Küçük bir kız HASSAS BÖLGESİNDEKİ MORLUKTAN şikayet etti, annesi kontrol edince GÖZLERİNE İNANAMADI!

Küçük bir kız HASSAS BÖLGESİNDEKİ MORLUKTAN şikayet etti, annesi kontrol edince GÖZLERİNE İNANAMADI!

.
.

Zeynep’in Sessiz Çığlığı: Bir Annenin Mücadelesi

Zeynep henüz sekiz yaşındaydı. Bir sabah, banyoda yere çökmüş, dizlerine kapanmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Annesi Emine kapıyı açtığında, kızının yüzü solgun, gözleri şişmişti. “Anne, canım çok yanıyor. Tuvalete bile gidemiyorum.” dediği an dünya Emine için durdu. Bu sıradan bir ağrı değildi; bu, bedenin sessizce yardım çığlığıydı.

Hastane koridorları, şifacılar, ilaçlar… Hiçbiri Zeynep’in yaşadığı acıyı açıklayamıyordu. Ta ki o kanlı sabaha kadar. Çünkü küçük bir beden büyük bir sırrı taşıyordu ve o sır, annesinin hayatını parçalayacaktı.

Sabahın erken saatlerinde ev sessizdi. Ne mutfaktan gelen çatal bıçak sesleri vardı ne de annesinin her sabah söylediği “Günaydın meleğim” nidası. Zeynep yatağında değildi. Sekiz yaşındaki o narin beden banyoya saklanmış, dizlerine kapanmış halde ağlıyordu. O yaştaki bir çocuk oyuncakları için bile gözyaşı dökebilirdi. Ama bu başka bir şeydi. Bu gözyaşı sessizce akan bir nehir gibiydi; görünmeyen bir acının yüküyle dolu.

Emine banyodan gelen boğuk hıçkırıkları duyunca panikledi. Kapıya dayandı. Sesi titreyerek, “Zeynep kızım, iyi misin?” diye sordu ama yanıt sadece ağlama sesiydi. Kapı kilitliydi. Emine çaresizce, “Aç canım, ne oldu?” dediğinde Zeynep sadece fısıldadı: “Anne, çok acıyor.” Kapı aralandığında gördüğü manzara Emine’nin dizlerinin bağını çözdü. Kızının yüzü solmuş, gözleri kıpkırmızıydı. Emine hemen diz çöktü, elleriyle Zeynep’in küçük omuzlarını tuttu. “Ne oldu yavrum? Neresi acıyor?” diye sordu. Zeynep başını yere eğdi, kısık bir sesle fısıldadı: “Tuvalete gidemiyorum anne. Çok acıyor.”

Küçük bir kız HASSAS BÖLGESİNDEKİ MORLUKTAN şikayet etti, annesi kontrol edince GÖZLERİNE İNANAMADI! - YouTube

Emine’nin kalbine bıçak gibi saplandı bu sözler. O an anladı ki bu basit bir mide ağrısı değildi. Bu, bir annenin sezgilerini alarma geçiren türden bir çığlıktı. Kızının o yaşta bu kadar acı çekmesi mümkün olamazdı. Hemen Zeynep’i kucaklayarak üstünü değiştirdi. Sarsılmıştı. Aklı karmakarışıktı. “Ben kötü bir anne miyim? Bunu nasıl fark etmedim?” diye kendini sorgularken çantasını kaptığı gibi hastanenin yolunu tuttu.

Arabanın içinde Zeynep sessizdi. Gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyor, elleri titriyordu. Emine bir yandan direksiyonu tutuyor, diğer yandan kızına bakıyordu. “Az kaldı canım. Doktor teyze seni iyileştirecek.” dedi. Ama kelimeleri boğazına diziliyordu. İçindeki huzursuzluk arabayla birlikte hızlanıyordu. O hastaneye değil, bilinmeyene doğru gidiyordu. Sanki Zeynep’in bu acısı sadece fiziksel değil, altında başka bir karanlık yatıyordu. Bir anne olarak sezgileri ona fısıldıyordu: “Bir şeyler çok yanlış.”

Hastanenin bekleme salonuna vardıklarında orada oturan herkesin dertleri vardı ama Emine için dünya durmuştu. Zeynep’in ellerini tuttu, onu sakinleştirmeye çalıştı. “Her şey güzel olacak.” dedi ama gözleriyle başka bir şey anlatıyordu: Korku. Hemşire adlarını seslendiğinde Emine hemen ayağa fırladı. O an hayatının en uzun yürüyüşünü yaptı.

