Habersizce eve dönen milyarder, hizmetçinin üçüzlerine yaptıklarını görünce şok oldu.

Habersizce eve dönen milyarder, hizmetçinin üçüzlerine yaptıklarını görünce şok oldu.

.
.

“Kırık Kalplerin Tamiri”

Tarık Yazıcı, Etiler’deki köşkünün kapısını sessizce açtığında, yalnızca protokollerle yönetilen bir evin alışılmış soğuk sessizliğiyle karşılaşmayı bekliyordu. Ancak bahçede gözlerinin tanık olduğu manzara, onun tüm dünyasının temellerini sarstı. Üç çocuğun, daha önce hiç duymadığı şekilde gülmeleri ve bir kadının, kendisinin öz babalarının asla başaramadığı bir şeyi yapması… Bu, Tarık’ın hayatında yeni bir dönemin başlangıcıydı.

42 yıllık hayatında inşa ettiği her şey sorgulanıyordu. Viyana’dan dönerken yaşadığı başarısız iş görüşmelerinin acısı hala içindeydi. Avusturyalı ortaklar, projelerini duygusal derinlikten yoksun bulmuştu. Tarık, duyguların olmadığı bir dünyada yaşıyordu. Köşkün mermer zemininde yankılanan ayak sesleri bile soğuktu. Kristal avizeler altında yürürken, her adımı kalbi gibi boş yankılanıyordu.

Bu ev, İstanbul’un en prestijli semtlerinden birinde, boğaz manzaralı, üç katlı, yedi yatak odalı bir saray gibiydi. Ama Tarık için bu lüks, bir hapishaneden farksızdı. Amerikan cevizi kaplama duvarlar, İtalyan mermerler, Fransız tarzı mobilyalar… Her şey mükemmellik için yapılmıştı ama sıcaklık yoktu. İnsan sıcaklığı… Tarık’ın yalnızlığı sadece fiziksel değil, ahlaki bir yalnızlıktı. Kendi yetiştirdiği duygusal bir çölün ortasındaydı.

İş çantasını mermer sehpanın üzerine bırakırken sessizlik kulaklarını çınlatıyordu. “Nerede çocuklar? Nerede bakıcıları?” diye düşündü. Her zamanki gibi evde herkes kendi rutininde, birbirinden habersiz yaşıyordu. Tam da istediği gibi; kontrollü, öngörülebilir, duygusal karmaşıktan uzak.

Ofisine gitmek üzere merdivenlerin yönüne döndüğünde beklenmedik bir ses duydu: çocuk gülüşleri. Ama bildiği türden değildi bu sesler. Neşeli, spontane, içten ve coşkuluydu. Çok nadir duyduğu kendi çocuklarının sesleri gibi… Bir an komşudan geldiğini sandı ama sesler kendi bahçesinden geliyordu.

Tarık’ın ruhsal dünyası, başarı merdivenlerinde yükselirken duygusal derinlikten uzaklaşmıştı. Her kazandığı para, her satın aldığı lüks eşya, ailesiyle arasındaki mesafeyi artırıyordu. Sanki duygular ölçülebilir varlıklar olsaydı, hepsini işine yatırmıştı.

Habersizce eve dönen milyarder, hizmetçinin üçüzlerine yaptıklarını görünce  şok oldu. - YouTube

Mehmet Sadık, şoförü ve tek samimi arkadaşı, sık sık uyarırdı: “Patron, para ağaçta büyümez ama çocuklar büyür ve bir kez büyüdüler mi geri dönemezler.” Ama Tarık her zaman “yarın” diyordu. “Yarın daha fazla vakit ayıracağım. Yarın daha iyi bir baba olacağım.”

Yine o gülüş sesleri yükseldi, bu kez daha yakından, daha net ve bir kadının sesi de duyuldu. Ayla, altı aydır evlerinde çalışan hizmetçi, sessiz, etkili, hiçbir zaman sınırlarını aşmayan, ama şimdi çocuklarla arasında ne kadar samimi bir bağ kurduğunu Tarık fark etmemişti.

Tarık, seslerin peşinden gitmeye karar verdi. Cam panellerin arkasından gördüğü manzara, babalık anlayışını sonsuza dek değiştirecekti. Bahçenin güneşli köşesinde üçüzler – Can, Cem ve Ceren – Ayla’nın etrafında toplanmış, hortumdan akan suyla oynuyorlardı. Ancak bu sıradan bir oyun değildi. Tarık’ın hayatında hiç görmediği bir sahneydi bu.

