Küstah İsrail Pilotu Türk Hava Sahasını İhlal Etti – Sonra F-16’lar Geldi!

Küstah İsrail Pilotu Türk Hava Sahasını İhlal Etti – Sonra F-16’lar Geldi!

.

Bölüm 1: Sisli Bir Sabah ve Acil Çağrı

Doğu Karadeniz’in hırçın doğası, her zaman Yüzbaşı Serdar Demir için bir meydan okuma olmuştu. Serdar, Jandarma Özel Harekât (JÖH) timinin en deneyimli komutanlarından biriydi. Otuzlu yaşlarının başında, çelik gibi sinirlere, keskin bir zekaya ve Karadeniz’in gri sularına benzeyen, kararlı gözlere sahipti.

O sabah, Rize’nin yüksek yaylalarından biri olan Çamlıhemşin’de, hava soğuk ve nemliydi. Yoğun sis, görüş mesafesini neredeyse sıfıra indirmişti. Serdar ve timi, bölgedeki yasa dışı ağaç kesimi ve kaçakçılık faaliyetlerini izlemekle görevliydi.

Serdar, telsizinden gelen acil çağrıyla irkildi. Ses, Jandarma Genel Komutanlığı’ndan geliyordu ve tonu, alışılmadık derecede gergindi.

“Yüzbaşı Serdar, burası Merkez. Tüm operasyonlarınızı derhal durdurun. Yeni, öncelikli görev: Sancak Operasyonu.

Serdar, şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Sancak Operasyonu? Detaylar nedir, Komutanım?”

“Detaylar, sadece Tugay Komutanı tarafından verilecek. Derhal en yakın üsse dönün. Bu, ulusal güvenlik meselesidir. Tekrar ediyorum, ulusal güvenlik meselesidir.”

Serdar, timini hızla topladı. Çamlıhemşin’den, Trabzon’daki Jandarma Komando Tugayı’na doğru yola çıktılar. Yol boyunca, Serdar’ın zihni, “Sancak Operasyonu”nun ne anlama gelebileceği üzerine dönüp duruyordu. “Sancak” , askeri terminolojide genellikle birliğin onurunu ya da çok önemli bir sembolü temsil ederdi.

Tugay Komutanı Tuğgeneral Haluk Bey, Serdar’ı makamında bekliyordu. Haluk Bey, genellikle soğukkanlı ve neşeli bir adamdı, ama o gün yüzü, Karadeniz’in fırtınalı denizi gibi kasvetliydi.

“Otur, Serdar,” dedi General Haluk, masasının üzerindeki, eski, yıpranmış bir fotoğrafı işaret ederek.

Fotoğrafta, Osmanlı döneminden kalma, altın işlemeli, kırmızı bir sancak vardı. Sancağın üzerinde, Arapça hat sanatıyla yazılmış, bir ayet parlıyordu.

“Bu, sadece bir sancak değil, Serdar,” dedi General Haluk. “Bu, ‘Yavuz’un Sancağı’ olarak bilinen, tarihi bir emanet. Dört yüz yıl önce, Yavuz Sultan Selim’in, Mısır seferinde kullandığı, kutsal bir emanet.”

Serdar, şaşkınlıkla fotoğrafa baktı. “Komutanım, bu sancağın bizimle ne ilgisi var?”

“Sancak, yıllardır, İstanbul’daki Askeri Müze’de, en yüksek güvenlik altında sergileniyordu. Ancak, dün gece, inanılmaz bir olay yaşandı. Sancak, çalındı.”

Serdar, şok oldu. Askeri Müze, ülkenin en korunaklı yerlerinden biriydi.

“Nasıl olur? Güvenlik sistemleri, alarmlar…”

“Sistemler, profesyonelce devre dışı bırakıldı. Hırsızlar, sadece sancağı aldı. Başka hiçbir şeye dokunmadılar. Bu, sıradan bir hırsızlık değil, Serdar. Bu, sembolik bir darbe.”

General Haluk, derin bir nefes aldı. “MİT ve Emniyet, olayı soruşturuyor. Ama sancağın çalınması, uluslararası bir skandala yol açabilir. Sancak, sadece tarihi bir eser değil, aynı zamanda ulusal onurumuzun bir parçasıdır.”

“Peki, bizim görevimiz nedir, Komutanım?”

