“BUNU İÇ ve ONUNLA KONUŞ” – MİLYONER ŞÜPHELENDİ… AMA DUYUYOR “KATİLİM BURADA!”

“BUNU İÇ ve ONUNLA KONUŞ” – MİLYONER ŞÜPHELENDİ… AMA DUYUYOR “KATİLİM BURADA!”

.
.

Bir akşamüstü, İstanbul’un eski semtlerinden birinde, vakur bir tarihi konakta yaşayan Aslı, atalarının miras kalan çalışma odasında tozlu bir sandığın kapağını açtı. Kapak gıcırdadı, içinden sararmış parşömenlerin ve birkaç siyah beyaz fotoğrafın bulunduğu bir torba çıktı. Aslı’nın kalbi heyecandan titredi: Bu, on yıllardır aile mahzeninin aralanmamış sırlarından biriydi. Elindeki ilk parşömen dikkatlice işlenmiş, özgün Bizans alfabesiyle yazılmıştı. Aslı, sanat tarihi bölümünde asistan olarak çalışan biri olarak, buna benzer bir belgenin varlığından hiç haberdar olmamıştı.

Gece geç vakte kadar yanan masanın başında, ince bir ışıkla aydınlanan kitre kokulu belgeleri inceledi. Karakterler, altınla yaldızlanmış tuşlarla belirginleştirilmiş, her satır belki de yüzyıllar boyunca saklanmış bir hikâyeyi taşıyordu. “Bu, Girit’te kaybolan bir manastırın invazyon günlüğü olabilir,” diye fısıldadı Aslı kendi kendine. Gözüne takılan minik, kırmızı bir damga, onun düştüğü belirsizliğe yapbozun eksik parçası gibi görünüyordu: yuvarlak bir zeytin dalı motifi.

Ertesi sabah, üniversitedeki mesai arkadaşlarından Murat’ın kapısını çaldı. Murat, en yakın dostu olmanın yanı sıra eski diller uzmanıydı. “Murat, lütfen bunu gör,” dedi heyecanla, belgeden kâğıt zarfları çıkartırken. Murat, kalın çerçeveli gözlüklerini takıp belgeleri aldı; gözlerinin içi, sayfaları kalan kırmızı boyarmadde ve titreyen satırlarda hızla dolaştı. “Aslı, bu Yunanca değil… Hem Arap hem Ermeni alfabesiyle sekanslar var. Çok karmaşık, çok katmanlı bir metin. Üstelik bir kısmı gizli sembollerle kodlanmış.” Kâtip işi gibi görünüyordu; ancak ardında gizli bir evrensel anlam yatıyordu.

İki aydır devam eden yorucu analiz sürecinden sonra, metnin bir yol haritası olduğuna inanmışlardı. O yol haritası, Anadolu’nun kalbinde, Kapadokya’nın peribacalarının arasında saklı bir yerleşkeye işaret ediyordu. Kış mevsiminin en soğuk gününde, Aslı ve Murat, sırt çantalarına kazmayı, feneri ve kahvaltılarını koyup Nevşehir’e doğru yola çıktılar. Rüzgâr tozunu taşıyor, yer yer buz tutmuş kayaların arasında kısık ay ışığı ağaçların gövdesinde dans ediyordu. Murat, metinlerden kavradığı referansları ellerindeki kâğıt haritada işaretlerken, “Burası… Hemen şu kayalık giriş olmalı,” dedi.

ARABAMI ÇALISTIR VE ANNEN MİLYONER OLSUN!" - AMA TEMİZLİKÇİNİN OĞLU ONU  DONDURDU! - YouTube

Bir kayaya tutunarak tırmandılar; fenerin ışığı, taşın içindeki dar bir tüneli aydınlattı. İçerisi inanılmaz derecede soğuktu; nefesleri duman halinde havada eriyordu. Tünelin sonunda, büyük bir mağara kapısı görünüyordu. Kapının üzerinde fresk kalıntıları, üç figürü temsil ediyordu: Altın balık, zeytin dalı, akbaba kuşu. Bu simgeler, belgelerde bahsedilen “Kutsal Üçleme”nin göstergeleriydi. Aslı titreyen parmağıyla freskteki kırmızı izleri işaret etti: “İşte damga… Belki de buraya ait olduğunun kanıtı.”