Küçük kızının elini sıkıca tutarak doktorun odasına girdiler. Doktor genç ve yumuşak sesliydi. Zeynep’in göz hizasına inerek, “Tatlım korkma. Seni daha iyi hissettireceğiz.” dedi. Zeynep hiç cevap vermedi, sadece başını salladı. Emine durumu anlatırken kelimeler boğazına düğüm oldu. Doktor dikkatle dinledi ve Zeynep’i muayene etmeye başladı. Muayene ilerledikçe doktorun yüzü değişti. Önce ifadesizdi, sonra endişe belirdi. Emine doktorun kaşlarının çatıldığını görünce nefesi kesildi. “Bir şey var değil mi?” dedi ama cevabı alamadı. Doktor sadece test yapılması gerektiğini söyledi. Kan, idrar, röntgen… Emine hiç tereddüt etmeden hepsini onayladı. Bu acının sebebini bulma savaşıydı.

Testler yapılırken Zeynep ağlamaya devam etti. Emine onunla birlikte gözyaşı dökmemek için kendini zor tutuyordu. “Anne, acıyor.” dediğinde Emine’nin kalbi bir anlığına duruyor gibiydi. Bu kadar küçük bir çocuk neden bu kadar büyük bir acı taşıyordu? Hastanedeki her bekleyiş saatler gibi geldi. Sonuçlar çıktıkça doktorların yüz ifadeleri daha da karmaşık hale geliyordu. Ne enfeksiyon vardı ne de herhangi bir iç hasar. O zaman bu ağrı neydi? Neden gece gündüz ağlıyordu bu çocuk?

Bir doktor Emine’yi kenara çekerek daha detaylı testlerin gerekli olduğunu söyledi. “Bu sadece fiziksel değil,” dedi. “Belki psikolojik, belki çevresel.” Emine’nin kafası allak bullak oldu. Kızım mı hasta yoksa ben mi gözüm kapalıydı diye düşündü. Suçluluk hissiyle boğuşuyordu. Zeynep’in ellerini tuttuğunda kızın gözlerinde başka bir şey gördü: Korku değil, utanma. Emine’nin içini en çok bu yaktı. Kızı ne yaşamıştı da utanıyordu?

O gece hastanede kaldılar. Emine kızının baş ucunda dua etti. Tüm gece uyumadı. Zeynep bazen inliyor, bazen kabuslar görüyordu. Emine ise o an bir karar verdi. Gerçek ne olursa olsun ortaya çıkacaktı. O kızının yanında olacak, onu asla yalnız bırakmayacaktı. Çünkü bu sadece Zeynep’in mücadelesi değil, bir annenin de kendini affettirme savaşıydı.

Sabah olduğunda her şey daha da karmaşıklaşacaktı. Emine kızının gözlerindeki acıyı gördüğü o an zamanın donduğunu hissetti. Sanki dünya ağır çekimde dönmeye başlamıştı. Gözyaşları içinde konuşmaya çalışan o minik dudaklardan dökülen “Anne, çok acıyor.” sözleri Emine’nin kulaklarında yankılandı durdu. Kalbi sıkıştı. İçinde öyle bir boşluk hissetti ki ne yaparsa yapsın o anın ağırlığını silemeyeceğini biliyordu. Bir anne olarak çocuğunun acısını seyretmek cehennemin ta kendisiydi.

Zeynep’in yanaklarına yapışan gözyaşlarını sildi. Titreyen elleriyle onu kucakladı ve içinden gelen tek şey oldu: Bu acı hemen bitmeli. Tereddütsüz, kararlı ve korkuyla dolu adımlarla Zeynep’i hastaneye götürmeye karar verdi.

Evin içinde koşar adımlarla hazırlanırken zihni kaos içindeydi. Her zamanki düzeni altüst olmuştu. Çantayı kaptı. Zeynep’in yedek kıyafetlerini attı içine. Kimlikleri aldı. Test sonuçları, aşı kartı ne bulduysa… Her ihtimali düşünerek hareket ediyordu ama hiçbir şey planlı değildi. Bu bir refleksle yapılan içgüdüsel bir kaçıştı.

Kızını kucaklayarak dışarı çıktığında hava kasvetliydi. Gökyüzü yaşanacakların habercisi gibi griydi. Arabanın kapısını açtı. Zeynep’i dikkatlice koltuğa yerleştirdi ve kemerini bağladı. Arabanın kontağını çevirdiğinde elleri titriyordu. Kalbi direksiyonla birlikte çarpıyordu. Ne kadar sürecekti bu yolculuk? Kaç kilometreydi bilmiyordu ama hissediyordu. Bu sadece fiziksel değil, duygusal bir yolculuktu; kendi suçluluğuna, korkularına, bilinmezliklere doğru gidiyordu.