“İstihbarat, sancağın, çalındıktan hemen sonra, Karadeniz üzerinden, yurt dışına kaçırılmaya çalışıldığını gösteriyor. Son iz, Trabzon limanından, Gürcistan sınırına doğru giden, eski bir balıkçı teknesini işaret ediyor. Bu, bir JÖH operasyonudur, Serdar. Sancağı, sınır dışına çıkmadan önce, ne pahasına olursa olsun geri almalısın.”

“Anlaşıldı, Komutanım. Sancak, geri alınacak.”

Bölüm 2: Karadeniz’in Hayaletleri

Serdar ve timi, hızla Trabzon limanına ulaştı. Liman, polis ve sahil güvenlik ekipleriyle doluydu. Serdar, Sahil Güvenlik Komutanı Yüzbaşı Emre ile buluştu.

“Yüzbaşı Serdar,” dedi Emre, haritayı işaret ederek. “Hedef tekne, ‘Deniz Yıldızı’ adında, eski bir balıkçı teknesi. Son sinyal, Rize açıklarında, uluslararası sulara çok yakın bir noktadan geldi. Sis, işimizi zorlaştırıyor.”

“Sis, bizim avantajımızdır, Yüzbaşı,” dedi Serdar. JÖH timi, zorlu arazi ve hava koşullarında eğitimliydi.

Serdar, timini, Sahil Güvenlik’in en hızlı botlarından birine bindirdi. Sis, o kadar yoğundu ki, botun burnu bile zor görünüyordu.

Deniz Yıldızı’na yaklaştıklarında, Serdar, dürbünle tekneyi inceledi. Tekne, görünüşte boştu. Ancak, Serdar’ın tecrübesi, bir şeylerin yanlış olduğunu söylüyordu.

“Hazır olun,” diye fısıldadı Serdar, timine. “Bu, bir tuzak olabilir.”

JÖH timi, sessizce, balıkçı teknesine tırmandı. Teknenin güvertesi, ıslak ve kaygandı.

İçeri girdiklerinde, Serdar, bir çatışma izi bulmayı bekliyordu. Ama tekne, tamamen boştu. Ne bir iz, ne bir kan lekesi, ne de sancağın kendisi. Sadece, eski balık ağları ve deniz kokusu.

“Komutanım, tekne boş,” dedi timden bir asker.

Serdar, hayal kırıklığına uğradı. “Bu, bir oyalama taktiği. Sancağı, başka bir yere transfer etmiş olmalılar.”

Serdar, telsizle Sahil Güvenlik’e geri döndü. “Merkez, burası Sancak Timi. Tekne boş. Bu, bir yanıltma.”

Tam o sırada, telsizden, Yüzbaşı Emre’nin panik dolu sesi geldi. “Serdar, dikkat et! Teknenin altında, bir şey var! Büyük bir patlayıcı!”

Serdar, hızla timini topladı. “Derhal tekneden ayrılın!”

JÖH timi, botlarına doğru koşarken, balıkçı teknesi, şiddetli bir patlamayla havaya uçtu. Patlamanın gücü, botu bile sarsmaya yetti.

Serdar, patlamanın şokunu atlattıktan sonra, telsizini açtı. “Merkez, iyiyiz. Ama bu, bize bir mesajdı. Hırsızlar, sadece sancağı değil, aynı zamanda bizi de hedef alıyorlar. Bu, sıradan bir kaçakçılık değil.”

Bölüm 3: İstanbul’daki Gölge

Serdar, Trabzon’a döndüğünde, General Haluk, onu bekliyordu.

“Patlama, uluslararası sularda gerçekleşti, Serdar. Diplomatik bir krizi kıl payı atlattık. Ama sancağın izi, tamamen kayboldu.”

“Komutanım, bu işin arkasında, sadece sıradan hırsızlar yok. Bunlar, profesyonel. Ve Karadeniz’deki o patlama, İstanbul’daki bir gölgenin işi olmalı.”

Serdar, haklıydı. Sancağın çalınması, sadece bir hırsızlık değil, aynı zamanda Türkiye’nin imajını zedelemeyi amaçlayan, sofistike bir operasyondu.

General Haluk, MİT’ten gelen yeni bir raporu Serdar’a uzattı. “MİT, sancağın çalınmasının arkasında, uluslararası bir örgütün olduğunu düşünüyor. ‘Chronos’ adında, tarihi eser kaçakçılığı ve ulusların sembollerini çalmakla ün salmış, eski bir örgüt.”