Kapı, özenle ustalanmış bir mekanizmayla açıldı; içeriden yayılan nem kokusu ve ağır bir sessizlik, ikisini huzursuz etti. Etrafı, binlerce yıl önce oyulmuş kaya odacıkları sardı. Zemin, toprakla kaplıydı; bir kısım su birikintileri, ayak izlerini takip edecek gibiydi. Murat, fenerini ilerletirken “Bu tam bir yer altı manastırı,” dedi. “Mimas’tan kaçan rahipler burayı sığınak olarak kullanmış olabilir.” Kemerli odalar arasında dolaşırken, Aslı bir odaya girdi ve nefesi kesildi: Duvarlardaki yaldızlı ikonaların yanı sıra duvarda eski bir tapınak planı çizgisel olarak betimlenmişti. Ortada, toprağa gömülü eski bir sandık duruyordu.

Sandığın kapağını açtıklarında, içinden yüzlerce parşömen, altın minyatür kitaplar ve koro notalarını taşıyan ses kutuları çıktı. Aslı, gören gözleriyle gülümsemek istedi; Ayasofya’daki bir keşfi andırıyordu bu an. Ancak Murat’ın yüzündeki titrek gölgeyi görünce içi ürperdi: “Bunlar, tarihle ilgili belgelerden daha fazlası… Ritüelleri tarif ediyor.” Aslı elini havaya kaldırdı: “Ruh çağırma ritüelleri… Burayı bulmamamız mı gerekiyordu?” Murat uzun bir sessizlikten sonra, “Mesele, burada terk edilen bir güç olabilir,” dedi.

Bir gece, iki dost gruplar halinde keşif yaparken, mekânın derinliklerinden sesi andırmayan bir uğultu yükseldi. Rüzgârın sesi değildi, çok eski bir ağıt gibiydi. Aslı fenerini kaldırdı; yüzlerce mum yanıyordu. Ortada, mermer bir havuzdu ve havuzun tam ortasındaki mermer sütûnun etrafında, eski bir kabartma—iki eli semaya kaldıran bir insan figürü—görünüyordu. Kabartmanın altındaki kitâbede üç satır Latin harfleriyle kazınmıştı: “Uyanış, saf kalpte başlar.” Aslı dudaklarını ısırdı. “Buradaki sığınak sadece dualar için değil… Bir güce dokunmak isteyenlere ait.”

Murat, sandığın bir köşesinden çıkardığı gümüş bir ayna görüntüsünü gösterdi: Küçük, yuvarlak ama arkasında ince yazılar. “Bu ayna, yanındakinin ruhunu yansıtırken, kalp atışını da duyururmuş.” Aslı yankılanan kelimeleri duymuş gibiydi: “Eğer bu gerçekten işe yarıyorsa, kötü niyetli biriyle yüzleşebiliriz.” Gece daha ağırlaştı; dışarıdaki sis mağaranın çatlaklarından içeri süzülüyor, mum alevlerini uzun gölgelere çeviriyordu.

O sırada, Murat’ın elinde taşıdığı aynaya biçare bir ses dâhil oldu: “Ben geldim…” Aslı dondu kaldı. Ayna derin bir parıltıyla aydınlandı; ikisinin yüzü, gri tonda ve titreyen hatlarla aynanın merkezine yansıdı. Ardından, mağara gürültüsü aniden kesildi. Bir sessizlik, binlerce yıllık sükût kadar derindi. Aslı ağzını açtı: “Murat—sen duydun mu?” Murat sallanarak başını kaldırdı. “Evet… Sanki bir varlık davet edilmek istiyor.” İkisi el ele tutuştu. Ritüel kitabındaki talimata göre, ayna ortasındaki sembole üç damla mum yağı damlatmak gerekiyordu.

Aslı, ilkel bir öğrenci misali muma damlayı̈ damlatırken elleri titredi. Mum yağları kırmızımsı bir ışıkla kaynaştı. Ansızın mağaranın duvarlarında eski kabartmalar havaya kalktı, kısa bir titreşimle tüm taş kabartmalar canlandı. Yüzler kıpırdadı. Ayak sesleri geldi. İkili, geri çekildi; bir kemerin arkasından beliren siluetin zifiri siyah gölgesine kilitlendi gözleri. Boydan boya uzanmış, insanımsı ama yüzü belirsiz bir şey… Ritüelin en korkunç uyanışı mıydı bu? Aslı’nın kalbi göğsünden taşacak gibiydi.