Ayla dizlerinin üstünde üç bebeğin seviyesine inmişti. Ellerinde plastik kaplar, su damlaları güneş ışığında kristaller gibi parlıyordu. Can, Ayla’nın saçlarına su sıçratarak kahkahalarla gülüyordu. Cem yerde oturmuş, küçük ellerini suya daldırıp çıkarıyordu. Ceren ise Ayla’nın yüzüne dokunmaya çalışıyor, anlaşılmaz ama mutlu sesler çıkarıyordu.

Tarık, camın arkasında donmuş halde duruyordu. Bu çocuklar gerçekten onun çocukları mıydı? Bu neşeli, hayat dolu varlıklar, evdeki sessiz ve tedirgin çocuklardan tamamen farklıydılar. Ayla’nın yüzündeki sevgi ve sabır, Tarık’ı derinden etkilemişti. Sanki çocuklar onun kendi çocukları gibiydi. Her hareketi, her gülüşüyle çocuklara güven veriyor, onları hayatın güzelliklerini keşfetmeye teşvik ediyordu.

Tarık’ın zihninde kendi çocukluğunun anıları canlandı. Katı bir babayla büyümüş, hep “ciddi ol, büyü adam ol” diye uyarılmıştı. Oyun zamanları lüks, gülmek vakit kaybı, sevgi göstermek zafiyet sayılırdı. Şimdi kendi çocuklarına da aynı soğuk yaklaşımı sergilediğini fark ediyordu.

Bahçedeki sahne devam ediyordu. Ayla, üçüzlerin her biriyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Can’ın elini tutup suya dokundurduğunda çocuğun gözleri merakla parlıyordu. Cem’e küçük bardakla su içirdiğinde bebek memnun sesler çıkarıyordu. Ceren’i kucağına aldığında küçük kız kollarını Ayla’nın boynuna dolayıp rahatça yaslanıyordu.

Tarık, çocukları kendisini gördüğünde geriniyor, kaçmaya çalışıyor, ağlamaya başlıyorlardı. Babalarından korkuyorlardı. Ayla’ya ise koşup sarılıyorlardı. Tarık’ın zihninde sorular çoğalıyordu. Bu kadın nasıl böyle bir bağ kurabilmişti? Ne yapıyordu ki çocuklar bu kadar mutlu, bu kadar rahat, bu kadar sevilmiş hissediyorlardı?

Ayla’nın sesi duyuldu. Şimdi Türkçe konuşuyordu ama o kadar yumuşak, o kadar melodikti ki sözcüklerin değil, tonunun önemi vardı. “Can benim küçük savaşçım. Cem benim altın gülüşüm. Ceren benim cesur prensesim.” Her çocuğa özel lakapları vardı. Her biriyle özel bir dili vardı.

Tarık, camın arkasında kendini yabancı gibi hissediyordu. Kendi evinde, kendi çocuklarını izlerken başka bir dünyaya ait bir sahneye tanık oluyordu. Bu çocukların babası olduğuna gerçekten inanabilir miydi?

Güneş, Ayla’nın saçlarında altın rengi parıltılar yaratıyordu. Çocukların kıyafetleri ıslanmış, saçları dağılmıştı ama yüzlerindeki mutluluk öyle içtendi ki Tarık’ın gözleri doldu. Ne zaman son kez kendi çocuklarını bu kadar mutlu görmüştü? Belki hiç görmemişti.

Bu soru içinde yankılanırken aniden başını kaldırdı. Sanki birinin kendisini izlediğini hissetmişti. Gözleri camı taradı ama geri çekildi. Kalbi hızla çarpıyordu. Neden saklanıyordu ki? Bu kendi evi, kendi çocukları değil miydi? Ama cevabı biliyordu. O mutlu sahnenin içinde kendisine yer yoktu.

Ayla’nın kalbi hızla çarpıyordu. O tanıdık his yine gelmişti: birinin kendisini izlediği hissi. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi. Belki hayal kuruyordu. Son zamanlarda çok oluyordu bu, özellikle çocuklarla bu kadar yakın olduğu anlarda.

Can’a “Gel buraya tatlım,” dedi yumuşak bir sesle. Küçük çocuk kucağına alınırken, Ayla’nın zihninde başka anılar canlandı. Üç yıl önce tıpkı bu yaştaki iki çocuğu vardı: ikizler Emre ve Ece. Onlar da böyle güler, böyle sarılırdı. Gözleri buğlandı ama hemen kendini topladı.