“Chronos,” diye mırıldandı Serdar. “Zamanın Efendileri.”

“Bu örgüt, genellikle, yüksek profilli, sembolik eserleri çalar ve onları, siyasi pazarlık aracı olarak kullanır. İstihbarat, örgütün, sancağı, Türkiye’nin güneydoğusundaki, eski bir Süryani manastırına sakladığını düşünüyor. Oradan da, Irak üzerinden, Avrupa’ya kaçıracaklar.”

Serdar, haritaya baktı. Trabzon’dan, Süryani manastırına olan mesafe, binlerce kilometreydi.

“Komutanım, bu, bir JÖH operasyonu olmaktan çıktı. Bu, bir istihbarat ve komando görevi karışımı.”

“Bu yüzden, seni seçtik, Serdar. Sen, hem komando becerilerine, hem de istihbarat zekasına sahipsin. Görev, basittir: İstanbul’a git. MİT’in sana atadığı bir irtibat görevlisiyle buluş. Ve sancağın izini, İstanbul’un karanlık sokaklarında sür.”

Serdar, İstanbul’a doğru yola çıktı. Karadeniz’in sisli dağlarından, metropolün beton ormanına.

İstanbul’da, Serdar’ı, MİT’ten gelen irtibat görevlisi bekliyordu: Ajan Elif.

Elif, yirmili yaşlarının sonunda, keskin hatlı, zeki ve soğukkanlı bir kadındı. Serdar’ın, kaba komando dünyasına alışkın olduğu tiplerden değildi.

“Yüzbaşı Serdar,” dedi Elif, bir kafede buluştuklarında. “Ben Ajan Elif. Sancağın çalınması, benim uzmanlık alanım olan, tarihi eser kaçakçılığı bölümüyle ilgili.”

“Chronos örgütü hakkında ne biliyorsunuz?”

“Chronos, sadece bir örgüt değil, Yüzbaşı. O, bir felsefedir. Onlar, tarihin akışını değiştirebileceklerine inanırlar. Ve Yavuz’un Sancağı, onlar için, Türkiye’nin tarihini yeniden yazmanın bir sembolü.”

Elif, Serdar’a, örgütün İstanbul’daki kilit adamını gösteren bir fotoğraf uzattı. Fotoğraftaki adam, lüks bir antika dükkanının sahibiydi.

“Bu adam, örgütün Türkiye’deki lojistik sorumlusu. Sancağın çalınmasını organize eden kişi. Adı, Kamil Bey.

“Planımız nedir?” diye sordu Serdar.

“Planımız, basit: Kamil Bey’in güvenini kazan. Onu, sancağın nerede olduğu konusunda konuştur. Ve sancağı, o manastıra ulaşmadan önce, geri al.”

Serdar, gülümsedi. “Bir komando, bir ajana dönüşüyor. İlginç.”

“Unutmayın, Yüzbaşı. İstanbul, Karadeniz’in dağlarına benzemez. Burada, kurşundan çok, sözler tehlikelidir. Ve sis, sadece zihinlerdedir.”

Bölüm 4: Antikacının Labirenti

Serdar, İstanbul’un karmaşık dokusuna hızla adapte oldu. Elif’in sağladığı sahte kimlik, onu, nadir Osmanlı eserleri peşinde koşan, zengin ve gizemli bir koleksiyoncu olan **”Bay Kara”**ya dönüştürdü. Kaba komando botları yerine, İtalyan yapımı, pahalı ayakkabılar giyiyordu; ancak her adımı, bir avcının sessizliğini taşıyordu.

Kamil Bey’in dükkanı, Çukurcuma’nın arka sokaklarında, dışarıdan mütevazı, içeriden ise bir hazine odası gibiydi. Serdar, içeri girdiğinde, burnuna eski ahşap, cila ve zamanın kokusu çarptı.

Kamil Bey, kırklı yaşlarında, bakımlı, ince bıyıklı ve sürekli gülümseyen bir adamdı. Ancak gözleri, bir tüccarın değil, bir avukatın gözleri gibi keskin ve hesapçıydı.

“Hoş geldiniz, Bay Kara,” dedi Kamil Bey, elini uzatırken. “Sizin gibi değerli bir koleksiyoneri dükkanımda görmek bir onurdur.”