Siluet ürkütücü bir fısıltıyla konuştu: “Çağrıldım…” Sesi bir rüzgâr mıydı, su mu, yoksa ayaz mı anlayamadılar. “Saf kalpte başlar dediniz. Ben de saf kalbin sizi koruyacağından emin olmak için geldim.” Aslı gözyaşlarını tutamadı—korku, hayret ve bir çocuk şefkati bir aradaydı. “Sen kimsin?” dedi titreyen bir sesle. Siluet, ellerini yavaşça kaldırdı: “Ben, buranın koruyucusuyum. Yüzyıllardır bekledim ki kaybolmuş bir mektup bulunsun. Şimdi… seni sınayacağım.”

O, ikiliyi büyük bir taş levhanın önüne yönlendirdi. Levhada yeni harfler belirdi: “En büyük sınav, kalbin saf niyetidir. Gerçek arayan, gölgelerde bile ışığı fark eder.” Aslı, “Ne yapmalıyız?” diye sordu. Siluet bir adım geri çekildi; mağaranın duvarları üzerlerine çökmek istercesine karardı. Yalnızca aletleri ve asaletle tüketilen mumun ışığı kaldı. “Gölgelerde bile ışığı fark edecek misiniz?” diye yankılandı ses. Murat, elindeki ritüel kitabını pantolon ceplerine sürttü. “Saf niyet… İyi bir amaç uğruna mı buradayız? Sadece bilgi değil, koruma mı istiyoruz?” Aslı manevi bir iç çekişle başını salladı.

O anda levhadan dışarı doğru bir tünel belirdi; üç kızıl hilal simgesi tünelin girişine işlenmişti. Siluet, yavaşça bakışlarını tünelin ötesine çevirdi. “Ötesinde, ışığın ayarı var. Ne çok parlak ne çok karanlık. Ama bilgelik onun dengesinde saklı.” Hayal ile gerçeğin eşiğinde durduklarını hissettiler. Aslı Murat’ın koluna hafifçe dokundu. “Gidiyor muyuz?” dedi. Murat, yerine bir mum daha koyup fenerini tünelin içine çevirdi. “Gidiyoruz,” dedi.

Yürüdükçe tünel daraldı; bir süre sonra üç kollu bir kavşakta durdular. Sol koridorda taş sütunlar, sağda şeffaf bir sis, tam ortada kuru bir toprak yolu vardı. Siluet ardılarından izliyordu. “Hangi yolu seçerseniz, kalbinize bakın,” dedi. Aslı, yanındakine baktı. “Kalbimiz… aklıyor mu?” diye fısıldadı. Murat, “Eğer sadece kendi çıkarımızı düşünseydik, sağdaki sis olmalıydı. Sis karanlığın gizemini andırır. Ama biz… burayı insanlığa açmaya geldik.” Uzun bir sessizlikten sonra sol yolu işaret etti: “Sütunların ardı, geçmişin koridoru. Orada hem zenginlik hem de tehlike saklı. Ancak insanlık hikâyelerini öğrenmeden bitiremeyiz.” Aslı derin bir nefes aldı. “Öyleyse sol.” Fenerin ışığı, taş sütunların gölgelerinde dans ederek ilerlemelerine eşlik etti.

Uzun bir yolculuktan sonra, bir taş oyma kapı belirdi. Üzerinde, altınla yaldızlı bir yazı: “Bilgi saklıdır, kalem değil, cesaret açar.” Kapıyı birlikte ittirdiler; ardında geniş bir salon vardı. Ortada, güneş ışığının küçük delikten içeri süzüldüğü bir niş, nişin içinde parlayan bir hereke ipek kumaşla sarılı küçük bir tablette dolaşıyorlardı. Tabletin üstünde, on dört satır uzunluğunda, tüm alfabelerin birleştirildiği farklı karakterler kuşak kuşaktı. Anlamını anlayabilmek için parşömenlerdeki referanslarla tek tek karşılaştırmaya başladı Murat. “Bu, evrensel bir manifestonun nüshası,” dedi. “Antik uygarlıkların öğretilerini, sanatlarını, felsefelerini bir araya getiren bir hazine.” Aslı elini uzattı. “Bunu dünyaya açıklamalıyız. İnsanlığın mirasını aydınlatmalı.” Siluet, iki dostun ardında belirdi ve sessizce başını salladı: “Sınavı geçtiniz.”

