Kadın Yarbay | Yemeğini Başına Döktüler | Ama O’nun Gerçek Rütbesi Şok Etti!
.
.
Bölüm 1: Hakkari’nin Soğuk Kışında
Hakkari’nin kışı, insanın kemiklerini sızlatan jilet gibi keskin bir soğukla bastırmıştı. Cilo dağlarının heybetli karla kaplı zirveleriyle çevrili bu vadi, adeta devasa bir buzdolabı gibiydi. Soğuk hava bir kez içeri dolduğunda bir daha asla dışarı çıkamazdı. Burası vatanın en çetin, en zorlu köşelerinden biriydi. Aynı zamanda Dağların Fatihi, namıyla anılan 7. Komando Tugayı’nın, sınırın çelik kalkanının konuşlandığı yerdi.
Dağların Fatihi Tugayı, adına yaraşır şekilde, sarsılmaz cesareti ve çelik gibi iradesiyle her zaman gurur duyardı. Ancak ışığın olduğu her yerde mutlaka gölgeler de olurdu. Tugay’ın kalbinde, tüm lojistik ve idari işlerin yönetildiği merkezde, kendisine “başa” lakabını takmış biri vardı: Albay Fikret Görgün. Tugay’a bağlı tüm birimlerin komutanı olarak elinde muazzam bir güç topluyordu ve bu ıssız vadinin ortasında kendisine ait küçük bir krallık kurmuştu.
Bu krallık, Altın Hilal adıyla bilinen sadık adamlardan oluşan bir grup tarafından ayakta tutuluyordu. Fikret’in sağ kolu Yarbay Kenan Sancak’tı. Şeytanın aklına gelmeyecek kadar kurnaz bir adamdı. Yolsuzluklarını gizlemek için her türlü evrakta sahtecilik yapar, defterleri ustalıkla karıştırır, tüm izleri silerdi. Kırlı işlerin saha sorumlusu ise Binbaşı Tufan Ezer’di. Devasa cüssesi ve ağzından düşürmediği küfürleriyle tanınan bu adam, Albay Fikret Görgün’ü rahatsız etmeye cüret eden herkesi yola getirmekle görevliydi. Grubun en genci Yüzbaşı Serkan Atalay ise disiplini sağlama bahanesiyle yeni mezun teymenlere kan kusturuyordu. Bu sayede Altın Hilal’in gücünü herkese gösterir, onların küçük dünyasını daha da sağlamlaştırırdı.
Bu çete, birliğin akaryakıtını hortumlayıp dışarıda satıyor, askerlere dağıtılması gereken en yeni model botları ve kışlık kamuflajları depolarda çürümeye yüz tutmuş eski malzemelerle değiştirip aradaki farkı cebe indiriyordu. Hatta Mehmetçik’in tabağında olması gereken kaliteli yemekler bile kendi ziyafet sofralarını süslemek veya yakındaki restoranlara satılmak için çalınıyordu. Askerler o dondurucu soğukta nöbet tutarken kupkuru bir bulgur pilavını tatsız tuzsuz bir çorbayla yutmaya çalışıyordu. Ancak onların çektiği bu çile, Albay Fikret Görgün ve Altın Hilal’in cepleri için besleyici bir kaynağa dönüşüyordu.

Bölüm 2: Yeni Atama
Yılın sonlarına doğru, kuru ayazın her zamankinden daha sert estiği bir akşamüstü, bu sarsılmaz gibi görünen yolsuzluk krallığının duvarlarında küçük bir çatlak belirmeye başladı. Kolordu komutanlığından Tugay’a yeni bir atama emri gönderilmişti. Yarbay Elif Kılıç, bugünden itibaren harekat ve eğitim şube müdürlüğü görevine atanmıştır.
Makamında Albay Fikret Görgün, Yarbay Kenan Sancak’ın getirdiği dosyaya kibirli bir bakış attı. Fotoğraftaki kadının saçları sıkıca topuz yapılmıştı. Yüzünde makyaj yoktu. Gözleri zeki ve keskin görünüyordu. “Elif Kılıç ha. Belli ki Harp Akademisi mezunu. Savaş görmüş birliklerde dirsek çürütmüş. Sonra da buraya bizim yanımıza postalanmış,” diye düşündü.
Fikret dosyayı masanın üzerine fırlatırken alaycı bir şekilde güldü. “Yine bir tam da bu erzak deposunun ortasına atmışlar. Ne olacak ki bir kadın subaydan?” Ses tonu, kadın askerlere karşı duyduğu derin aşağılamayı ve kendi topraklarına adım atan bu yabancıya karşı duyduğu bariz rahatsızlığı yansıtıyordu.
Yarbay Kenan Sancak, yağcı bir gülümsemeyle, “Duyduğuma göre eski birliğinde fazla kuralcıymış. Bu yüzden meslektaşlarıyla sürekli sürtüşme yaşarmış. Herhalde o yüzden bu kuş uçmaz kervan geçmez yere sürdüler,” dedi.
Bölüm 3: İlk Gün
Yarbay Elif Kılıç, harekat ve eğitim şube binasının önünde duruyordu. Yoğun bir mazot ve toprak kokusu onu karşıladı. Gözlerini hafifçe kapadı, derin bir nefes aldı. Havada asılı kalan şey sadece toz değildi; uzun zamandır birikmiş ve patlamayı bekleyen bir çürümenin kokusuydu. Onun asıl kimliği doğrudan Genelkurmay Teftiş Kurulu Başkanlığına bağlı Kılıç Timi olarak bilinen özel bir soruşturma ekibinin başkanıydı. Rütbesi yarbay değil, tüm generaldi.
