruhsuz kruvaziyer limanı projesiydi. Diğeri ise bambaşka bir şeydi.
“Beyler,” dedi. “Size yeni bir vizyon sunmak istiyorum. Karaköy’ün tarihi dokusunu yok etmek yerine, onu yeniden canlandırabiliriz. Akustik Liman’ı merkezine alan, etrafında sanat atölyeleri, küçük butik oteller, tasarım dükkanları ve konser alanları olan bir kültür ve yaşam projesi. ‘Karaköy Rıhtım Sanat Projesi’. Belki kısa vadede bir kruvaziyer limanı kadar kâr getirmeyecek. Ama İstanbul’a bir ruh, bir miras ve şirketimize paradan çok daha değerli bir prestij kazandıracak.”
Salonda bir sessizlik oldu. İnci Hanım şok içindeydi. “Saçmalıyorsun, Demir! Bu duygusallık bize milyonlara mal olur!”
“Hayır, hala,” dedi Demir sakince. “Babamı batıran şey duygusallığı değil, yanlış insanlara güvenmesiydi. Bizi asıl batıracak olan şey, her şeyin fiyatını bilip, hiçbir şeyin değerini bilmemektir. Ben bu projeyle sadece bir arsayı değil, babamın kaybettiği itibarı ve belki de kendi ruhumu kurtarmak istiyorum.”
Demir’in tutkusu ve projenin detaylarındaki dehası, yönetim kurulundaki genç üyeleri etkiledi. Uzun ve hararetli bir tartışmanın ardından, yapılan oylamada Demir’in projesi küçük bir farkla kabul edildi. İnci Hanım, hayatının yenilgisini almıştı.
Toplantıdan sonra Demir, doğruca Akustik Liman’a gitti. Yakup Bey ve Asya, eşyaları toplamaya başlamışlardı. Demir, elindeki onaylanmış proje dosyasını masaya koydu.
“Yakup Bey, sanırım burayı kapatmanıza gerek kalmadı. Hatta tam tersi, yeni bir başlangıç yapıyoruz. Siz de bu projenin onursal başkanı olarak.”
Asya, olanlara inanamayarak proje dosyasına bakıyordu. Gözleri yaşlarla doldu. Demir’in sadece mekanı değil, aynı zamanda kendi inancını da kurtardığını anladı.
“Neden?” diye fısıldadı. “Neden bunu yaptın?”
Demir, Asya’nın elini tuttu. “Çünkü sen haklıydın. Hayatta her şey sahip olmakla ilgili değilmiş. Bazen ait olmakla ilgiliymiş. Ve ben… ben senin müziğinin olduğu, senin ruhunun dokunduğu bir dünyaya ait olmak istiyorum.”
O günden sonra her şey değişti. “Karaköy Rıhtım Sanat Projesi” hayata geçti. Yıkılmak üzere olan tarihi binalar restore edildi, sokaklar sanatla doldu. Akustik Liman, projenin kalbi olarak eskisinden çok daha parlak bir şekilde ışıldamaya başladı. Asya, artık sadece geceleri değil, gündüzleri de genç yeteneklere keman dersi veriyor, kendi bestelerini yapıyordu. Kardeşi Kerem, İsviçre’deki tedavisinden olumlu sonuçlarla dönmüş, yavaş yavaş yürüteçle adımlar atmaya başlamıştı.
Demir Arslanoğlu ise artık iş dünyasında “Köpekbalığı” olarak değil, “Vizyoner” olarak anılıyordu. Şirketini eskisinden daha da büyütmüştü ama artık başarısını rakamlarla değil, yarattığı değerle ölçüyordu. Halası İnci Hanım, yönetim kurulundan istifa edip köşesine çekilmiş, yeğeninin zaferini uzaktan izlemek zorunda kalmıştı.
Bir yaz akşamı, restore edilmiş Akustik Liman’ın terasında, yeni açılış için bir davet veriliyordu. Asya, sahnedeydi ve kendi bestelerinden birini çalıyordu. Melodisi, artık sadece hüzünlü değil, aynı zamanda zafer ve aşk doluydu. Gözleri, kalabalığın arasında onu hayranlıkla izleyen Demir’deydi.
Program bittiğinde, Demir onun yanına geldi. “Boğaz’ın en güzel şarkısı,” dedi.
“Hayır,” diye fısıldadı Asya. “Bu, çelik bir kalbin şarkı söylemeyi öğrenmesinin hikayesi.”
Demir gülümsedi ve onu öptü. İstanbul’un ışıkları altında, bir kemanın melodisi ve denizin sesi eşliğinde, iki farklı dünyanın insanı, birbirlerinin ruhunda kendi limanlarını bulmuşlardı. Çünkü gerçek zenginliğin neye sahip olduğun değil, neye ait olduğun ve ne için savaşmaya değer bulduğun olduğunu öğrenmişlerdi.