“Onur bana ait, Kamil Bey,” dedi Serdar, el sıkışırken. Serdar, el sıkışmanın gücünü ve süresini, Kamil’in karakterini analiz etmek için kullandı. Adam, güçlü ama temkinliydi.

Serdar, dükkandaki bir Osmanlı kılıcına doğru yürüdü. “Bu, 17. yüzyıl işi, güzel bir parça. Ama sanırım, benim aradığım türden değil.”

“Sizin aradığınız ne, Bay Kara? Benim dükkanım, her türlü nadir parçayı barındırır.”

Serdar, sesini alçalttı. “Ben, sadece sembolik değeri olan parçalarla ilgilenirim. Özellikle de, askeri ve dini önemi olanlarla. Öyle parçalar ki, sadece bir koleksiyon değil, aynı zamanda bir gücü temsil etsin.”

Kamil Bey’in gülümsemesi, bir anlığına dondu. Serdar’ın, sıradan bir alıcı olmadığını anlamıştı.

“Anlıyorum,” dedi Kamil. “Siz, sadece tarihin gölgesini değil, ruhunu arıyorsunuz. Maalesef, o tür parçalar, yasal yollarla bulunmaz.”

“Yasal yollar, her zaman en ilginç hikayeleri saklar, değil mi?” dedi Serdar, gözlerini Kamil’in gözlerine dikerek. “Duyduğuma göre, son zamanlarda, piyasada, çok nadir bir Osmanlı sancağı hakkında fısıltılar dolaşıyormuş. Öyle bir sancak ki, sadece bir kumaş parçası değil, aynı zamanda bir efsane.”

Kamil Bey, masasının arkasına geçti. “Fısıltılar, Bay Kara, genellikle yalan söyler. Ben, sadece yasal ve belgelenmiş eserlerle ilgilenirim.”

“Belgeler, sahte olabilir, Kamil Bey. Ama gücün kokusu, asla yanılmaz. Eğer o sancağın nerede olduğunu biliyorsanız, size, onu, Chronos’un kendisinden daha iyi bir fiyata alacağımı garanti ederim.”

Kamil Bey, Serdar’ı test etmek zorundaydı. “Peki, Bay Kara. Diyelim ki, ben, o tür bir eserin izini biliyorum. Sizin, bu piyasada güvenilir bir ortak olduğunuzu nereden bileceğim? Bu işler, sadece parayla yürümez. Aynı zamanda, sadakat ve gizlilik ister.”

“Sadakat ve gizlilik,” dedi Serdar, gülümsedi. “Benim eski mesleğimde, bu iki kelime, hayat demektir.”

Kamil Bey, Serdar’ın bu cevabından etkilendi. “Pekala. Bu akşam, size, küçük bir iş teklifim olacak. Eğer bu işi, sorunsuz hallederseniz, o zaman, aradığınız ‘güç’ hakkında konuşabiliriz.”

Bölüm 5: Boğaz’daki Tuzak

Kamil Bey, Serdar’ı, o gece, Boğaz’ın Anadolu yakasındaki terk edilmiş bir depoya çağırdı. Elif, Serdar’ın kulağına gizlenmiş mikrofon aracılığıyla, tüm konuşmayı dinliyordu.

“Bu bir tuzak, Serdar,” diye fısıldadı Elif. “Kamil, sana, yasadışı bir yük teslimatı yaptıracak. Eğer kabul edersen, seni, Chronos’un ağına dahil edecek. Eğer reddedersen, seni, bir tehdit olarak görecek ve ortadan kaldıracak.”

Serdar, depoya girdiğinde, Kamil Bey ve iki iri koruması, onu bekliyordu. Deponun ortasında, ahşap kasalar yığılmıştı.

“Basit bir iş, Bay Kara,” dedi Kamil. “Bu kasalar, yarın sabah, Gürcistan’a gidecek. Tek yapmanız gereken, onları, buradaki bir tekneye yüklemek ve bu tekneyi, uluslararası sulara kadar eskort etmek. Yükün ne olduğunu sormayın.”

Serdar, kasalara yaklaştı. Kamyoncu kılığına girmiş JÖH komandosu olarak, kasaların ağırlığını ve kokusunu hemen anladı. İçinde, antika değil, silah vardı.