Araba ilerledikçe Zeynep sessizliğe gömüldü. Gözleri cama kilitlenmiş, dışarıdaki dünyayla olan bağını koparmış gibiydi. Emine ise aynadan kızını izliyordu. Kızının sessizliği çığlıktan daha ürkütücüydü. İçinden bir ses, “Bunda bir gariplik var. Bu sadece hastalık değil,” diyordu. Ama bu düşünceyi bastırdı. Belki idrar yolu enfeksiyonuydu, belki bağırsak sorunu ne olursa olsun çözülür diyordu kendi kendine. Ama kalbi başka söylüyordu. Kalp bazen dili dinlemezdi. Gerçeği en önce o bilirdi.

Yolda trafik vardı. Her kırmızı ışık, her dur kalk Emine’ye işkence gibi geliyordu. Direksiyonun başında adeta zamanla yarışıyordu. Bir yandan da kendini suçluyordu. “Ben kötü bir anne miyim? Kızım bana böyle bir şeyi neden söyleyemedi? Neden anlamadım? Hangi iş, hangi temizlik, hangi hayat bu kadar önemli olabilir ki?” Bu sorular kafasında döndükçe gözyaşları boğazına doluyor ama ağlayamıyordu. Şimdi ağlama zamanı değildi. Güçlü olmalıydı. Zeynep annesinin gözlerinde korku değil umut görmek istiyordu. O da kızının gözleri için savaşacaktı.

Hastaneye vardıklarında saat neredeyse sabahın ilk ışıklarıydı. Acil servis yoğun değildi ama yine de bekleme salonu yabancı yüzlerle doluydu. Emine hızla kayıt yaptırdı. Zeynep’i bekleme koltuklarına oturttu ve yanına geçti. Küçük kızın gözleri hala yaşlıydı ama bu kez bakışlarında hafif bir güven vardı. Annesi onu bırakmamış, harekete geçmişti. Zeynep için bu ağrıdan bile önemliydi.

Emine onun elini tuttu. Sıkıca kavradı. “Buradayım canım. Hiç merak etme. Bu acı geçecek.” dedi. Ama kendi içinde hala neyle karşılaşacaklarını bilmiyordu.

Doktorun adını anons ettiklerinde Emine hızla ayağa kalktı. Zeynep’in elinden tutarak içeri girdiler. O sadeydi ama içerideki atmosfer ağırdı. Doktor genç, kibar biriydi. Zeynep’e eğilerek, “Korkma tatlım, şimdi seni daha iyi hissettireceğim.” dedi. Muayene başladı. Doktor nazikti ama yüzündeki ifadeler dikkatli bir gözle izlendiğinde Emine için oldukça ürkütücüydü. Her kontrol sonrası doktorun gözleri biraz daha ciddileşiyordu. Emine kalbinin sıkıştığını hissetti. “Bir şey mi var?” Neden bu kadar detaylı bakıyor diye düşünürken doktor testleri istediğini söyledi. Kan tahlili, idrar, röntgen hepsi bir arada.

Zeynep test odasına alındığında Emine kapının önünde bekledi. İçeriden gelen ağlama sesleri onun kalbini lime lime etti. “Ne oluyor kızım? Neden bu kadar acı çekiyor?” Artık sabrı tükenmişti.

Saatler geçtikçe doktorlar gelmeye, sorular sormaya başladı. “Zeynep evde yalnız mı kalıyor? Başka biriyle mi yaşıyor?” Bu sorular Emine’yi tedirgin etti ama hepsine dürüstçe cevap verdi. “Sadece ben ve kızım yaşıyoruz. Kimseden zarar görmedi. Hep yanındaydım.” dedi ama içindeki o sinsi şüphe giderek büyüyordu. Belki bir şey gözünden kaçmıştı. Belki kızının yüzüne baktığında hiç görmediği bir şey vardı.

Saatler geçti, testler yapıldı, sonuçlar geldi ve hiçbir şey yoktu. En azından görünen hiçbir şey. Emine’nin içinden geçen tek cümle şuydu: “O zaman neden bu çocuk bu kadar ağlıyor?”

Doktorlar bir süre sonra onu yeniden odaya aldılar. “Fiziksel bir belirti yok.” dediler ama “Psikolojik olabilir, travma olabilir.” Bu sözler Emine’yi sarstı. “Travma mı kızım? Ne yaşamış olabilir ki? Daha küçücük. Bu yaşta bir çocuk neyin travmasını yaşayabilir?”

Emine başını ellerinin arasına aldı. Kalabalığın içinde yapay yalnızdı. Doktorlar, psikologlar, hemşireler, herkes bir şey söylüyordu ama hiçbiri kesin konuşamıyordu. Bu bilinmezlik acıdan daha da büyüktü. Çünkü acının ne olduğunu bilmediğinde onu iyileştiremezsin.

Zeynep bu sırada sessizliğe gömülmüştü. Ağlamıyor, konuşmuyor. Sadece annesinin elini tutuyordu. Bu küçük dokunuş annesi için her şeydi. “Korkma yavrum, bu karanlığı birlikte aşacağız.” dedi. Gözyaşlarını silerek yeniden ayağa kalktı. Bir anne düşse de evladı için yeniden doğrulurdu ve Emine artık sadece bir teşhis değil, bir cevap istiyordu.