Can, Cem ve Ceren’in ihtiyacı olan geçmişin acısında boğulan bir kadın değil, şimdinin sevgisini verebilen biriydi. Ama yine de bu çocuklara baktığında kendi yitirilmiş anneliğinin iyileştiğini hissediyordu.

Kapı tıklatıldı. Girin dedi Mehmet. 55 yaşındaki sadık adam Tarık’ın sadece şoförü değil, vicdanıydı da. “Hoş geldiniz patron. Seyahat nasıldı?” “Berbat,” dedi Tarık kısaca.

Mehmet’e dürüst cevap istedi: “Ben nasıl bir babayım?” Mehmet duraksadı. “Patron, siz çok iyi bir işe adamsınız. Göğe dokunan kuleler inşa ediyorsunuz. Ama kendi çocuklarınıza giden köprüyü inşa edemiyorsunuz.” Bu sözler Tarık’ın yüreğine saplanan bıçak gibiydi. Acımasızca gerçekti.

“Çocuklarım benden korkuyor mu?” “Korkmak doğru kelime değil patron. Onlar sizi tanımıyorlar. Tanımadığınız birinden korkmak yerine uzak durmayı tercih ederler. Hanımefendi varken çocuklar onu merkeze alırlardı. Siz çalışır, o ilgilenirdi. Hanımefendi vefat ettikten sonra çocuklar merkez arayışında kaldılar. Ayla Hanım o merkezin yerini doldurmaya çalışıyor ve çok başarılı da. Hiç çocukları onunla gördünüz mü? Bambaşka çocuklar sanki.”

Tarık, kafasında düşünceler çarpışıyordu. “Ben başarılı bir adamım. Milyonlarca liralık projeler yürütüyorum. Binlerce insana iş sağlıyorum. Ama kendi üç çocuğumu mutlu edemiyorum.” Bu itiraf zorla çıkmıştı ağzından.

“Belki de şimdi fark etmenizin zamanı gelmiştir. Hanımefendi vefat ettiğinde acınızda çocuklarınızı da kaybettiniz. Ama onlar hala buradalar. Hala umut ediyorlar.” “Umut mu ediyorlar? Benden mi?” “Tabii ki. Her çocuk babasından sevgi bekler. Sizin çocuklarınız da bekliyor ama artık sevgiyi Aile Hanım’dan alıyorlar.”

Tarık derinden sarsıldı. Gerçekten başarılı mıydı? Banka hesabındaki rakamlar, şirketindeki çalışan sayısı, inşa ettiği binalar… Bunlar gerçek başarı mıydı yoksa çocuklarının yüzündeki mutluluk mu?

“Peki ne yapmalıyım? Artık çok geç değil mi?” “Sizin için geç olan tek şey dünü geri getirmek ama yarını değiştirebilirsiniz.” Bu sözler Tarık’ın kalbine yeni bir umudun tohumlarını ekti. Belki değişmek için geç değildi. Belki o pencereden gördüğü mutluluğa kendisi de dahil olabilirdi.

Karar kristalleşmişti: artık camın arkasında saklanamayacaktı. Kendi çocuklarının hayatında yabancı olmaya devam edemezdi.

Ayağa kalktı, ofisinin kapısına yürüdü. Sonra durdu. Kalbinin bu kadar hızlı çarpmasının nedeni neydi? Korku muydu? Heyecan mı?

Mehmet, “Patron gidiyorum o zaman,” dedi. “Hayır, bekle. Benimle gel.” “Nereye?” “Bahçeye.” Mehmet şaşırdı ama memnundu. “Patron, çocuklarla mı vakit geçireceksiniz?” “Deneyeceğim.” Deneyeceğim… Bu kelime Tarık’ın ağzından çıkarken bile garip geliyordu. Ne zaman son kez bir şeyi denemişti?

Merdivenlerden inerken her basamakta tereddüdü artıyordu. Ya çocuklar onu görünce kaçarlarsa? Ya Ayla sınırlarını açtığını düşünürse? Ya kendisi ne yapacağını bilemez, beceriksiz görünürse?

Bahçeye açılan cam kapıya geldiğinde durdu. Ayla çocukları havluyla kuruluyor, saçlarını tarağıyordu. Üçüzler hala gülüyor, sesleniyorlardı. Bu sahne o kadar doğal, o kadar sıcaktı ki Tarık kendini bozucu gibi hissetti ama artık geri dönemezdi.

