ÇÖPTEN yemek toplayan kadın ve çocuğu AÇLIKTAN BAYILDI, onları gören milyoner DEHŞETE DÜŞTÜ.
.
.
İstanbul’un soğuk ve yağmurlu bir akşamıydı. Rüzgar, ara sokaklarda ıslık çalarak esiyor, sokak lambalarının titrek ışıkları kaldırım taşlarına uzun gölgeler düşürüyordu. Meryem, yıpranmış montunun yırtık cebinden sıkıca tuttuğu küçük oğlu Adem’in elini ısıtmaya çalışıyordu. Adem’in parmakları buz kesmişti, titriyordu.
“Anne, çok acıktım,” dedi Adem, sesi titrek ve zayıftı.
Meryem başını oğluna çevirdi, dudakları çatlamış, gözleri yorgunluktan kararmıştı. “Biliyorum yavrum, biraz daha sabret olur mu? Belki bu gece bir şey buluruz,” dedi, içi parçalanarak.
İki haftadır iş bulamayan Meryem, gündüzleri karton toplayarak, geceleri ise çöplerden yiyecek arayarak hayatta kalmaya çalışıyordu. Kış bastırmış, sokaklar soğuktu. Çöplerin içinde bile ekmek kırıntısı zor bulunuyordu.
Bir apartmanın önünde durdu. Büyük siyah bir çöp konteyneri vardı. İçeriye eğilip bakarken keskin bir koku burnuna doldu, midesi bulandı ama Adem’in aç gözlerini görünce geri adım atamadı. Elini poşetlerin arasına daldırdı; yağlı bir karton, birkaç küflenmiş ekmek parçası ve yarısı yenmiş bir simit buldu.
“Bak oğlum, simit buldum,” dedi gülümsemeye çalışarak.
Adem’in gözleri parladı. “Gerçek mi anne?”
Meryem, simidi elinde tutup peçeteyle silmeye çalıştı. Soğuktu, bayattı ama onun için bir nimetti.
“Yavaş ye, boğazına kaçmasın,” dedi anne.
Küçük çocuk simitten bir lokma aldı, sonra annesine uzattı: “Sen de ye anne, sen de acıktın biliyorum.”
Meryem gülümsedi ama içi burkuldu. “Yok yavrum, ben doydum. Sen ye, büyüyeceksin.” Oysa iki gündür doğru düzgün bir şey yememişti.

Bir anda uzaktan lüks bir siyah otomobilin sesi duyuldu. İçinde takım elbiseli bir adam vardı. Azat Bey, camdan dışarı baktığında çöplerin yanında eğilmiş bir kadını ve küçük bir çocuğu gördü. Kalbi sıkıştı. Direksiyonu çevirmesi gerekirken eli durdu. Far ışığı kadının yüzüne vurduğunda o gözlerde gördüğü şey, yıllardır görmediği bir şeydi: çaresizlik ama aynı zamanda merhametle karışık bir onur.
Azat’ın telefonu çaldı. Sekreteriydi. “Efendim, yarınki toplantı için belgeler hazır. Evinize geçiyor musunuz?”
Azat gözünü kadından alamadı. “Evet, ama bir yere uğrayacağım önce,” dedi.
Meryem, simidi ikiye bölüp poşete koydu. “Yarın sabah kalanını yeriz, olur mu oğlum?”
Adem başını salladı ama gözleri kararmaya başlamıştı, titriyordu. Bir an sendeledi. Meryem hemen eğildi: “Adem ne oldu yavrum?”
Küçük çocuk bayıldı.
Meryem’in elleri titredi, kalbi panik içinde atmaya başladı. “Adem, oğlum, gözünü aç ama…” Gözlerinden yaşlar süzülürken yanlarında bir otomobil durdu.
Kapı açıldı, Azat Bey paltosuyla dışarı çıktı. “Hanımefendi, iyi misiniz?” dedi sesini yükselterek.
Meryem korkuyla geri çekildi. “Biz, biz bir şey yapmadık efendim. Lütfen polis çağırmayın.”
“Hayır, hayır,” dedi Azat hemen elini kaldırarak. “Polis çağırmak yok. Çocuğunuz kötü durumda. Hastaneye götürmemiz lazım.”
Meryem başını iki yana salladı. “Yok gerek yok, ben hallederim.”
Azat kararlı bir sesle, küçük çocuğu kucağına aldı. Adem’in yüzü bembeyazdı. Meryem şaşkınlıkla baktı. “Ne yapıyorsunuz?”
“Bırakın onu. Ya şimdi gelirsiniz ya da bu çocuk sabaha çıkmaz.”
O söz annelik duvarlarını yıktı. Meryem gözyaşları içinde çocuğunun peşinden arabaya bindi.
Azat aracı çalıştırdı, sessizce hastanenin yolunu tuttu.
Hastane koridorları soğuktu ama içerideki hava, dışarıdaki dondurucu havadan bile daha sertti. Doktorlar hızla küçük Adem’i sedyeye alıp acile götürdüler. Meryem kapının önünde dizlerinin üzerine çöktü, elleriyle yüzünü kapadı. “Allah’ım, ne olur oğlumu koru,” diye hıçkırarak dua etti.