Gerçek ne olursa olsun öğrenmek istiyordu.

Doktor Zeynep’in ilk muayenesini tamamladıktan sonra bir süre sessiz kaldı. Yüz ifadesinde dikkatli ve ölçülü bir ciddiyet vardı. Emine o bakışlardan huzursuz oldu. İçi içini yemeye başladı. Ne vardı bu adamın aklında? Neyi anlamaya çalışıyordu?

Doktor gözlerini notlarından ayırmadan konuşmaya başladı. “Hanımefendi, şimdi size bazı özel sorular sormam gerekecek. Vereceğiniz her cevap kızınızın sağlığı açısından çok önemli.” Emine boğazındaki düğümü zor tuttu. Başını hafifçe sallayarak hazır olduğunu belli etti.

Doktor doğrudan ve net konuşuyordu. “Kızınızla birlikte kim yaşıyor? Onu emanet ettiğiniz biri var mı? Son zamanlarda evinize gelen giden oldu mu?”

Bu sorular Emine’yi hazırlıksız yakaladı. Gözleri büyüdü, sesi çatallaştı. “Hayır, evde sadece biz varız. Kimseden zarar görmedi. Hep yanındaydım.”

Doktor bu cevapları not aldı ama kaleminin hızı azalmamıştı. Ardından bir başka soru geldi. “Çalışıyor musunuz? Eğer evde yalnız bırakıyorsanız bu ne sıklıkla oluyor?”

Emine başını eğdi. Utanmıştı. “Evet, çalışıyorum. Bazen yalnız kalıyor ama çok kısa süreliğini ona ne yapması gerektiğini anlatıyorum.”

Doktor göz temasını sürdürerek bir süre daha derin düşündü. Ardından gözlerini kaldırıp ciddiyetle sordu: “Peki kızınızın davranışlarında, konuşmalarında ya da beden dilinde size garip gelen bir şey oldu mu? Özellikle son birkaç ayda?”

Emine’nin zihni hızla geriye sardı. Anlamlı bir şey bulmaya çalıştı ama nafile. “Yok,” dedi çaresizce. “Bana hiçbir şey belli etmedi.”

Doktor bir çocuk psikoloğuyla görüşülmesini önerdi. Fiziksel testlerde herhangi bir net bulguya rastlanmamıştı ama doktorun sezgileri bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Bu durum sadece bedenle açıklanacak bir hastalık olmayabilirdi. Psikolojik bir travma mıydı? Bir yabancı mı yoksa yıllarca fark edilmeden biriken sessiz bir çığlık mı?

Emine’nin kafası allak bullaktı. Kızının acısını anlamaya çalışırken şimdi başka bir gerçeklikle yüzleşmek zorundaydı. Belki bu ağrının kaynağı yıllardır gözden kaçan bir şeydi. Doktorun her sorusu onun omzuna yeni bir yük bırakıyordu. Annelik içgüdüsünü sarsıyordu. Belki de her anne gibi o da bazı sinyalleri görmek istememişti. Ama artık dönüş yoktu. Doktorun şüphesi Emine’yi gerçeğin kapısına sürüklüyordu. Kapının ardında ne olduğunu bilmese de açmak zorundaydı.

Emine hastane koridorlarında sessizce yürürken ayak sesleri bile ona ağır geliyordu. Her adımında sanki kalbinin ağırlığını taşıyordu. Kızının acısı omuzlarına yük olmuş, gözlerinin önüne çökmüştü. Elinde hastaneden aldığı onlarca evrak, kulağında doktorun söyledikleri çınlıyordu. Zeynep’in biraz daha gözlem altında kalması gerekebilir ama Emine’nin sabrı tükeniyordu. Kızının gözlerinde gördüğü acı beklemenin değil, harekete geçmenin zamanı olduğunu haykırıyordu.

Fakat ne yapsa bir duvara çarpıyor gibiydi. Prosedür, testler, şüpheler hepsi bir zincir gibi Zeynep’in bedenine dolanıyor, Emine’nin annelik içgüdüsünü sorgulatıyordu.

Bu sırada hastane yönetimiyle yaptığı görüşmede müdürün cümleleri kafasına çakılı kalmıştı: “Kızınızı alırsanız tüm sorumluluk sizde olur. Sosyal hizmetler evinize gelip denetim yapacak.” Bu sözler bir tehdit gibi değil, bir uyarı gibiydi. Ama Emine için fark etmezdi. O zaten en büyük yargıyı kendi içinde veriyordu. Bir yandan kızına en iyi şekilde baktığını biliyor, diğer yandan göz göre göre onun acısını anlamakta geç kaldığını kabul etmek zorunda kalıyordu. Toplumun ve hastane yetkililerinin şüphe dolu bakışlarıyla değil, kendi vicdanıyla yüzleşiyordu.