Gökyüzünde parlayan parlak bir yıldız gibi doğrudan Genelkurmay Başkanının emriyle hareket ediyor, ordunun en derin ve en karanlık yaralarına neşter vurmakla görevliydi. Son zamanlarda Teftiş Kuruluna Dağların Fatihi Tugayında görev yapan askerlerden çok sayıda isimsiz mektup gelmişti. Mektuplarda kışlık teçhizatın eksik dağıtılması nedeniyle soğuk yanı vakalarının arttığı, yemek kalitesinin çevre birliklere göre çok daha düşük olduğu iddia ediliyordu. Ancak Tugay içinde yapılan tüm denetimlerde herhangi bir anormallik rapor edilmemişti. Açıkça görülüyordu ki devasa bir güç gerçeğin üzerini örtüyordu.
Sonunda kurul başkanı ve Genelkurmay Başkanının çok gizli onayıyla, tüm General Elif Kılıç bizzat göreve el koymaya karar verdi. Eski bir muharebe birliği komutanken aldığı bir yaranın nüksetmesi nedeniyle uzun süreli tedavi iznine ayrıldığına dair sahte bir dosya hazırlattı. Ve bu süre zarfında kimsenin dikkatini çekmeyen bir harekat şube müdürü Yarbay Elif Kılıçlığına girerek bu çürümüş yuvanın tam kalbine adım attı.
Bölüm 4: İlk Karşılaşma
Yarbay Elif Kılıç, göreve başlamak için geldiğinde, tabur komutanının odasına girdi. Yüzü yağlı sevimsiz bir adam olan tabur komutanı gönülsüzce ayağa kalktı. Altın Hilal’in bir üyesiydi. “Hoş geldiniz yarbayım. Yolunuz zorlu geçmiştir. Bizim birliğimiz biraz meşakkatlidir ama burada herkes birbiriyle abi kardeş gibidir. Umarım iyi anlaşırız,” dedi. Sözlerinde samimi bir karşılama sıcaklığı yoktu. Aksine, başımıza bela olma diyen soğuk bir uyarı gizliydi.
Elif sadece belli belirsiz bir tebessümle karşılık verdi ve odasına doğru yürüdü. Eski metal bir masa, yıpranmış bir sandalye. Pencereden askeri kamyonların ve forkliftlerin telaş içinde hareket ettiği tatbikat alanı görünüyordu. Bu hareketliliğin içinde ne kadar yalan ve açgözlülük saklıydı.
Göreve başladığı ilk gün, Binbaşı Tufan Ezer, Kabadayı bir tavırla ofisine geldi. Kapıyı çalmadan tekmeyle açarak içeri daldı ve kalın bir dosya yığınını masasına fırlattı. “Yeni yarbay işe hemen adapte olmalı değil mi? İşte geçen 3 ayda hurdaya ayrılan askeri malzemelerin listesi. Bütün miktarları ve türleri tek tek karşılaştır. Tutarlı olup olmadığını kontrol et ve akşama kadar bana rapor ver,” dedi.
Açıkça kötü niyetli bir iş emriydi. Binlerce kalem malzemenin elle karşılaştırılması günler sürebilirdi. Amacı, yeni subayın duruma hakim olmasını sağlamak değil, anlamsız bir işte ona göz dağı vermekti. “Anlaşıldı. Emriniz bin başım,” dedi Elif. Yüzünde en ufak bir değişiklik olmadan cevap vermesi Tufan’ı şaşırttı. Bu itaatkar tavır Tufan’ın dudağının kenarında aşağılayıcı bir gülümsemeye neden oldu. “Kadından da ancak bu beklenir,” diye düşündü ve arkasını dönüp gitti.
Bölüm 5: İlk İzlenimler
Ama o odadan çıkar çıkmaz Elif’in bakışları anında buz kesti. Dosya yığını açmadı. Bunun yerine gözlerini odanın köşesinde sessizce çalışan bir assubaya çevirdi. Üzerinde solmuş bir kamuflaj olan, yüzünde dünyadaki her şeye karşı kayıtsız bir ifade taşıyan bir adamdı. Bu, lojistik bölümünün her şeyi bilen adamı olarak tanınan başçavuş Murat Demir’di.
“Başçavuş Demir. Emredin komutanım,” dedi Başçavuş Murat gönülsüzce ayağa kalktı. Bu odadan kim bilir kaç subayın gelip geçtiğini görmüştü. Adalet ateşiyle yanan idealist genç subaylar. Sonra gerçeğin duvarına toslayıp ya bu yolsuzluğa ortak olan ya da çaresizce buradan ayrılanlar. Onun gözünde Elif Kılıç da onlardan sadece biriydi.
“Mehmetçik’in botlarının durumu nedir?” diye sordu Elif. Beklenmedik bir soruydu. Normalde yeni subaylar önce işlerin devrini veya birliğin genel durumunu sorardı. Ama Elif Kılıç en alt rütbedeki askerlerin ayaklarını sormuştu. “Yönetmeliklere uygun şekilde dağıtımı yapılıyor, komutanım,” dedi Başçavuş Murat kitabi bir cevap verdi.