O anda tavandaki doğal delikten içeri dökülen güneş ışığı tabletin üzerine düştü. Işık, parşömenlerdeki sarı altın tozlarını harekete geçirdi, salonu kısa bir süre için sıcak bir altın ışıltı kapladı. Siluet, ağır adımlarla tünele geri döndü, duvarın arkasına kayboldu. Aslı ve Murat geriye baktıklarında, derin bir huzur hissettiler: “Bize, hem tarihe hem de geleceğe sorumluluk yüklendi.” Murat başını salladı. “Artık bilgi, hazine değil; insanlık adına bir ayna.” Geri dönüş yolculuğu, tünellerin karanlığından geçip kapıya ulaşmalarıyla bitti. Dışarıda ay hâlâ batıya çekiliyordu; soğuğun ardından ilk bahar kokusu havayı yumuşatıyordu.

İstanbul’a döndüklerinde, Aslı keşfinin heyecanını üniversitede gizlemek zorundaydı. Medyaya açıklama yapmak yerine, önce yazdığı makaleyi uluslararası akademik bir dergiye gönderdi. Yazıda, antik tabletin fotoğrafları ve çözüm önerileri yer alıyordu. Ağırlıklı olarak felsefi ve kültürel analizler içerse de, nerede bulunduğu ve nasıl çıkarıldığı gizli tutulmuştu. Murat, belgelerin şifrelerini çözmek üzere yeni bir proje başlattı; diğer uzmanlarla iş birliği yapmayı planlıyordu. Aslı, her akşam çalışma odasının masasında tabletin kopyası üzerinde düşünürken, “Bu mirası gelecek nesillere nasıl ileteceğim?” diye soruyordu kendine.

Aylar içinde, Aslı’nın kapı zilini çalan öğrencilerden biri, parşömenlerin bulunduğu aile evine dair söylenti duymuştu. Aslı onları dikkatle dinledi, ancak kimseye tam adresi vermedi. “Üniversitenin arşivine yeni bir bölüm açıyoruz,” dedi. “O alanda detayları inceleyebilirsiniz.” Böylece, bilgi yavaşça yayıldı ama kendine has bir titizlikle saklandı. Dünya arkeologları, “İmkânsız Tablet” diye adlandırdıkları manifestonun varlığını tartışırken, kimse tam olarak nerede keşfedildiğini bilmiyordu.

Bir sonbahar sabahı, Aslı konak bahçesinde kahvesini yudumlarken, aralarında Murat’ın da olduğu küçük bir grup sosyal bilimciyle gerçekleşecek konferansın hazırlıklarını düşündü. Güneş, köşkün vitraylı camında renkli lekeler oluşturuyor, rüzgâr altın yaprakları havaya savuruyordu. İçeride, kim bilir kaç kişi, insanlık mirasını yeni bir boyuta taşıyacak adımları tartışacaktı. Aslı, defterine şu notu düştü: “Şimdi asıl görev başlıyor. Tablet parlak bir ışıksa, biz de o ışığı karanlığa taşıyan el olmalıyız.”

Konferans günü geldiğinde, salon tarihî fresklerle kaplıydı. Aslı tepeye, pano önüne çıktı ve sunumunu başlattı. Arkeolojik kazı görüntüleri, tabletin fotoğrafları, sembollerin çözümlemeleri ekranda peş peşe akıyordu. Salonda yankılanan alkış, yeni bir fikre, cesur bir keşfe saygıydı. Konferans bitiminde Murat’a döndü ve gözlerini ışıldatarak fısıldadı: “Sınavı geçtik.” Murat gülümsedi: “Ve şimdi dünya entelektüel mirasla buluşacak.” Dışarıda, konak avlusunda sonbahar güneşi yavaşça ufka çekiliyordu. Gökyüzü pembemsi mor bir hal almış, binlerce kuş sürüsü uzaklara göç ediyordu. Aslı, derin bir nefes aldı: “Ne kadar uzak gidersen git, bilgi ve umut hep bir arada yürür.”

Bu hikâye, sadece kayıp bir belgede saklı bir sır değil; cesaretle arayanların, saf kalplerle koruyanların ve insanlık için ışık yakmaya niyetlenenlerin destanıydı. Peribacalarının gölgesindeki mağaradan çıkıp şehrin karmaşasına yankılanan bir çağrının, umutla birleşerek nasıl yeni kapılar açtığını anlatıyordu. Ve belki de her parşömen, her sembol bir uyarıydı: Gerçek hazine, paylaştıkça çoğalan bilgidir. Karanlığı yırtan ışık, kutsal bir çaba ve birliktelikle yükselecektir.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News