Şimdi belki de en zor sınav dışarıdan gelen suçlamalar değil, bir annenin kendi kendine sorduğu sessiz sorulardı: “İyi bir anne miyim? Gerçekten elimden geleni yaptım mı? Gözümden kaçan bir detay kızımın kaderini mi değiştirdi?”

Emine bu sorularla boğuşurken kalbinin en derin yerinde şunu biliyordu: O, Zeynep için savaşmaktan asla vazgeçmeyecekti. Ancak bu savaşta düşmanı belli değildi. Bazen sistemdi, bazen kendi geçmişi, bazen de göz ardı ettiği işaretler. Herkese karşı kendini savunabilirdi belki ama en zor olanı kalbinin en derininde duran keşkelere karşı koymaktı. Çünkü yargı mahkeme salonlarında değil, bir annenin geceleri yastığına döktüğü gözyaşlarında başlardı.

Ve Emine o gece bir karar verdi: Ne olursa olsun kızının acısını yalnızca bir tıbbi vaka olarak görenlerden değil, onun kalbini anlayanlardan olacaktı. Çünkü bir anne için adalet raporlarda değil, çocuğunun gözlerinde huzurla kapanan bir uykuda saklıydı.

Emine için hastaneden eli boş dönmek bir annenin yaşayabileceği en büyük yıkımlardan biriydi. Test sonuçları normaldi. Doktorlar şimdilik ciddi bir durum yok diyordu ama Zeynep’in gözlerindeki acı, vücudundaki morluklar, her gece uykusunda inlediği fısıltılar… Bunların hiçbiri normal değildi. Göz göre göre tükenen bir çocuğa “bir şeyin yok” denemezdi.

Emine içindeki sarsılmaz inançla harekete geçti. Belki de çözüm beyaz önlüklü doktorlarda değil, geçmişin kadim bilgilerinde, dualarında, köy köy dolaşan söylencelerdeydi. Komşusu şehir dışında yaşayan bir şifacı kadını anlattığında Emine’nin gözlerindeki kıvılcım bir anlığına parladı. O kadın birini okur, nefesiyle derdi söker atar demişti komşusu. Modern tıbbın açıklayamadığını o kadın sezgileriyle görebiliyordu. Artık denemekten başka çare kalmamıştı.

Ertesi sabah Zeynep’in yorgun ellerini tuttuğu gibi yola çıktı. Yol boyunca zihninden geçen tek şey kızını iyi etmekti. Kalbinin derinlerinde hala bir umut kırıntısı taşıyordu. Kimi buna çaresizlikten medet ummak derdi. Ama Emine buna annelik diyordu.

Şehir dışındaki eski taş evin kapısını açan kadın, göz kamaştıran bir sessizlikle karşıladı onları. Yaşlıydı, saçları gümüşe dönmüş, gözleri ise göğün rengini kıskandıracak kadar derindi. Neşeli değildi ama soğuk da değildi. Tam ortasıydı. Ne iyilik vaadi taşıyordu ne de umut sömürüyordu. Sadece baktı uzun uzun. İçeri girin dedi yavaşça. Ama önce ayakkabılarınızı çıkarın. Toprakla bağ kurmadan kimse iyileşemez.

O anda Emine bu kadının sıradan biri olmadığını anladı. Evin içi loştu. Tütsüler yanıyordu. Duvarlarda eski motifler, yerde yün kilimler… Burası bir ev değil, bir geçitti sanki. Ruhla bedenin, akıl ile kalbin, modern ile ilkelin kesişim noktası.

Şifacı kadın Zeynep’e dikkatlice baktıktan sonra gözlerini kapattı. Başını hafifçe yana eğdi. Fısıldadığı duaların anlamını Emine anlamasa da sözcüklerin titreşimi odanın havasını değiştirmişti. Küçük bir kase getirdi. İçine bitkisel bir çay koydu. “Yavaşça iç. Geri kalanıyla ağzını çalkala.” dedi.

Zeynep çekinerek baktı annesine. Emine elini tutarak, “Hadi kızım, denemekten ne çıkar?” dedi. Kız çayı içti. Garip bir tat aldı ama midesi bulanmadı. Ardından kadın Zeynep’in başına elini koyarak gözlerini kapattı. “Bu kız çok şey biriktirmiş.” dedi. “Bazıları ona ait değil. Bazıları annenin yükü.”

Emine’nin gözleri doldu. Kimseye anlatmadığı iç sıkıntılarını, yılların yükünü nasıl anlamıştı bu kadın? Ne doktorlar sormuştu ne de terapistler. Ama bu yaşlı kadın sadece bir bakışla, bir fısıltıyla onun içini okumuştu.