“Öyle mi? Buraya gelirken Nizamiye’deki nöbetçi askeri gördüm. Botunun tabanı neredeyse tamamen erimişti. Kış tatbikatı yaklaşıyor. O botlarla dayanabilir mi sence?” Elif’in sesi alçaktı ama içinde keskin bir bıçak gizliydi. Başçavuş Murat bir an duraksadı. Nutku tutuldu. Bu kadının gözleri ayaklarına bakarken sanki her şeyi delip geçiyordu. “Herhalde kişisel kullanım hatasıdır komutanım,” dedi.
“Peki ya yemekler? Höle yemeğinde menüde ne vardı?” diye sordu Elif. “Kıymalı bulgur pilavı ve yanında etli sebze yemeği vardı komutanım,” dedi Başçavuş Murat. “Yemekhanenin önünden geçerken tabaklardaki çorbada birkaç parça sebzeden başka bir şey göremedim. Etten eser yoktu. Bu yemekte askerlerin eğitim görevlerini tamamlayacak gücü olur mu?”
Başçavuş Murat dudaklarını sımsıkı kapattı. Bu kadında çok farklı bir şey vardı. Gelip geçici, çaresiz bir subay değildi. Cevap vermek yerine sessiz kalmayı tercih etti. Elif daha fazla soru sormadı. Cevabı zaten biliyordu. Tekrar Tufan’ın fırlattığı dosya yığınına baktı. Bu sadece bir kağıt yığını değildi. İçinde bu çürümüş krallığı yıkacak ilk ipucu kesinlikle saklıydı.
Bölüm 6: Gece Çalışmaları
O gece herkes gittikten sonra Elif ofiste tek başına kaldı. Dosyaları karşılaştırmak yerine askeri dizüstü bilgisayarını açtı. Sadece teftiş kurulu başkanlarına özel en yüksek güvenlik seviyesine sahip erişim kodunu girdi. Milli savunma lojistik veri sisteminin Milves tüm veri tabanına açılan bir kapı aralandı. Dağların Fatihi Tugayı’nın son 3 yıllık tüm depo giriş ve çıkış kayıtlarını indirmeye başladı. Sonra da Tufan’ın verdiği hurda malzeme listesiyle çapraz analiz yaptı. Sessiz odada sadece bilgisayarın fan sesi duyuluyordu. Parmakları klavyede dans ediyor, sayısız veri bir şelale gibi ekrandan akıyordu ve sonunda gözleri bir noktada durdu. Yeni nesil MPT 76 piyade tüfeği 300 adet. Hurdaya ayrılma nedeni namlu hatası.
Elif’in dudaklarında soğuk bir gülümseme belirdi. 300 adet sıfır piyade tüfeği hepsi aynı nedenle hurdaya ayrılmış. Muharebe birliği silah kullanmış olan herkes bunun kesinlikle normal bir durum olmadığını bilirdi. Hemen telefonunu kaldırdı. Başçavuş Murat’ın dahili numarasını tuşladı. Mesai saati çoktan bitmişti ama şansını denemek istedi. Birkaç çalıştan sonra hattın diğer ucundan uykulu bir ses geldi. “Alo, kimsin?” “Ben Yarbay Elif Kılıç. Başçavuşum, ağlağa birlikte misin?” “Tam çıkıyordum komutanım.”
“Bir dakika. Deponun anahtarları sende mi?” Hattın diğer ucunda uzun bir sessizlik oldu. Başçavuş Murat’ın içine bir his doğmuştu. Bu kadın Pandora’nın kutusunu açmak üzereydi ve ondan o kutunun anahtarını istiyordu. “Eğer kabul ederse o da Altın Hilal’in düşmanı olacaktı.” “Hurdaya ayrılan yeni nesil piyade tüfeklerini kontrol etmemiz gerekiyor.” Elif’in sesi kararlıydı. İçinde reddedilmeye tahammülü olmayan bir irade gizliydi.
Başçavuş Murat bir an tereddüt etti. Her gün karşılaştığı yorgun genç askerlerin yüzleri ile Altın Hilal’in açgözlü gülümsemeleri zihninde gidip geliyordu. Derin bir iç çekti. “Anlaşıldı komutanım.” 2 numaralı lojistik deponun önünde bekliyorum. 5 dakikaya oradayım. Telefonu kapattıktan sonra Elif ayağa kalktı. Pencerenin dışında zifiri karanlık çökmüştü. Dağ rüzgarının pencereden sızan ultusu büyük bir fırtınanın başlangıç müziği gibiydi. Onun savaşı daha yeni başlıyordu.
Bölüm 7: Depodaki Gerçekler
Gece zifiri karanlıktı. Ay ışığı bile bulutların arkasına saklanmıştı. 2 numaralı lojistik deponun devasa demir kapısı, Başçavuş Murat’ın elindeki anahtar demetiyle açılırken gıcırdadı. İçeriden yoğun bir toz ve makine yağı kokusu yayıldı. Elif hiç tereddüt etmeden içeri girdi. Başçavuş Murat endişeli gözlerle etrafı kolaçan ederek onu takip etti. “Bu tarafta komutanım.” Murat el fenerini deponun bir köşesine tuttu. Dağ gibi yığılmış ahşap sandıklar ortaya çıktı. Sandıkların üzerinde hurdaya ayrılacak malzeme yazan kırmızı bir damga vardı.
