DİLENCİ KIZ ÇÖPTE ÜÇÜZ BEBEK BULDU, ANCAK ONLARIN KAYIP MİLYONERİN ÇOCUKLARI OLDUĞUNU BİLMİYORDU

.
.
Elif’in Yolculuğu
Kayseri’nin çatlak kaldırımlarında sabahın ilk ışıkları gri bulutların arasından süzülürken, 7 yaşındaki Elif Yıldız yıpranmış şalına sıkıca sarılmış, solgun karanfil sepetini taşımak için titreyen parmaklarını zorlayarak ilerliyordu. Yağmurun çisentiyle ıslanan çorapları, delik ayakkabılarının içinde buz gibi soğuğu iliklerine kadar hissettiriyordu. Her adımda su sıçrıyor, her nefeste havaya beyaz bir buhar yükseliyordu. Elif’in gözleri, sabahın kasvetinde umut arıyordu.
İki kış, iki bahar, iki yaz. Sevim Hanım’ın yüzünü son gördüğünden beri geçen zamanı parmaklarıyla sayabilirdi. Yetiştirme yurdundaki müdire onu aramayı bırakmıştı. Belki de bir kağıt imzalamış, kaçak yazmış ve Elif’i unutmuştu. Şimdi Gül Sokağı onun hem evi hem de geçim kaynağı olmuştu. “Buyurun efendim, taze karanfil. Annenize, eşinize güzel çiçekler.” diye cılız sesiyle bağırıyordu. Kelimeleri gökyüzündeki gri bulutlar gibi ağzından çıkıp dağılıyordu. Kimse duymuyordu.
Çay bahçeleri henüz açılmamıştı. Kaldırımlarda telaşlı memurlar ellerinde simit poşetleriyle işe geç kaldıklarını anlatan yüzlerle koşturuyorlardı. İşkembe çorbasının kokusu yakındaki lokantadan gelince Elif’in midesi öyle şiddetle guruldadı ki dizlerinin bağı çözüldü. Dünden kalan bayat simit parçasını çiğnerken ağzındaki tükürüğün tadı acı gelmişti. Bugün en az üç buket satmalıydı. Belki o zaman bir tas mercimek çorbası alabilir, haftalardır kemirdiği kurumuş bisküvilerden daha besleyici bir şey yiyebilirdi. Her kuruş onun yaşaması için altın değerindeydi.
Dili damağına yapışmış halde cami parkına doğru köşeyi dönerken gözüne ilişen manzara ayaklarını yere mıhladı. Büyük çınarın altında, fıskiyeli havuzun yanında krem rengi bir örtüyle özenle sarılmış zarif bir hasır sepet duruyordu. Öyle güzel, öyle pahalı görünüyordu ki Elif’in tanıdığı dünyaya ait değilmiş gibiydi. Her zaman insanlara görünmez olmayı öğrenen Elif, içindeki çekingen sesi bastırarak sepete yaklaştı. Kalbi boğazına kadar yükselmiş, küt küt atıyordu.
Etrafına bakındı. Belki panik içinde bir anne, bir baba arıyordur diye düşündü. Parkta sadece uzakta yürüyen yaşlı bir teyze vardı. O da dönüp bakmıyordu bile. Çamurlu, çatlak parmaklarıyla örtünün kenarına dokunduğunda ipeksi kumaş ona masal kitaplarında okuduğu sarayları, prensesleri hatırlattı. Kendisi gibi çocuklar için değil, vitrinlere burnu dayalı bakıp da asla sahip olamayacağı şeylerden biriydi.
İşte o anda duydu. Önce bir, sonra iki, sonra üç minik inilti. Elif’in elleri öyle titriyordu ki örtüyü kaldırırken neredeyse düşürecekti. Gözlerinin önündeki manzara küçük dünyasını kökünden sarstı. “Allah’ım.” diye fısıldadı. Dizleri çamura gömülürken midesindeki açlık, boğazındaki korku hepsi bir anda kayboldu. Yalnızlık içinde geçen yıllar boyunca hiç tatmadığı bir duygu içini bir sel gibi doldurdu. Birini, bir şeyi koruma içgüdüsü.