Seans bittikten sonra kadın küçük bir kese verdi. “Yastığının altına koy, korkular uzak dursun.” dedi. Ayrıca bir de yağ karışımı hazırladı. “Bunu ağrıyan yerlerine sür. Bedeni değil, içini rahatlatacak.”

Emine’ye teşekkür etti. Utangaç bir minnettarlıkla. Her ne kadar bilimsel bir açıklaması olmasa da kadının varlığı huzur vermişti. O gece evlerine döndüklerinde Zeynep yatağına uzandı. Pijamasını giymeden önce annesine dönüp, “Anne, içim biraz hafifledi.” dedi.

Bu söz Emine için bir doktorun teşhisinden çok daha anlamlıydı. O bir cümle, “Kızım düzelebilir.” ümidiyle geceyi aydınlattı. Ancak umut kırılgındı.

Ertesi sabah her şey değişti. Zeynep banyoya gitmek istedi ama birkaç dakika sonra içeriden gelen bir çığlık Emine’nin yüreğini parçaladı. Banyoya koştuğunda gördüğü manzara kabus gibiydi. Yer kan içindeydi. Zeynep titriyor, “Anne içimden bir şey çıktı.” diyordu.

Emine neye uğradığını şaşırdı. Kızını kucaklayarak tekrar hastanenin yolunu tuttu. Ama bu sefer içindeki korku başka bir boyuttaydı. Sanki artık sadece bir hastalıkla değil, görünmeyen bir güçle de savaşıyordu ve içinde sadece bir soru yankılanıyordu: “Acaba çok mu geç kaldım?”

Zeynep’in hastaneye dönüşü bu kez önceki hiçbir gelişe benzemiyordu. Gecenin sessizliğini yırtan o çığlık hala Emine’nin kulaklarında yankılanıyordu. Banyodaki o manzara, kanla ıslanmış zemin, titreyen bir çocuk ve titreyen bir annenin sessiz çöküşü sıradan bir rahatsızlıkla açıklanamazdı.

Acil servise vardıklarında görevlilerin yüzlerinde gördükleri şey sadece endişe değil, aynı zamanda hayret ve sorguydu. Doktorlar Zeynep’i hızla içeri aldı. Emine ise bir köşede dua eder gibi oturmuş, gözlerini kapatmıştı. Aklındaki tek şey, “Ya bu sefer çok geç kaldıysam? Artık sadece çocuğunun bedeni değil ruhu da incinmişti gibi hissediyordum.”

Muayene odasında doktorlar hummalı bir çalışma yürütürken genç bir hemşire Emine’ye yumuşak bir sesle seslendi: “Hanımefendi, sizinle sosyal hizmetlerden bir görevli konuşmak istiyor.”

Emine yerinden kalkarken dizleri titredi. Aklından geçen sorular bir çığı gibi büyüyordu. “Ne zaman bu kadar savunmasız kaldım? Kızımın acısını hangi ara anlayamaz hale geldim?”

Sosyal hizmet görevlisi karşısına geçtiğinde yüzündeki ifade yargılayıcı değil ama ciddi bir tondaydı. “Sadece ortamı ve koşulları anlamaya çalışıyoruz. Lütfen içten olun.” dedi.

Emine içini çekerek anlatmaya başladı. Zeynep’in yalnız kaldığı zamanlar, maddi sıkıntılar, bakıcı tutamama, yetersiz beslenme… Hepsi yıllardır üst üste biriken tuğlalar gibi önüne serildi. Kendisi için hiçbir zaman şikayet etmemişti. Ama şimdi her detay kızının hayatını şekillendiren bir gölgeye dönüşmüştü.

O sırada içeriden gelen bir doktor gözleri buğulu bir şekilde Emine’ye yaklaştı. “Hanımefendi, sizinle özel olarak görüşmemiz gerekiyor.” dedi. O an Emine’nin kalbi yerinden sökülmüş gibi oldu.

Doktorun odasında küçük bir masa, üzerinde röntgen sonuçları, kan testleri ve birkaç tıbbi rapor vardı. Doktor derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı: “Zeynep’in durumu sanılandan çok daha karmaşık. Vücudunda erken gelişim belirtileri tespit ettik. Bu ya hormonal bir bozukluk ya da çok daha ciddi bir etkenin sonucu olabilir.”

Emine’nin gözleri karardı. “Yani ne demek istiyorsunuz?” diye sordu. Sesi neredeyse bir fısıltı kadar cılızdı.

Doktor yavaşça cevap verdi: “Zeynep ya doğal olmayan dışsal etkenlere maruz kaldı ya da bir travma geçirdi. Her ikisi de olasılık dahilinde. Daha derin testler yapacağız.”