“İşte bunlar. Hepsi namlu hatası nedeniyle iade edilen MPT 76 piyade tüfekleri.” Elif sessizce bir sandığa yaklaştı. Levye ile kapağını açtı. Dikkatle temizlenmiş silahların soğuk metal parıltısı karanlıkta parladı. Dışarıdan bakıldığında hepsi yeni ve sorunsuz silahlardı. Alışkın hareketlerle birini aldı, mekanizmayı çekti, nişangahı ve arpacığı kontrol etti. “Silahtan anlar mısın, başçavuş?” “Anlamaktan öte gençliğim onlarla geçti, komutanım.” Başçavuş Murat’ın cevabında gurur ve burukluk karışımı bir duygu vardı.
Silahı Elif’in elinden aldı. Dikkatle namlunun içine baktı. Yir ve setler yepyeniydi. En ufak bir aşınma yoktu ve hata olarak adlandırılabilecek hiçbir kusur bulunmuyordu. Tamamen normal. Hatta sıfır gibi. “Elbette öyle. Çünkü bu silahlar aslında hurdaya ayrılmak için değil.” Elif diğer sandıkları da birer birer açtı. Sonuç aynıydı. 300 silahın tamamı mükemmel durumdaydı. Kağıt üzerinde bunlar çoktan hurdaya ayrıldı ve yakında bu depodan yok olacaklar. Muhtemelen silah kaçakçılarına satılacaklar. Yerine ise miadı dolmak üzere olan eski G3’ler konulacak.
Sesi sakindi ama söyledikleri inanılmaz derecede sarsıcıydı. Ordunun canı sayılan silahların büyük miktarda kaçırılması artık basit bir askeri malzeme yolsuzluğu değil, neredeyse vatan hainliğiydi. Başçavuş Murat donup kalmıştı. Dili tutulmuştu. Durumu belli belirsiz tahmin etse de gerçek hayal gücünün çok ötesindeydi. “Bu nasıl olabilir? Sadece Albay Fikret Görgün bunu tek başına yapamaz.” Tugay’ın lojistik kurmay başkanına, hatta kolordu veya daha üst seviyelere uzanan devasa bir ağ.
Bölüm 8: Tuzağa Düşmek
Başçavuş. Sen bu ağın tam merkezindesin ve her şeyi gördüm. Elif’in gözleri başçavuş Murat’ın gözlerinin içine baktı. Bu bir soru değil. Bir teyitti. “Sen de gerçeği biliyordun değil mi?” diyen sessiz bir soruydu. Başçavuş Murat başını öne eğdi. “Ben hiçbir şey görmedim, komutanım.” “Görmemiş gibi davranmak kendini ve aileni korumanın bir yolu değil mi? Anlıyorum. Ama Başçavuş Murat, eğer bu silahlar düşmanın eline geçerse namluları kime dönecek? Anda oğlunun ve bizim evlatlarımızın hizmet ettiği bu vatanın ön cephelerine.”
Bu sözler Başçavuş Murat’ın kalbine bir hançer gibi saplandı. O sadece sıradan bir assubaydı. Tek amacı yolsuzluk yapan üstlerini kızdırmadan askerlik görevini emeklilik gününe kadar sağ salim tamamlamaktı. Ama Elif’in sözleri bir askerin son onurunu ve vicdanını kökünden sarsmıştı. Elif ona daha fazla baskı yapmadı. Silahı sandığa geri koydu. Telefonunu çıkardı ve fotoğraf çekmeye başladı. Sandıklardaki silahlar, sandıkların üzerindeki seri numaraları, deponun genel görünümü hepsini kanıt olarak kaydetti.
Çekimi bitirdikten sonra Başçavuş Murat’a döndü. “Bu gece sen ve ben hiç burada olmadık. Anladın mı?” “Anlaşıldı, komutanım.” O günden sonra Elif’in durumu daha da zorlaştı. Fikret Görgün, Elif’in peşinde olduğunu anlamıştı. Onun için bir tuzak kurmak gerekiyordu.
Bölüm 9: Yemekhanedeki Oyun
Ertesi öğlen, dağların Fatihi Tugayı’nın yemekhanesi her zamanki gibi gürültülü ve hareketliydi. Eğitimden yeni dönen yüzlerce asker yemek tezgahının önünde uzun kuyruklar oluşturmuştu. Yemekhaneyi, konuşma sesleri, kahkahalar ve yemek kokusu dolduruyordu. Ama bu canlı atmosferin ortasında tuhaf bir gerginlik hissediliyordu. Yarbay Elif Kılıç’ın Albay Fikret Görgün’ün odasına girip taş gibi bir yüzde çıktığı dedikodusu bir gecede tüm birliğe yayılmıştı.
Elif tek başına yemek tepsisini alıp gözden uzak bir köşeye oturdu. Kimse onun yanına oturmaya cesaret edemiyordu. Etrafındaki boşluk görünmez bir duvarla çevrili bir ada gibiydi. Sessizce yemeğini yemeye başladı. Bugünkü menü de dünkü gibiydi. Sulu bir bulgur pilavı ve yanında ne olduğu belirsiz bir et yemeği. Tam o sırada yemekhanenin kapısı ardına kadar açıldı. Albay Fikret Görgün, Altın Hilal çetesini arkasına takmış, heybetli bir şekilde içeri girdi. Yemekhanedeki tüm gürültü anında kesildi.