Kapıyı yavaşça açtı. Ayla başını çevirdi, onu görünce dondu kaldı. “Tarık Bey, çok özür dilerim. Çocuklar biraz ıslandılar, hemen temizleyip…” “Özür dilemene gerek yok,” dedi yumuşak bir sesle Tarık. Bu ses Ayla’yı şaşırttı. Tarık Bey’in sesinde hiç duymadığı bir sıcaklık vardı.

Can babasını görünce Ayla’nın arkasına saklandı. Cem kıpırdamadan durdu. Ceren ağlamaya başladı. Bu tepkiler Tarık’ın kalbine hançer gibi saplandı. Kendi çocukları ondan korkuyordu.

Ayla, “Sen nasıl yapıyorsun onları? Nasıl bu kadar mutlu ediyorsun?” diye sordu. “Ben sadece onlarla konuşuyorum Tarık Bey. Onları dinliyorum. Ama onlar henüz konuşmuyor ki. Kelimelerle değil, gözleriyle, jestleriyle, sesleriyle konuşuyorlar. Belki kalbimle dinliyorum. Kulaklarımla değil.”

Bu cümle Tarık’ı derinden etkiledi. Kalbimle dinlemek… Ne zaman son kez kalbini kullanmıştı?

“Ayla, sana bir şey soracağım. Bana babalık öğretir misin?” Bu sözler ağzından çıkarken bile kendisine inanamıyordu. 42 yaşında bir adam, hizmetçisinden babalık dersi alacaktı.

Ayla’nın gözleri doldu. “Tarık Bey, bu çok… Garip mi? Utanç verici mi? Belki öyle ama artık umurumda değil. Bu çocuklar benim çocuklarım ve onlarla bağ kurmak istiyorum.”

Can babasının sesindeki değişikliği fark etti. Ayla’nın arkasından çıkıp Tarık’a doğru baktı. Tarık dizlerinin üzerine çöktü. Bu hareket bile çocuklar için şaşırtıcıydı. Babaları hiç bu kadar alçalıp onların seviyesine inmemişti.

“Can,” dedi yumuşak sesle Tarık, “Baba burada. Gelir misin?” Can tereddüt etti. Ayla nazikçe onu teşvik etti: “Git Can, baban seninle oynamak istiyor.”

Can yavaş yavaş Tarık’a doğru yürüdü. Tarık elini uzattı. Can’ın küçük eli babasının elini tuttuğunda içindeki fırtınalar koptu. Bu ne kadar sıcaktı, ne kadar gerçekti.

“Merhaba oğlum,” dedi gözleri dolarak. Bu sahneyi gören Cem ve Ceren de yaklaştılar. Cem Tarık’ın diğer dizinin yanına geldi. Ceren ise çekingen ama meraklıydı.

Ayla, “Onlarla nasıl oynuyordun? Öğret bana,” dedi. Bu kanal kalplere dokunan hikayeleri anlatmak için var. Eğer bu hikaye sizi etkiliyorsa, gelecekteki yolculukları kaçırmamak için abone olmayı unutmayın.

Ayla gülümseyerek yaklaştı: “Tarık Bey, bakın onlar suyu çok seviyor.” Elini suya daldırıp Can’ın eline damlatırken Tarık onu taklit etti. Can bu yeni oyundan hoşlandı, gülmeye başladı. Tarık’ın kendi çocuğunun gülüşünü bu kadar yakından duyması onu büyüledi.

“İşte böyle,” dedi Ayla, “Onlarla aynı seviyede olmalısınız. Yukarıdan değil, yanlarından bakmalısınız.”

Tarık ilk kez Can’ı kucağına aldı. Çocuk kaçmadı, ağlamadı. Tersine babasının göğsüne yaslandı. Bu an Tarık’ın hayatındaki en değerli andı.

O öğleden sonra Tarık’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Saatlerce bahçede kaldı. Can, Cem ve Ceren’le oynadı, onları dinledi, küçük dünyalarına girmeye çalıştı. Ayla da ona rehberlik etti, sabırla her hareketi öğretti.

Güneş batmaya başladığında çocuklar yorulmuş, Tarık’ın etrafında toplanmıştı. Can babasının kucağında uyukluyordu. Cem Tarık’ın ayağına yaslanmıştı. Ceren ise ilk kez babasına yaklaşmış, elini tutuyordu.

Ayla, “Bu çocuklar gerçekten benim çocuklarım mı? Bu kadar mükemmel olabilirler mi?” dedi gülümseyerek. “Onlar hep böyleydi Tarık Bey. Sadece fark etmenizi bekliyorlardı.”