Bu sözler Emine’yi iki parçaya böldü. Bir yanda çocuğunu koruyamadığını hissetmenin yıkımı, diğer yanda toplumsal bir yargının ağırlığı.

Gece ilerledikçe hastane koridorları daha da soğudu, sessizleşti. Herkes uyurken Emine uyanıktı. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Kızını nerede kaybettiğini düşünüyordu. Belki o sabah işe gitmeden önce bir öpücük vermediği an, belki Zeynep’in içine attığı ilk, “Anneciğim bir şeyim var ama söyleyemem.” bakışı.

O kadar çok kırılma noktası vardı ki ama asıl kırılma Emine’nin içindeki “Ben iyi bir anneyim” inancının çatırdamasıydı. Çünkü o gece gerçekler yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu ve her geçen dakika Emine’nin içindeki fırtına daha da büyüyordu.

Doktorun dudaklarından dökülen kelimeler Emine’nin yüreğini bir bıçak gibi kesti: “Zeynep erken ergenliğe giriyor olabilir.” O an dünya Emine’nin etrafında dönmeyi bıraktı. Sekiz yaşındaki bir çocuk için bu kelimeler fizikselden çok ruhsal bir yıkım anlamına geliyordu.

Emine doktorun yüzüne boş bakışlarla bakarken içten içe neden, nasıl sorularıyla parçalanıyordu. Doktor açıklamaya devam etti: “Bu durumun birçok sebebi olabilir. Beslenme alışkanlıkları, çevresel faktörler, kullanılan plastikler hatta izlediği içerikler bile etkili olabilir.”

Bu cümleler Emine’nin annelik yıllarını bir film şeridi gibi gözünün önüne getirdi. Marketten aldığı paketli gıdalar, Zeynep’in izlediği diziler, evde kullandığı deterjanlar, plastik su şişeleri… Her biri şimdi potansiyel bir suçlu gibiydi.

Doktorun verdiği bilgiler Emine için yeni bir dünya gibiydi. İsfeno… ne? Fitalat mı? Bunlar nedir? Nerede bulunur? Emine kimya mühendisi değildi ama şimdi bu kimyasalları tanımadan kızının sağlığını koruyamazdı.

Doktor sakin ama ciddi bir sesle, “Bu maddeler hormon sistemini etkileyebilir. Vücutta östrojen benzeri etkiler yaratırlar. Özellikle gelişim çağındaki çocuklar için tehlikelidir.” dedi.

Emine’nin gözleri büyüdü. Kızının oyuncakları, plastik yemek kapları, içtiği sular… Her şey bir tehdide dönüşmüştü. Hayatının her alanına sinsice sızmış tehlikeleri fark edememişti. Belki bu bir hastalık değil, sistematik bir zehirlenmeydi.

Ancak mesele yalnızca kimyasallar değildi. Zeynep’in ruh hali de değişmişti son zamanlarda. Daha içine kapanıktı. Bazen yetişkin gibi konuşuyor, bazen ufacık şeylere patlıyordu. Doktor, “Bu erken gelişim çocukların ruhsal dengesinde etkiler. Vücutları büyür ama ruhları henüz hazır değildir.” dediğinde Emine’nin içi parçalandı. Çünkü Zeynep sadece büyümüyordu, aynı zamanda çocukluğunu kaybediyordu. Emine onu büyütmek isterken dünya hızla Zeynep’i yaşlandırıyordu.

Bir süre sonra hastane Zeynep’i endokrinoloji bölümüne yönlendirdi. Yeni doktor uzun bir test listesi hazırladı: Hormon seviyeleri, kan değerleri, beyin emarı… Emine tüm bu terimlerin içinde boğuluyordu. Ama bir annenin gücü işte o noktada ortaya çıkıyordu. Her yeni bilgiyle daha da güçlendi.

Doktorun önerdiği listeyi aldı ve elinde defter kalemle araştırmaya başladı. Şekersiz, katkısız doğal beslenme, kimyasal temizlik ürünlerinden uzak dur, televizyon saatini kısıtla, plastikleri hayatından çıkar… O artık sadece bir anne değil, kızının savaşçısıydı.

Gece Zeynep uyurken Emine oturup düşünüyordu. Toplum neden bu kadar sessizdi? Neden kimse bu tehlikelere karşı anneleri babaları uyarmıyordu? Birkaç market poşetiyle eve girerken aslında çocuğuna zararlı ne çok şey taşıdığını fark eden olmuş muydu?

Emine kendini suçlamıyordu artık. Sistemin “gör” dediğini görmüş, “sus” dediğinde susmuştu ama artık uyanmıştı. Bu sadece Zeynep’in değil, tüm çocukların savaşıydı. Ve bu sessiz savaşın cephesi hormonlar, kimyasallar ve bilinçsizce yaşanmış günlerde gizliydi.