Askerler programlanmış gibi aynı anda ayağa kalktı. Sert bir seste, “Sağ ol,” diye bağırdı. Fikret kibirli bir şekilde karşılık verdi. Gözlerini yemekhanede gezdirdi. Bakışları köşede tek başına oturan Elif’in üzerinde durdu. Yüzünde acımasız bir gülümseme belirdi. Avını bulmuş bir avcının gülümsemesiydi bu. Fikret ve adamları yemek almadan doğrudan Elif’in masasına yürüdüler.
Bölüm 10: Aşağılamalar ve İntikam
Güm güm güm. Botlarının yemekhane zemininde çıkardığı ses, sanki herkesin kalbine baskı yapıyordu. Masasının etrafını sardılar. İlk konuşan Yarbay Kenan Sancak oldu. Alaycı bir ses tonuyla konuştu. “Yarbay Elif Kılıç, yemekler ağız tadınıza uygun mu acaba? Bizim dağların Fatihi Tugayı’nın askerleri afiyet değer. Bilmem sizin damak zevkiniz mi biraz nazlı?” sözleri, Binbaşı Tufan Ezer ve Yüzbaşı Serkan Atalay’ı kahkahalara boğdu.
Bu küstahça bir alaydı. Elif kaşığını bıraktı. Yavaşça başını kaldırdı. Kenan değil, doğrudan Fikret Görgün’e baktı. “Albayım, bir meseleniz varsa lütfen yemekten sonra konuşalım.” Askerler bakıyor. Sesi son derece sakindi ama içinde haddini aşma diyen açık bir uyarı vardı. Ancak bu uyarı Fikret Görgün’ün kibrini daha da kamçıladı. Ayağa kalktı. Elif’e bir adım daha yaklaştı. Gözleri öfkeden kan çanağına dönmüştü. “Sen kimsin de bizim dağların Fatihi Tugayını teftiş etmeye kalkarsın? Ha?”
Ve hemen ardından korkunç bir şey oldu. Fikret Görgün, yemek tepsisini Tufan’ın elinden kaptı ve doğrudan Elif’in başına boşalttı. “Şlap!” Yemek suyu ve bulgur taneleri bir şelale gibi başından, yüzünden ve omuzlarından aşağı döküldü. Sıkıca toplanmış saçları şimdi iğrenç bir şekilde yapış yapış olmuştu. Beyaz bulgur taneleri yanağına yapışmış, sıcak yemek suyu boynundan aşağı süzülüyordu. Yemekhanedeki her şey donmuş gibiydi. Zaman durmuştu.
Yüzlerce asker şok ve dehşet içinde gözlerinin önünde olanlara inanamayarak kaskatı kesilmişti. Fikret Görgün boş tepsiyi yere fırlattı. Deli gibi kahkahalar atmaya başladı. “A a şunun haline bakın. İşte haddini bilmeyen bir karının sonu budur. Hepiniz iyi bakın. Bundan sonra kim bana karşı gelmeye cüret ederse sonu böyle olur.” Kenan Sancak, Tufan Ezer ve Serkan Atalay da kahkahalarla gülmeye başladı. Aşağılayıcı ve alaycı kahkahalar.
Kahkahaları bir şeytan ilahisi gibi yemekhanede yankılanıyordu. Elif hareket etmedi. Sadece orada durdu. Yemek artıklarının başından aşağı süzülmesine izin verdi. Aşağılanma, öfke, utanç. Tüm duygular bir fırtına gibi içinde kabarıyordu ama yüzünde hiçbir şey belli olmuyordu. Sanki duyguları felç olmuş gibiydi. Onun bu sessizliği Altın Hilal tarafından bir teslimiyet olarak anlaşıldı.
Bölüm 11: Sessiz Direniş
Bu kadının tamamen çöktüğünden emindiler ama bilmiyorlardı ki fırtınadan önceki sessizlik en korkunç olanıydı. Ne kadar zaman geçmişti? Uzun sonsuz bir sessizlikten sonra Elif yavaşça başını kaldırdı. Yüzü yemek artıklarıyla kaplıydı ama o artıkların arasından parlayan gözleri bambaşka bir ışık saçıyordu. İçinde öfke ya da acı yoktu. Sadece her şeyi dondurabilecek son derece soğuk bir ifade vardı.
Dudaklarında çok hafif bir gülümseme belirdi. İnsanın tüylerini diken diken eden tuhaf ve korkutucu bir gülümsemeydi. Elini kaldırdı. Yanağına yapışmış bir bulgur tanesini sildi. Sonra alçak ama yemekhanedeki herkesin duyabileceği kadar net bir sesle Fikret Görgün’e konuştu. Fikret’in kahkahası anında kesildi. “Şimdi, söyleyeceklerimi iyi dinle.” Üzerinden yayılan yemek kokusunu aldırmadan ona doğru bir adım attı.
Ama orası Fikret Görgün’ü tamamen ezici bir üstünlüğe sahipti. “Bu an hayatının sonuna kadar hatta ölene dek pişman olacağın an olacak.” Sözlerinde ölümcül bir tehdit vardı. Fikret Görgün içgüdüsel olarak bir adım geri çekildi. Bu kadının bakışları, zihninde bir şeylerin yanlış olduğuna dair içgüdüsel bir uyarı çaktı. “Sen sen ne diyorsun?” Binbaşı Tufan Ezer öne atılıp bağırdı. Ama Elif ona bakmadı bile. Gözleri sadece Fikret Görgün’e kilitlenmişti.