“Bu, benim işim değil, Kamil Bey,” dedi Serdar. “Ben, antika koleksiyoncusuyum, silah kaçakçısı değil.”

Kamil Bey’in yüzü sertleşti. “Bu, bir test, Bay Kara. Güç, sadece eski eserlerde değildir. Güç, aynı zamanda, o eserleri koruyacak silahlardadır.”

Serdar, geri adım atmadı. “Güç, aynı zamanda, ne zaman ve nerede savaşılacağını bilmektir. Bu, sizin oyununuz. Ben, sizin piyonunuz olmayacağım.”

Kamil Bey, korumalarına işaret etti. “O zaman, maalesef, Bay Kara. Sizinle işimiz bitti.”

Serdar, çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anladı. Ancak, Elif’in bir planı vardı.

“Serdar, bekle!” diye fısıldadı Elif, Serdar’ın kulağına. “Kamil’in, Chronos’taki kod adını söyle. Bu, onu şaşırtacak ve sana zaman kazandıracak.”

Serdar, derin bir nefes aldı. “Kamil Bey, **’Zamanın Bekçisi’**ne yakışmıyor bu hareketler. Chronos, piyonlarını böyle harcamaz.”

Kamil Bey, bu kod adı duyduğunda, şok oldu. Bu, örgüt içinde bile çok az kişinin bildiği, onun kişisel kod adıydı.

“Sen kimsin?” diye bağırdı Kamil.

“Ben, sadece bir koleksiyoncu değilim,” dedi Serdar. “Ben, senin patronunun, **’Büyük Üstat’**ın, sana gönderdiği bir uyarıyım. Sancağın çalınması, bir operasyondu. Ama onu, yasa dışı silahlarla kirletmek, örgütün felsefesine aykırı. Eğer sancağı geri alamazsam, Büyük Üstat, seni, bu silahların arasında bulacak.”

Bu blöf, işe yaradı. Kamil Bey, Serdar’ın, örgütün içinden biri olduğuna ikna olmuştu.

“Tamam, durun!” diye bağırdı Kamil, korumalarına. “Bay Kara, sanırım, aramızda bir yanlış anlaşılma oldu. Büyük Üstat, sizi mi gönderdi?”

“Ben, sadece bir mesajcıyım,” dedi Serdar. “Ve mesajım, net: Sancak, kutsaldır. Onu, kirli işlere bulaştırma. Sancağın, Güneydoğu’daki manastıra transferi, ne zaman yapılacak?”

Kamil Bey, Serdar’ın, manastırın yerini bilmesine şaşırdı. Güvenini tamamen kazanmıştı.

“Sancak, bu gece yola çıkıyor. Hava yoluyla. İstanbul’un dışındaki, eski bir askeri havaalanından. Sancak, oradan, ‘Kurye İlyas’ tarafından alınacak ve manastıra götürülecek.”

Serdar, aradığı bilgiyi almıştı.

Bölüm 6: Kurye İlyas’ın Peşinde

Serdar, depodan ayrılır ayrılmaz, Elif’le buluştu.

“İlyas,” dedi Elif, bilgisayarına bakarken. “Kurye İlyas. Chronos’un, en güvenilir lojistik uzmanı. Eski bir pilot. Güneydoğu’daki manastıra, sancağı, özel bir kargo uçağıyla götürecek.”

“Havaalanı nerede?”

“İstanbul’un dışında, eski bir askeri havaalanı. Artık, sivil kargo uçuşları için kullanılıyor. Kalkış, iki saat içinde.”

Serdar, zamanlarının kısıtlı olduğunu biliyordu. “Elif, Tugay Komutanı’nı ara. Bize, havaalanında bir ekip lazım. Ama sivil giyimli ve gizli.”

“Serdar, bu, MİT’in işi. JÖH’ü dahil edemeyiz.”

“Bu, bir JÖH operasyonu, Elif. Sancak, bir komando tarafından çalındı. Ve bir komando tarafından geri alınacak. Bana, sadece havaalanının planlarını ve İlyas’ın fotoğrafını ver.”

Serdar, Tugay Komutanı Haluk Bey’i aradı. “Komutanım, sancağın izini buldum. İstanbul’daki eski askeri havaalanından, Güneydoğu’ya kaçırılıyor. Bana, sivil giyimli, iki kişilik bir JÖH timi lazım. Acil.”