Tarık düşündü: kaç şeyi fark etmediği, kaç güzelliği kaçırdığı… İş dünyasında her detayı gören, en küçük sayısal değişiklikleri bile yakalayan Tarık, kendi evindeki en önemli detayları kaçırmıştı.

Ayla, “Seninle konuşmam gereken bir konu var,” dedi. “Bugün burada olan şey sadece bir gün olmamalı. Ben gerçekten değişmek istiyorum ama tek başıma yapamayacağımı biliyorum.”

Tarık, “Sana bir teklifim var,” dedi. “Sen bana babalık öğretirsin. Ben de kendimi gerçekten burada olmaya adarım. Ne dersin?”

Ayla şaşırmıştı. “Tarık Bey, bu her şeyi değiştirir. Her şeyin değişmesi gerekiyor. Bu çocuklar annesiz büyüyor. Bir de babasız büyürse hayatta hangi şansları olur?”

Ayla’nın gözleri doldu. Bu teklifin ne anlama geldiğini biliyordu. Bu, sınıflararası bir köprü kurmak demekti. Patron-hizmetçi ilişkisinden, çocuk yetiştirme konusunda ortak olan iki yetişkine dönüşmek.

“Ya insanlar ne der?” diye sordu Ayla.

“Biliyor musun, bugün çocuklarımla vakit geçirirken ne fark ettim? En mutlu olduğum an, onların mutlu olduğu andı. Toplumun ne dediği artık umurumda değil. Bu çocukların ne hissettiği umurumda.”

Bu sözler Ayla’nın kalbini eritti. Ama endişeleri vardı. “Ben sadece bir hizmetçiyim. Size babalık öğretecek bilgim var mı?”

“Bugün senin çocuklarla kurduğun bağı gördüm. Sen onları öz annen gibi seviyorsun. Bu hiçbir okula para vererek öğrenilemez. Bu kalpten gelir.”

Ayla, Tarık’ın samimiyetini hissediyordu ama hala çekiniyordu.

“Eğer bu teklifi kabul edersen,” dedi Tarık, “artık sadece hizmetçi olmayacaksın. Sen bu çocukların ikinci annesi olacaksın ve ben de öğrenmeye çalışan bir baba.”

“İkinci anne mi?” Bu kelimeler Ayla’nın yüreğine dokundu. Kendi çocuklarını kaybettikten sonra hiç anne olabileceğini düşünmemişti. “Evet, bu çocuklar ikimize birden ihtiyaç duyuyor. Sen onlara anne şefkatini verirsin, ben de baba sevgisini vermeye çalışırım. Birlikte onlara gerçek bir aile ortamı sağlarız.”

Tarık, Can’ın saçlarını okşayarak devam etti: “Senin kendi çocukların olduğunu biliyorum. Onları kaybettiğini de.”

Ayla irkildi. “Bu konuyu nasıl biliyorsun?”

Mehmet anlattı. “Ben anlıyorum o acıyı. Elif’i kaybettiğim gibi. Belki biz birbirimizin yaralarını iyileştirirken bu çocuklara da sahip çıkarız.”

Bu teklif Ayla için çok büyüktü ama aynı zamanda anlamlıydı. Bu çocuklar onun da çocukları gibi olmuşlardı zaten.

“Eğer kabul edersem sizden bir şey isteyeceğim,” dedi Ayla. “Gerçekten değişeceğinize söz verin. Bu çocuklar bir kez daha hayal kırıklığına uğrayamaz.”

Tarık, Ayla’nın gözlerinin içine bakarak cevap verdi: “Söz veriyorum, bu kez farklı olacak.”

Akşam vakti üç çocuk da uyumuştu. Tarık ve Ayla bahçede otururken, bu yeni ortaklığın detaylarını konuşuyorlardı. İkisi de biliyordu ki bu karar hayatlarını tamamen değiştirecekti.

Altı ay sonra aynı bahçede, aynı güneş ışığında ama tamamen farklı bir sahne vardı. Tarık, Can’ı havuza atmadan önce güldürmeye çalışıyordu. Cem, Ayla’nın kucağında masalını bitirmesini bekliyordu. Ceren ise yeni öğrendiği kelimelerle “Baba Ayla” diye bağırarak koşuyordu.

Bu değişim mucizevi gibiydi. Üçüzler artık çok daha canlı, daha konuşkan, daha güvenli çocuklardı. Can babasını görünce koşup sarılıyordu. Cem her akşam Tarık’ın kucağında uyumak istiyordu. Ceren ise hem babasının hem de Ayla’nın ellerini tutup onları odalarına götürüyordu.