“Benim kim olduğumu biliyor musun?” Elini üniformasının iç cebine soktu ve oradan eski bir deri cüzdan çıkardı. Herkesin gözü onun elindeki cüzdana çevrildi. Elif cüzdanı açtı. İçinden bir kimlik kartı çıkardı ve Fikret Görgün’ün önüne fırlattı. “Şu kör gözlerinle iyi bak bakalım. Kimin kafasına çöp döktüğünü gör.” Fikret Görgün gönülsüzce kimliğe baktı. Fotoğrafta açıkça Elif’in yüzü vardı ama gözleri, fotoğrafın yanındaki isim ve rütbeyi okuduğunda göz bebekleri sanki deprem oluyormuş gibi şiddetle titremeye başladı.
Bölüm 12: Gerçekler Ortaya Çıkıyor
Nefesi kesildi. Vücudundaki kan donmuştu. Kimlik kartında yazan rütbe yarbay değildi. Orada tüm general rütbesinin parlayan iki yıldızı net bir şekilde basılıydı. Ve isim ve görev kısmında şunlar yazıyordu: “Tüm General Elif Kılıç, Genelkurmay Teftiş Kurulu Başkanı.” Zaman durmuştu ya da belki sadece zaman akıyordu. Dünyadaki her şey donmuştu. Yemekhanedeki yüzlerce asker nefes almayı unutmuştu. Gözleri inanılmaz bir şok ve hayretle önlerindeki manzaraya kilitlenmişti.
Bakışları tek bir noktada toplanmıştı. Albay Fikret Görgün’ün elindeki üzerinde inanılmaz kelimelerin yazdığı kimlik kartında Tüm General Elif Kılıç, Genelkurmay Teftiş Kurulu Başkanı, iki yıldız. Onun gibi kıytırık bir albayın başını kaldırıp yüzüne bakmaya bile cesaret edemeyeceği bir rütbe. Fikret Görgün’ün beyni gerçeği kabul etmeyi reddediyordu. Gözleri kimlikteki yazıları tekrar tekrar okudu ama sonuç değişmedi.
“Retinasına kazanan harfler alaycı bir şekilde onun kibrini ve inşa ettiği her şeyi yerle bir ediyordu. Sahte. Bu sahte.” Ağzından dökülen kelimeler anlamsız bir fısıltıdan ibaretti. “Sahte mi? Bunun sahte bir kimlik olduğunu mu düşünüyorsun?” Elif’in sesi zihnini delen bir buz matkabı gibi soğuktu. “Ağla korkunç bir haldeydi. Başı ve yüzü yemek artıklarıyla kaplıydı. Ama kimse onun pis olduğunu düşünmeye cesaret edemiyordu. Aksine bu görüntü çürümenin sembolü olan Fikret Görgün’ün asil bir varlığa yaptığı bir saygısızlık gibi duruyordu.”
Ondan yayılan aura rütbelerin ötesindeydi. Bir varlığın mutlak heybetiydi. “Peki eğer gözlerin gördüğüne inanmıyorsa kulakların teyit etsin.” Elif üzerinden bir uydu telefonu çıkardı. Bu telefon sadece en üst düzey askeri komutanlara verilen, hiçbir parazitten etkilenmeyen doğrudan bir hattı. Alışkın bir şekilde numarayı tuşladı ve hoparlörü açtı. Dığt dıt. Kısa bir çalıştan sonra hoparlörden telaşlı bir ses geldi. “Emredin komutanım.”
“3. Ordu komutanı Korgeneral Ahmet Yılmaz dinlemedi. Hayırdır komutanım? Bir sorun mu var?” 3. Ordu komutanı. Dağların Fatihi Tugayı’nın en üst komutanı. Fikret Görgün için Tanrı gibi bir varlık. Ve o ordu komutanı komutanım diye hitap ediyordu. Anne babasından telefon alan bir çocuk gibi gergin görünüyordu. Yemekhanedeki tüm subaylar ve askerler o sesin kime ait olduğunu biliyordu. Şokları artık dehşete dönüşmüştü.
Elif’in dudakları soğuk bir şekilde aralandı. “Ben Genelkurmay Teftiş Kurulu Başkanı Tüm General Elif Kılıç.” Sesi her zamanki gibi sakindi ama içinde Hakkari kışından daha sert bir soğukluk barındırıyordu. “Korgeneral Yılmaz, derhal Tugay’ın tüm askeri inzibat gücünü 5 dakika içinde yemekhaneye toplasın. Gözümün önüne gelmeniz için tam 300 saniyeniz var. Bir saniye gecikirseniz ilk önce sizin kelleniz uçar. Bu bir emirdir.”
“Anlaşıldı komutanım. Derhal harekete geçiyorum.” Arz ederim. Ordu komutanının sesi neredeyse bir çığlıktı. Telefon kapanır kapanmaz ağır bir sessizlik yine yemekhaneyi kapladı. Fikret Görgün ancak şimdi bunun bir rüyaya da sahte olmadığını anladı. Ne yapmıştı o? Kime dokunmuştu? Ayakları titremeye başladı. Az önceki tüm dünyayı elinde tutuyormuş gibi görünen kibirli hali iz bırakmadan kaybolmuştu. Geriye sadece tüm vücudunu yöneten ilkel bir korku kalmıştı.