General Haluk, Serdar’ın kararlılığını biliyordu. “Tamam, Serdar. Sana, en iyilerini gönderiyorum. Ama unutma. Bu, bir istihbarat operasyonu. Silah kullanmak, son çare.”

Havaalanına vardıklarında, JÖH timi, sivil giyimli, ancak her an savaşa hazır bir şekilde Serdar’ı bekliyordu.

Serdar, havaalanının kargo bölümüne sızdı. Kurye İlyas, kargo uçağının yanında, siyah bir kutuyu uçağa yüklemeye hazırlanıyordu. Kutu, Yavuz’un Sancağı’nı içeriyordu.

Serdar, İlyas’a doğru yaklaştı. “İlyas,” dedi, sesi alçak ve tehditkar.

İlyas, şaşkınlıkla arkasına döndü. “Sen kimsin?”

“Ben, sadece bir mesajcı değilim. Ben, o sancağın ait olduğu toprağın bekçisiyim.”

İlyas, Serdar’ın bir tehdit olduğunu anladı. Elini, belindeki silaha attı.

Serdar, İlyas’tan daha hızlıydı. Bir JÖH komandosunun refleksleriyle, İlyas’ın bileğini yakaladı ve onu, yere fırlattı.

Kurye İlyas, deneyimli bir savaşçıydı. Yere düşer düşmez, Serdar’a saldırdı. İkisi arasında, kargo uçağının gölgesinde, sessiz ve ölümcül bir çatışma başladı.

Serdar, dövüşürken, İlyas’ın, sadece bir kurye değil, aynı zamanda, Chronos’un askeri kanadının bir parçası olduğunu anladı.

Serdar, son bir hamleyle, İlyas’ı etkisiz hale getirdi. İlyas, bilincini kaybetmeden önce, Serdar’a baktı.

“Sancak,” diye fısıldadı. “Sancak, sadece bir kumaş parçası değil. O, bir lanet. Onu, asla geri alamayacaksın.”

Serdar, İlyas’ı etkisiz hale getirdi ve sancağın bulunduğu siyah kutuyu açtı. İçinde, Yavuz’un Sancağı, altın işlemeleriyle parlıyordu.

Bölüm 7: Zafer ve Yeni Bir Tehdit

Serdar, sancağı, Tugay Komutanlığı’na teslim etti. Sancak Operasyonu, başarıyla tamamlanmıştı. Serdar, ulusal bir kahraman olarak karşılandı.

Ancak, Serdar’ın zihninde, İlyas’ın son sözleri yankılanıyordu: “Sancak, bir lanet.”

General Haluk, Serdar’ı tebrik etti. “Harika bir iş, Serdar. Yavuz’un Sancağı, ait olduğu yere geri döndü. Chronos’un Türkiye’deki ağı, Kamil Bey ve İlyas’ın tutuklanmasıyla çöktü.”

“Komutanım, bu, sadece bir başlangıç. Chronos, sadece bir sancağın peşinde değildi. Onlar, bir şeyin daha peşindeydi.”

Serdar, sancağın bulunduğu siyah kutuyu inceledi. Kutunun içinde, sancağın altına gizlenmiş, küçük, metal bir disk buldu. Disk, sancağın kumaşına zarar vermeden, sancağın enerjisini ölçen bir cihazdı.

“Bu, sancağın, sadece tarihi bir eser olmadığını kanıtlıyor. O, bir tür enerji kaynağı, Komutanım.”

General Haluk, şaşkınlıkla diske baktı. “Bu ne anlama geliyor, Serdar?”

“Sancak, görünenden daha fazlası. Ve Chronos, sancağı geri almak için her şeyi yapacak. Bu, bitmedi. Bu, sadece bir perde arası.”

Serdar, MİT’ten Ajan Elif’i aradı. “Elif, Chronos’un felsefesi neydi? Tarihin akışını değiştirmek, değil mi?”

“Evet. Neden soruyorsun?”

“Sancak, bir anahtar. Ve bu anahtar, sadece bir kapıyı değil, aynı zamanda, zamanı da açabilir. Chronos, sadece bir tarihi eser kaçakçılığı örgütü değil. Onlar, bir zaman makinesinin peşinde olabilirler.”

Serdar’ın yeni görevi, sadece sancağı korumak değil, aynı zamanda, sancağın gerçek gücünü ve Chronos’un nihai planını ortaya çıkarmaktı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News