Küçük çiçekçi kızın kaderi o gri sonbahar sabahında beklenmedik bir şekilde değişiyordu. Elif’in titreyen parmakları krem rengi örtüyü kaldırdığında gözleri üç minik yüzle buluştu. Aynı yüzle üç kere, mavi gözlü birkaç aylık üç erkek bebek ona merakla bakıyordu. Elif’in nefesi kesildi, dizleri çöktü. 7 yaşındaki bir çocuğun kavrayamayacağı bir sorumluluk aniden omuzlarına yüklenmişti. “Kimsiniz siz böyle? Anneniz nerede?” diye fısıldadı Elif.
Bebeklerin kundaklarına dokunurken kumaşları öyle yumuşaktı ki parmak uçları adeta ipek üzerinde kayıyordu. Sepet Elif’in tüm varlığından daha değerliydi. El yapımı hasırları ince nakışlarla bezenmiş, özenle örülmüştü. İçindeki yorgan ve battaniyeler, Elif’in yağmurlu gecelerde sığındığı eski gazetelerden yapılma yataklardan çok daha sıcaktı. Merakla sepetin her köşesini inceledi. Sanki dokunduğu her şey bir rüyadan fırlamış gibiydi.
Bebeklerden biri ağlamaya başladı. Sonra diğeri de ona katıldı. Sesleri sonbahar rüzgarında ıssız parkta yankılandı. Elif panikle etrafına bakındı. Sesler birilerini çeker diye korktu. Korkudan kalbi göğsünde deli gibi atarken gözleri battaniyelerin arasından görünen beyaz bir kağıt parçasına takıldı. Parmakları kağıdı çekerken istemsizce anne babasından kalan tek hatıra olan yüzüğü sıktı. Yetiştirme yurdunda yıllarca koruduğu, geceler boyu ağlarken avucuna sakladığı tek gerçek hazinesi.
Kağıdı açtığında güzel bir el yazısıyla yazılmış satırlarla karşılaştı. Ama okuyamadı. Sevim Hanım ona ancak basit kelimeleri öğretmişti. “Güven, güvenli.” diye heceledi zorlukla. Elif’in sınırlı okuma becerisi satırların arasından sadece birkaç kelimeyi seçebiliyordu. “Sevgi” ve sonra anlaşılmaz bir kargaşa. Yalnızca en sonda “asla” kelimesini tanıdı.
Ürkek ama meraklı parmaklarla bebeklerin yüzlerine dokundu. Tenlerinin altında zenginliğin narin güzelliğini taşıyorlardı. Minik elleri ve ince burunları Elif’in kendi nasırlı parmakları ve çatlamış dudaklarıyla tezat oluşturuyordu. Bu bebekler Elif’in hiç tanımadığı bir dünyadan geliyorlardı. Şık arabalar, sıcak evler ve dolu sofralar dünyasından.
Güneş bulutların arasından sıyrılıp sepetin üzerine vurunca bebeklerden birinin boynundaki altın zincir parladı. Elif dikkatle baktı ve üzerinde yazılanı okumaya çalıştı. “Mer… Mert.” Diğer ikisi de benzer zincirler taşıyordu. Muhtemelen isimleri yazılıydı ama Elif okuyamadı. “Mert, kim terk ederdi böyle güzel bir bebeği? Kim bırakırdı üç savunmasız canı?”
Soğuk sonbahar sabahında boş bir parkta Elif kendi terk edilişini hatırladı. Sevim Hanım’ın ona anlattığı kadarıyla bir hastane merdiveninde bulunmuş. İsmi bile yokmuş, sadece bir not. Elif gibi ince, narin. Yalnızca o kadar.
Elif bebeklerin yüzlerine uzun uzun baktı. Kendi kaderine terk edilmiş bu üç minik can şimdi onun sorumluluğundaydı. 7 yaşındaki bir çocuk hayatının en önemli kararıyla yüz yüze gelmişti ve ne ilginçtir ki kalbinde hiçbir tereddüt yoktu. Güneş gökyüzünde yükselip alçalırken Elif bebeklerin yanından ayrılmadı. 20 dakika geçti, sonra 30. Parktan geçen birkaç kişi onlara şöyle bir bakıp sonra kendi işlerine döndüler. Kimse bir çocuğun yanında üç bebekle oturmasını garipsemedi. Belki ablası sandılar, belki umursamadılar. İnsanların görmek istemedikleri şeylere karşı ne kadar kör olabileceklerini Elif çoktan öğrenmişti.