Bölüm 13: Kaçış ve Sonuç
Gözleri Altın Hilal üyelerine döndü. Yarbay Kenan Sancak’ın yüzü bembeyazdı. Tek bir damla kan kalmamıştı. En zeki olanlarıydı. Durumu anladığında hayatta kalmak için Fikret Görgün ile olan tüm bağlarını koparmanın yollarını çılgınca arıyordu. Devasa cüsseli Binbaşı Tufan Ezer kontrolsüz bir şekilde titriyordu. Beyni karmaşık düşünceleri reddediyor, kafasını sadece tek bir düşünce dolduruyordu. “Boku yedik.” Yemek tepsisini Elif’in başına döken kendi ellerine lanet ediyordu.
Yüzbaşı Serkan Atalay ise neredeyse aklını yitirmişti. İstemsizce geri çekildi. Sonra bacakları boşaldı ve yere yığıldı. Düşmenin güm sesi yemekhanenin sessizliğini bozdu. Şimdi anladın mı meseleyi? Albay Fikret Görgün. Elif ona doğru bir adım daha attı. Fikret panikle geri çekildi. “Ben ben özür dilerim tüm generalim. Ben delirdim. Ölümü hak eden bir suç işledim. Lütfen lütfen canımı bağışlayın.”
Alçakça diz çökmeye başladı. Az önceki imparator imajı yok olmuş. Geriye sadece acınası bir şekilde canını bağışlamasını isteyen bir böcek kalmıştı. Ama Elif’in gözlerinde en ufak bir merhamet yoktu. “Canını mı? Senin yüzünden bunca zamandır eziyet çeken genç askerlerin canının bedelini nasıl ödeyeceksin? Senin o kırlı cebini doldurmak için bu çetin topraklarda açlık ve soğuk çeken evlatlarımın acısını nasıl telafi edeceksin?”
Sesi giderek yükseliyordu. İçinde doruğa ulaşmış bir öfke barındırıyordu. “Sana merhamet yok. Askeri kanunların izin verdiği en ağır ve en acı verici çarmağa gerileceksin. Hayatının geri kalanını hapishanede çürüterek, bir zamanlar asker olduğuna kemiklerine kadar pişman olmanı sağlayacağım.” Tam o sırada yemekhanenin dışından siren sesleri ve onlarca botun yere vuran sesi geldi. 5 dakikadan az bir sürede kapı sanki tekmeyle kırılmış gibi açıldı.
Tam teçhizatlı askeri inzibat personeli içeri daldı. Disiplinli bir şekilde hareket ederek Fikret Görgün ve Altın Hilal üyelerini kuşattılar. Hemen ardından 3. Ordu komutanı Korgeneral Ahmet Yılmaz nefes nefese koşarak geldi. Elif’in önünde durdu ve eğilerek selam verdi. “Emirlerinizi bekliyorum, tüm generalim.” Elif’in yemek artıklarıyla kaplı yüzüne bakmaya bile cesaret edemiyordu. Sadece başını öne eğmişti.
Bölüm 14: Adaletin Yerini Bulması
Elif, yemek artıklarıyla kaplı yüzünü aldırmadan Fikret Görgün’e döndü ve bu gibi bir sesle hükmünü verdi. “Dinleyin. Albay Fikret Görgün, Yarbay Kenan Sancak, Binbaşı Tufan Ezer, Yüzbaşı Serkan Atalay. Dördünüz. Her birinin adını söylediğinde omuzları korkuyla titriyordu. Bu andan itibaren hepiniz görevden alınıyorsunuz. Aynı zamanda zimmete para geçirme, askeri malzeme kaçakçılığı, görevi kötüye kullanma, ast ve üste hakaret, askeri isyan, vatana ihanet ve ordunun temelini sarsma suçlarından. Suçüstü haliyle derhal tutuklanıyorsunuz. Tutuklayın.”
Elif’in emri verilir verilmez askeri inzibat personeli aynı anda üzerlerine atıldı. Kollarını arkadan kıvırdı ve soğuk kelepçeleri bileklerine taktı. “Şak şak şak.” Kelepçelerin sesi bir idam kararı gibi yankılandı. Onların sadece askerlik hayatlarına değil, tüm hayatlarına son noktayı koydu. “Yalvarırım, tüm generalim. Ben sadece emirleri uyguladım,” diye bağırdı Kenan Sancak çırpınarak. “Ben ben ne yaptım ki?” “Sizi orospu,” Fikret Görgün küfrederek son onur kırıntısını korumaya çalıştı ama sırtına yediği bir dipçik darbesiyle acı içinde bağırarak sürüklenerek götürüldü.
Onların bu sefil hali, az önce sergiledikleri kibirli tavırla tam bir tezat oluşturuyordu. Altın Hilal tamamen bastırıldıktan sonra Elif, yemekhaneye göz gezdirdi. Yüzlerce asker hala hareketsiz duruyordu ama gözlerinde artık korku değil, saygı ve umut ışığı vardı. Çürümüş gücün çöküş anına adaletin tecelli ettiği ana tanıklık etmişlerdi. Herhangi bir dersten daha güçlü bir siyasi eğitimdi. Elif askerlere seslendi. “Bugün utanç verici bir manzaraya tanık oldunuz ama aynı zamanda kötülüğün adaleti asla yenemeyeceğini de gördünüz.”