Azat ise birkaç adım ötede sessizce izliyordu. Bir anne figürü, bir çocuk ve o dualar; yıllardır kimse onun için dua etmemişti.
Bir saat sonra doktor dışarı çıktı. “Çocuk ağır derecede beslenme yetersizliği yaşıyor. Çok zayıf düşmüş ama müdahale ettik. Şu an stabil. Uyandığında biraz sıvı ve mama vereceğiz.”
Meryem’in gözlerinden yaşlar boşaldı. “Şükürler olsun.”
Azat yanına yaklaştı. “Geçmiş olsun.”
“Sağ olun ama masrafları ödeyemem,” dedi Meryem.
“Hiçbir şey düşünmeyin. Bu gece burada kalın,” dedi Azat.
Meryem ilk defa o an gözleri dolu bir teşekkürle baktı ona.
“Niye yardım ediyorsunuz bize?” diye sordu kısık sesle.
Azat omuzlarını silkti. “Belki ben de bir zamanlar yardıma muhtaçtım.”
Oysa gerçekte yıllar önce karısını ve doğmamış çocuğunu bir trafik kazasında kaybetmişti. O günden beri çocuk sesi duymaya bile dayanamıyordu. Ama Adem’in o hali içinde yıllardır donmuş olan bir duyguyu kırmıştı.
Sabah olduğunda Adem’in gözleri aralandı. Baş ucunda annesini ve beyaz gömlekli adamı gördü.
“Anne, neresi burası?” dedi yavru.
“Hastanedeyiz yavrum. İyisin artık,” dedi Meryem.
Azat yaklaştı, gülümsedi. “Küçük adam, seni korkuttuk biraz ha.”
Adem şaşkınlıkla baktı. “Sen kimsin amca?”
Azat gülümsedi. “Adım Azat. Ama istersen bana sadece amca de.”
Adem hafifçe güldü. “Teşekkür ederim amca. Annemi ağlatmadın değil mi?”
O masum soru Azat’ın yüreğini paramparça etti.
“Hayır evlat,” dedi kısık bir sesle. “Tam tersine artık ağlamayacak.”
Meryem başını kaldırdı, şaşırmıştı.
Azat devam etti, “Siz nereye gideceksiniz şimdi?”
Meryem sustu. Uzun bir sessizlik oldu.
“Bir yerimiz yok.”
Azat o anda bir karar verdi. “Benim şehir dışında bir evim var. Büyük ama bomboş. Birkaç gün orada kalabilirsiniz. Adem tam iyileşene kadar.”
“Olmaz efendim,” dedi Meryem. “Biz yabancıyız size. Minnettarım ama lütfen.”
Sözünü kesti Azat. “Ben bunu bir borç gibi değil, bir insanlık görevi olarak görüyorum.”
Meryem sustu, gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama içinde bir huzur vardı. Uzun zamandır ilk defa biri onlara insan gibi davranmıştı.
O gece Azat Bey onları boğaza bakan büyük ama sessiz malikanesine götürdü. Ev ışıl ışıldı ama içi bomboştu. Kocaman bir salon, kristal avizeler, pahalı tablolar ama ne çocuk sesi ne kahkaha… Yalnızlık yankılanıyordu duvarlarda.
Meryem eşiği geçtiğinde durdu. “Biz burada kalamayız,” dedi sessizce. “Burası bize göre değil.”
Azat döndü, gözlerinin içine baktı. “Burası sizin de hakkınız. Çünkü insanlık herkesin ortak evi olmalı.”
O an Meryem’in gözlerinden süzülen bir damla yaşlıya düştü ve belki de kaderin ipleri o saniyede birbirine bağlandı.
Azat mutfağa geçip kahve hazırladı. Meryem oğluna battaniye serdi, sonra sessizce balkona çıktı. Gökyüzü kararmıştı ama yıldızlar parlıyordu. Kendi kendine mırıldandı, “Belki de bu bir sınavdı. Belki de Rabbim bize bir kapı açtı.”
Arkasından Azat’ın sesi geldi: “Her kapı bir sebeple açılır Meryem Hanım. Benimkiler uzun zamandır kapalıydı.”
Kadın döndü, ilk defa onun yüzüne dikkatle baktı. Yorgun ama asil bir yüz. Yalnızlık, zenginliğin bile örtemediği bir iz bırakmıştı onda.
Azat fincanı uzattı. “İçin biraz ısınırsınız.”
Meryem titreyen elleriyle aldı. “Allah sizden razı olsun Azat Bey.”
Azat gülümsedi, derin bir nefes aldı. “Belki de ilk kez birisi bana öyle söyledi.”
O gece evin duvarları içinde iki farklı dünya buluştu. Biri çöplerin karanlığından, diğeri paranın sessiz yalnızlığından gelmişti. Ama ikisi de aynı duyguyu tanıyordu: Kaybetmek ve bazen kaybedenlerin yolları birbirine umut vermek için kesişirdi.