Bir saat geçti. Bebekler ağlamaya devam ediyor. Açlıktan ve soğuktan huzursuzlaşıyorlardı. Elif panikle saatini kontrol etti. Aslında saati yoktu ama güneşin konumundan öyle olduğunu anlamıştı. Karnı açlıktan guruldarken bebeklerin minik yüzlerindeki kızarıklığı fark etti. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? “Nerede anneniz?” diye fısıldadı tekrar etrafına bakınarak. “Kim bırakır sizi böyle?”
Soğuk bir rüzgar çınarın dallarını hışırdattı. Sararmış yaprakları Elif’in ayaklarının dibine savurdu. Elif kendi terk edilişini düşündü. Hastane merdiveninde bulunan bebeğin hikayesini, yetimhanedeki soğuk geceleri, kimsenin onu gerçekten istemediği yılları, sokakta yaşamanın zorluklarını, her gece farklı bir köşede uyumanın korkusunu, açlığın nasıl midesini kazıdığını hatırladı. “Olmaz.” dedi. Kendini bile şaşırtan bir kararlılıkla, “Sizin başınıza gelmeyecek bunlar.”
Küçük kalbi hiç hissetmediği bir duyguyla dolup taşıyordu. Bir kelebeğin kozasından çıkışı gibi yeni bir his ruhunda kanatlarını açıyordu. Koruma içgüdüsü sokaklarda geçirdiği iki yıl boyunca sadece kendini korumaya odaklanmıştı. Günü bitirmeye, bir sonraki öğünü bulmaya, yağmurdan kaçacak bir saçak altı keşfetmeye… Şimdi ise kendisinden daha savunmasız varlıklar için endişeleniyordu.
“Kimse sizi incitemeyecek.” diye fısıldadı mavi gözlü üçüzlere, “Siz benim bebeklerimsiniz artık.” Çocuk su sezgileriyle başladığı işin zorluğunu ve tehlikesini seziyordu. Üç bebek beslemek kendini beslemekten çok daha zordu. Onları gizlemek, soğuktan ve tehlikeden korumak, hasta olduklarında iyileştirmek… Bunların hepsi 7 yaşındaki bir çocuğun omuzlarına ağır bir yük bindiriyordu. Ama o anda Elif hiç olmadığı kadar kararlıydı.
Büyük bir dikkatle sepeti kaldırdı. Ağırdı. Kollarını acıtıyordu. Ama sevgi ona hiç bilmediği bir güç veriyordu. Karanfil sepetini bir eliyle, bebek sepetini diğer eliyle taşıyarak parktan çıktı. Her adımı kaderini değiştiriyordu.
Elif park bekçisinin yanından geçerken adam gazeteye gömülmüştü. Manşet büyük harflerle yazılmıştı: “İş Adamı Kaan Yılmaz Kayıp Çocukları için 10 milyon lira ödül vadediyor.” Elif okuyamadığı için gazete haberini fark etmedi. Üçüzlerini sıkıca tutarak metruk depoların ve terk edilmiş binaların olduğu mahalleye doğru ilerledi. Arkasında parkın gölgelerinden bir çift soğuk göz her hareketini izliyordu.
Elif sadece 12 sokak ötede Trabzon’un en zengin iş adamlarından Kaan Yılmaz’ın üç oğlunu taşıdığını bilmiyordu. Adam ofisinde telefonla konuşurken eşinin geçirdiği kazadan sonra kaçırılan bebekler hakkında polislere bilgi veriyordu. Arabası uçurumdan yuvarlanmıştı ama bebekler enkazda bulunamamıştı. Sanki buhar olup uçmuşlardı. Parkın gölgelerindeki adam gülümsedi. İlk aşama tamamdı. Şimdi takip zamanıydı. Av henüz yeni başlıyordu.