Elini kaldırdı, başına yapışan yemek artıklarını sildi. “Bugün bu halimi size göstermekten hiç utanç duymuyorum. Asıl utanması gerekenler, onlar gibi yanlış yapanlar ve yanlışı görüp susanlardır.” Gözleri yemekhanedeki diğer subaylara döndü. Hepsi suçlular gibi başlarını öne eğmişti. “Bugünden itibaren bu tugayda kapsamlı bir teftiş başlatacağım. En küçük bir tost tanesi bile elenecek. Yolsuzluğa bulaşan herkes rütbesine bakılmaksızın askeri kanunlara göre en ağır şekilde cezalandırılacak. Ancak pişmanlık gösterip gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olanlara bir askerin onurunu geri kazanma fırsatı verilecektir.”
Sözleri hem bir kırbaç hem de bir havuçtu. “Size dağların Fatihi Tugayı’nın cesur askerleri olarak onurlu ve gururlu bir şekilde hizmet edebileceğiniz bir ortamı geri vereceğime söz veriyorum.” Konuşması bittiğinde yemekhanede biri alkışlamaya başladı. Hemen ardından gök gürültüsü gibi alkışlar ve tezahüratlar yükseldi. Bastırılmış öfke ve hayal kırıklıklarının bir patlaması ve yeni bir umuda duyulan coşkulu bir hoş geldin. Elif alkışları arkasında bırakarak yemekhaneden çıktı.
Bölüm 15: Yeni Bir Başlangıç
Dışarıda Korgeneral ve kurmayları endişe içinde onu bekliyordu. “Füm generalim, konaklamanız ve dinlenmeniz için. Bunları sonra hallederiz.” “Derhal Fikret Görgün’ün makam odasını ve lojmanını ayrıca Altın Hilal üyelerinin ofis ve konutlarını mühürleyin. Tüm kanıtları toplayın. Tek bir kağıt parçasının, tek bir bilgisayar dosyasının bile kaçmasına izin vermeyin.” “Anlaşıldı komutanım. Derhal uyguluyorum.”
Korgeneral telaşta emirler yağdırırken Elif’in gözleri uzaktaki karla kaplı dağ zirvelerine daldı. Onun asıl savaşı daha yeni başlıyordu. Bu tugayda örümcek ağı gibi kök salmış yolsuzluk zincirlerini kırmak yeterli değildi. O örümcek ağını yaratan zehirli örümceği bulmalı ve hançeri tam kalbine saplamalıydı. Hüküm yıldızı daha yeni doğuyordu.
Bölüm 16: Temizlik Ateşi
Dağların Fatihi Tugayı’ndaki kanlı tasfiye, tüm Türk Silahlı Kuvvetlerini sarsan büyük bir fırtınaya dönüştü. Tüm General Elif Kılıç adı, yolsuzluğu yok eden bir adalet tanrıçası olarak anıldı ve halk, uzun bir aradan sonra ilk kez orduya olan inancından ve umudundan bahsetmeye başladı. Ama fırtınanın merkezinde duran Elif, yaptığının devasa bir buzdağının sadece küçük bir parçasını kırmak olduğunu biliyordu. Gerçek canavar ağla derin ve karanlık denizin dibinde saklanıyordu.
Bir sonraki fırsatta dişlerini göstermek için bekliyordu. Ankara’daki Genelkurmay Başkanlığı karargahına döndüğünde onu sayısız övgü ve madalya bekliyordu. Ama o, tüm bu şağını bir kenara bırakıp teftiş kurulunun altındaki Kılıç timinin gizli sığınağına gitti. Oradaki devasa durum haritasında Fikret Görgün ve adamlarından ele geçirilen belgelerle çizilmiş bir şehrin haritası gibi uzanan korkunç bir yolsuzluk ağı vardı.
Görgün ve tutuklanan generallerin ifadesinden ortak bir isim çıkıyordu. Tim’in analiz uzmanı rapor vermeye başladı. Lazer işaretçisi ilişki şemasının en tepesini, tüm okların sonunda tek bir noktaya yöneldiği yeri gösteriyordu. Ama orada ne bir isim ne de bir fotoğraf vardı. Sadece tek bir kod adı: “Gölge.” Gölge, ordudaki tüm yasa dışı işlemlerin ve atamaların son onayını veren kişi ve bir sorun çıktığında iz bırakmadan üzerini örten kişiydi.
Bölüm 17: Gölgenin Peşinde
Elif’in sözleri odadaki havayı ağırlaştırdı. Dört yıldız, Orgeneral. Türkiye’de bu en yüksek rütbedi. Yaşayan efsaneler ve gücün vücut bulmuş haliydiler. Onlarla savaşmak, yumurtayla taşa vurmak, hatta kendini kayaya atmak demekti. Elif, gölgenin izini bulmak için günlerce sığınakta kapandı. Tüm personel dosyalarını, mal varlığı değişikliklerini, geçmiş operasyonların tarihlerini yeniden inceledi. Ama şüpheli orgenerallerin hepsi, mükemmel askerlerdi. Dürüstlüğü, doğruluğu ve devlete mutlak sadakatiyle tanınan kişilerdi.
Zihninde bir şeylerin yanlış olduğuna dair içgüdüsel bir uyarı çaktı. Tam o sırada doğrudan telefonu çaldı. Savunma bakanından değil, doğrudan Cumhurbaşkanlığından onu çağırıyorlardı. “Tüm General Elif Kılıç, dağların Fatihi Tugayındaki olay gerçekten de olağanüstü bir başarı. En üst düzey liderlerimiz de cesaretinizden ve kararlılığınızdan çok etkilendi. Üst düzey bir yetkili onu nazik bir gülümsemeyle karşıladı ama gözleri gülmüyordu.
Bu olayın ordunun itibarını zedelediği ve milli sav