Zeynep hala sekiz yaşındaydı ama vücudu artık ona ait değil gibiydi. Her geçen gün bedeninde bir şeyler değişiyordu. Ama o hala salıncakta sallanmak isteyen, akşamları annesinin kucağına yatıp masal dinlemekten hoşlanan bir çocuktu. Ne var ki hayat onun için başka planlar yapmış gibiydi.

O sabah hastane koridorunda yürürken etrafındaki herkes onun yaşından büyük zannetti. Bu Emine’nin kalbini paramparça etmişti. Çünkü bu durum bir çocuğun sadece fiziksel değil, ruhsal dünyasını da darmadağan ediyordu.

Doktorun ağzından dökülen teşhis kelimeleri: “Erken menarş, yani erken adet başlangıcı.” Emine’nin aklında çınladı durdu. Daha oyuncağını bırakmamış bir çocuk nasıl bu kadar ağır bir şeyle baş edebilir?

Bu soru annelik içgüdüsüyle değil, yürekten gelen saf bir çaresizlikle sorulmuştu.

Doktor uzun uzun anlattı. Çevresel faktörler, hormon bozucu kimyasallar, genetik yatkınlık… Ama hiçbir açıklama Emine’nin hissettiği suçluluğu hafifletmeye yetmedi. Çünkü bir anne olarak masumiyetin kaybını izlemek, kendi bedeninin parçalanışını izlemek gibiydi.

Zeynep ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Sadece farklı hissediyordu. Arkadaşları gibi değildi. Onlar hala bebeklerinden bahsederken onun göğsünde oluşan hassasiyet, okul pantolonunun dar gelmesi, tuvalet sırasında yaşadığı utanç… Hepsi bir şeylerin ters gittiğini fısıldıyordu ama kimseye söyleyemiyordu. Çünkü o da korkuyordu.

Emine onunla konuşmaya çalıştı. Yumuşak bir sesle, sevgi dolu bir dille. Ama Zeynep içini dökmeye çekiniyordu. Annesini daha fazla üzmek istemiyordu. Zaten çok yoruluyor diye düşünüyordu küçük kalbi.

Zeynep’in içinde yaşadığı bu değişim, sadece fiziksel değil, ruhsal bir dönüşümdü. Emine, kızının hissettiklerini anlamaya, yanında olmaya kararlıydı. Psikologun önerisiyle Zeynep düzenli terapiye başladı. İlk başta içine kapanık, sessizdi; ancak zamanla resimlerle, oyunlarla duygularını ifade etmeye başladı. Her seansta biraz daha açıldı, korkularını, endişelerini paylaşmaya başladı.

Emine ise evde yeni bir düzen kurdu. Zararlı kimyasallardan uzak, doğal ürünler kullandı. Beslenmeye dikkat etti, Zeynep’in sevdiği sağlıklı yemekler yapmaya çalıştı. Televizyon ve ekran saatlerini kısıtladı, daha çok birlikte vakit geçirdiler. Parka gittiler, kitap okudular, oyunlar oynadılar. Emine’nin en büyük dileği, kızının çocukluğunu yaşamasıydı.

Zamanla Zeynep’in vücudundaki belirtiler yavaşladı, ruh hali düzeldi. Erken ergenlik süreci kontrol altına alındı. Emine, doktorların verdiği ilaçları düzenli kullandırdı, psikolojik destekle birlikte kızının hayat kalitesi arttı.

Ancak en önemlisi, Emine ve Zeynep arasındaki bağ güçlendi. Emine kızına her zaman yanında olduğunu hissettirdi. “Ne olursa olsun, seni hep koruyacağım,” diye fısıldadı ona geceleri. Zeynep de annesine güvenmeye başladı, korkularını paylaştı, yalnız olmadığını anladı.

Toplumun ve sistemin zorluklarına rağmen, Emine yılmadı. Sosyal hizmetlerle işbirliği yaptı, destek aldı. Kendi içinde de kendini affetmeye başladı. “İyi bir anneyim,” dedi kendi kendine. Çünkü kızının yanında olmayı, onu savunmayı asla bırakmadı.

Yıllar geçti. Zeynep artık daha sağlıklı, mutlu bir çocuktu. Erken yaşta karşılaştığı zorluklar onu güçlendirmişti. Annesiyle birlikte büyümüş, birlikte iyileşmişlerdi.

Bu hikaye, sadece Zeynep ve Emine’nin değil, birçok annenin ve çocuğun sessiz mücadelesiydi. Modern dünyanın getirdiği zorluklar, bilinmezlikler ve bazen de ihmaller karşısında sevgi ve kararlılıkla verilen bir savaştı.

Ve en sonunda, Emine’nin o gece verdiği söz gerçekleşti: “Sana ne olursa olsun asla yalnız yürümeyeceksin.”

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News