Elif’in ev dediği eski depo Trabzon limanının arka sokaklarında kimsenin umursamadığı bir yapıydı. İki katlı, yarısı çökmüş, pencereleri kırık bir binaydı. Vaktiyle balık konserve deposu olan yer, şimdi sadece kedilere ve Elif gibi evsizlere barınak oluyordu. Ağır sepeti taşıyarak içeri girdiğinde dışarıdan sızan yağmur sesi içeride yankılandı. “İşte geldik.” dedi Elif bebeklerine, sesindeki yorgunluğa rağmen gülümseyerek, “Burası sizin yeni eviniz.”
Depo hiçbir zaman bu kadar küçük görünmemişti. Üç bebek bu küçük soğuk alanın dinamiklerini tamamen değiştirmişti. Elif hasır sepeti depoda en sıcak köşeye, delik pencerelerden gelen soğuk hava akımının ulaşamadığı bir yere dikkatlice yerleştirdi. Kendi yamalı battaniyesini eski bir gazete yığının üzerine serdi. Bebeklerinin etrafında sıcak bir yuva yaratmak için sabah ışığı çatlak camlardan süzülerek bebeklerin mükemmel yüzlerine oyuncu gölgeler düşürüyordu.
Elif her bebeği dikkatle inceleyerek yanlarına oturdu. “Pekala miniklerim.” diye fısıldadı. “Size isim vermem gerek. Sen en büyüksün. Seni Mert olarak tanıdım. Diğer ikinize de güzel isimler vereceğim.” Elif onları birer birer incelerken aralarındaki küçük farklılıkları fark etti. Mert en atılgan olanıydı. Acıktığında ilk ağlayan, memnun olduğunda ilk gülümseyen. Parlak mavi gözleri Elif’in her hareketini bir zekayla takip ediyordu.
“Sen,” dedi Elif ortanca olduğunu düşündüğü bebeğe, “Arda olacaksın. Babamın adıymış.” Arda diğerlerinden daha sakindi. Gözleri aynı etkileyici mavi tonunda. Ama bakışlarında bir yumuşaklık vardı. Çevresini merakla gözleyen huzurlu bir bebek gibiydi. Üçüncü bebeğe uzandığında minik eli Elif’in parmağını öyle sıkı kavradı ki küçük kız hayretle baktı. “Ve sen,” dedi gülümseyerek, “Kerem olacaksın. Güçlü bir isim, güçlü bir çocuğa.”
Depo, hayat ve ses dolmuştu. Bebekler bir harmoni içinde ağlıyor, Elif’in duymuş olduğu en güzel ve aynı zamanda en acı veren müziği yaratıyorlardı. Taş zeminden yankılanan sesler sanki duvarlardan bile geçiyordu.
Güzel isimler ve sevgi dolu bakışlar acil sorunları çözmüyordu. Bebekler açtı. Elif de saat öğleni çoktan geçmiş, akşama doğru ilerliyordu. Elif’in cebinde tam olarak 3 lira 25 kuruş vardı. Bugün çiçek satamamıştı, çünkü tüm gününü parkta bebekleri bekleyerek geçirmişti. “Süt lazım size.” dedi parmağını emen Kerem’e. Ve bez, temiz kıyafet… Sesi titredi, gözleri doldu. 7 yaşındaki bir çocuk için bu sorumluluk devasa görünüyordu.
Sokaklarda kendini idare etmeyi öğrenmişti. Nerede uyuyacağını, ne yiyeceğini, kime güveneceğini… Ama şimdi üç cana daha bakmak zorundaydı ve onlar tamamen savunmasızdı.
Mert ağlamaya başladı. Sesi önce düşük, sonra yükseldi. Arda da ona katıldı. En sonunda Kerem de… Üç özdeş ses, açlık ve korku dolu. Elif bir an için delice bir düşünceyle dondu kaldı. Belki de onları geri götürmeliydi. Belki de bu görev çok büyüktü. Sonra Kerem’in eli onun parmağını tekrar kavradı. Sıkı ve güven dolu. O minik dokunuş Elif’in tüm tereddütlerini sildi. Pencereden giren son güneş ışınları kararlılığını aydınlattı.
“Hiçbir şeyden korkmayın.” diye fısıldadı. Üçünün de alnını öperek, “Ben varım. Elif ablanız sizi koruyacak. Söz veriyorum.”
Dışarıda şehir gürültüsü uğuluyordu. İçeride dört terk edilmiş ruh yeni bir başlangıç yapıyordu.