Tarık, iş programını tamamen değiştirmişti. Artık sabahları çocuklarla kahvaltı ediyor, öğle aralarında eve gelip onlarla oyun oynuyor, akşamları yatmadan önce masallar anlatıyordu. İş seyahatleri minimuma inmişti çünkü en büyük projeleri evdeydi.

Bir gün Ayla, “Tarık Bey,” dedi, “geçen hafta şirketin insan kaynakları müdürü aradı. Çalışanlar için kreş açılması fikrinizi çok beğendiler.”

Tarık gülümsedi. “Artık anlıyorum ki çalışanlarımın da çocukları var. Onlar da benim gibi baba. Eğer onlara destek olursak hem onlar mutlu olur hem de şirket daha başarılı olur.”

Bu değişim yalnızca ev hayatıyla sınırlı kalmamıştı. Tarık’ın iş yaklaşımı da değişmişti. Artık projelerinde sadece karlılığa değil, o binaları kullanacak ailelerin ihtiyaçlarına da odaklanıyordu. Çocuk parkları, oyun alanları, aile dostu mekanlar… Her detayında kendi çocuklarıyla yaşadığı deneyimlerin izleri vardı.

Ayla, Tarık’ın kucağında salladığı Can’a, “Sana teşekkür ederim,” dedi.

“Ne için?” diye sordu Tarık.

“Bana gerçek zenginliğin ne olduğunu öğrettiğin için. Banka hesabımdaki paralar değil, bu çocukların gülüşleri beni zengin yapıyor.”

Ayla’nın gözleri doldu. Bu altı ayda yalnızca Tarık değil, kendisi de değişmişti. Kayıp çocuklarının acısı hala kalbinde vardı ama artık bu acı onu yıkmıyor, güçlendiriyordu. Can, Cem ve Ceren’e olan sevgisi, kendi annelik duygularını iyileştirmişti.

“Tarık Bey, aslında teşekkür etmesi gereken benim. Bu çocuklar benim kalbimi iyileştirdi, biliyorum,” dedi Ayla.

“Ve bu yüzden sen artık bu ailenin bir parçasısın. Hizmetçi değil, bu çocukların ikinci annesi,” dedi Tarık.

Bu cümleyi her duyduğunda Ayla’nın içi ısınıyordu. Toplumsal sınıflar, önyargılar, maddi farklılıklar… Hiçbiri bu ailenin kurduğu sevgi bağından daha güçlü olmamıştı.

Bir gün Ceren, “Baba!” diye bağırarak Tarık’ın bacaklarına sarıldı. Ayla “Anne park mı istiyorsun?” dedi kızını kucağına alarak.

“O zaman hep birlikte gidelim,” dedi Tarık.

Bu sahne, altı ay önceki soğuk, sessiz evden ne kadar farklıydı. Artık bu ev gerçek anlamda bir aile eviydi; gülüşlerle, sevgiyle, paylaşımla dolu.

Mehmet bahçeye girdiğinde bu manzarayı gördü ve içten içe gülümsedi. “Patron, araba hazır.”

“Teşekkürler Mehmet. Ama artık patron demene gerek yok,” dedi Tarık.

Mehmet şaşırdı. “Ama sana soruyorum, gerçek bir aile babası ile başarılı bir iş adamı olmak arasında ne fark var?”

“Hiç fark yok galiba. İkisi de büyük sorumluluk gerektiriyor.”

“Aynen öyle. Ve ben her ikisinde de başarılı olmaya karar verdim.”

Parkta, arabanın içinde çocukların sesleri, Ayla’nın şarkıları, Tarık’ın kahkahaları yankılanıyordu. Bu ses, altı ay önce bu arabada hiç duyulmamış bir sesti: mutluluk sesi.

Parkta Tarık çocuklarını salıncakta sallıyor, Ayla onlarla saklambaç oynuyor, üçüzler babalarının ve annenin etrafında koşuyordu. Bu sahneyi gören diğer aileler de gülümsüyordu.

Akşam eve döndüklerinde çocukları yatırırken Tarık her birinin alnından öptü: “İyi geceler Can benim cesur oğlum. İyi geceler Cem benim gülüşüm. İyi geceler Ceren benim prensesim.”

Bu hikaye, bizi hayatta gerçekten zengin yapanın ne olduğunu düşündürdü: biriktirdiğimiz mallar mı, yoksa dokunduğumuz kalpler mi?

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News