MİLYONER, AVUKATI TARAFINDAN TERK EDİLİNCE PANİĞE KAPILDI. AMA HİZMETÇİSİ HER ŞEYİ DEĞİŞTİRDİ
.
.
Bir sonbahar sabahı, İstanbul’un Sisli Çarşısı’nın dar sokaklarında yürüyen Derya Yılmaz adındaki genç gazeteci, elindeki eski postacı çantasında gizlediği yıpranmış haritaya bakıyordu. Haritada, Karaköy Limanı’na çok yakın, uzun zamandır kapalı olan “Hayalet Kervansarayı”nın yeri işaretlenmişti. Sektördeki en büyük yolsuzluk davalarından birinde tanık olan Derya, yıllardır kaybolduğu söylenen gizli belgelerin izini sürüyordu.
Kahvesinden aldığı ilk yudumla titreşen dizleri arasından yükselen heyecanı kesti. Şehrin karmağında kaybolan tarihî yapılar, efsaneler ve gizli defterler peşinde koşan o, bu sabah nihayet bir kapının eşiğindeydi. Daracık bir sokağın sonunda, eskimiş bir tahta kapı asılıydı. Üstündeki paslı çivilerle tutturulmuş yazıda, neredeyse hiçbir şey okunmuyordu: “Sadece Gerçeği Arayanlar Girmeli.” Derya derin nefes aldı, kapıyı nazikçe itti.
İçerisi loştu. Güneşin soluk ışıkları, üzerleri örümcek ağı kaplı masif tahta raflarda birikmiş toz zerrelerini aydınlatıyordu. Yan tarafta, zemine serilmiş renkli minderler ve kırık bir bakır lamba yer alıyordu. Kervansarayın iç avlusuna benzeyen geniş bir salon, duvarlarında yarım yamalak kazınmış harflerle doluydu: “Gerçeğin Bedeli Cesarettir.” Derya adımlarını sessizce ilerletti, aklında yanan soru işaretlerini bastırmaya çalışıyordu.

Tam o sırada, çatıdan sarkan eski bir halatın ucunda sallanan tozlu bir torba dikkatini çekti. İçgüdüsüyle torbayı indirdi, içinde sararmış, mürekkebi solmuş defterler vardı. “İşte bunlar,” diye mırıldandı. Adını bile duymadığı bir isim duvar yazılarında birden belirdi: “Mehmet Kazancı.” Defterlerin arasına saklanmış bir mektup, “Beni 24 Ağustos 1926’da öldürdüler. Gerçeği ara,” diyordu. Derya’nın kalbi hızla çarpmaya başladı. Tarihte kaybolmuş bir suikastın izlerine ulaşmış olabilir miydi?
Salonun opal mavisi cam vitraylarından bir demet günışığı süzülürken, duvarın ardında yarısını örten gizli bir kapak beliriverdi. Derya, defteri sol eline alıp kapaktaki küçük kilidi eski bir anahtar deliğine soktu. Bir tık! Kapak açıldı. İçerisi boştu. Tam omuz silkiniyordu ki, ayak sesleri duydu: ağır adımlar, gıcırtılı. Arkasını döndü; gölgesiyle aynı boyda, siyah paltolu bir adam koridora doğru hızla yaklaşıyordu. Defterleri eline sıkıştırdı, saklanacak bir köşe aradı.
Adamın, gri sakallı bir yüzü, elleri ceplerinde, gözleri parlaktı. Kuşkulu bir sesle, “Burada ne arıyorsun, genç hanım?” diye sordu. Derya, defterleri sıkarken gergin bir nefes aldı. “Tarihi belgeler… ve bir gerçek,” diye mırıldandı. Adam kaşlarını kaldırdı. “Mehmet Kazancı’nın mirasını mı arıyorsun?” Derya şaşkınlıkla başını salladı. “O kim?” diye sordu. Adam hafifçe gülümsedi. “Eskiden bu konağın sahibiydi. Müdavimleri, Osmanlı’ya karşı kurulan komploları günlüğüne yazdığını söyler.” Gülüşü karanlıktı: “Sen çok tehlikeli sularda yüzüyorsun.”
Derya, “Gerçeği bilmek benim işim,” dedi cesurca. Adam adımlarını durdurdu. Duvar yazılarına bakıp, “Cesaret… Evet,” diye başını salladı. “Beni takip et.” Gölgesini havada dans ettirerek, koridorda açılan gizli bir kapıyı gösterdi. Ardından, taş merdivenlerden aşağı indiler. Düşen su damlalarının eşliğiyle aydınlanmış alt kattan yükselen sessizlik, saklı bir sığınağa işaret ediyordu.
Sığınak zemininde metal sandıklar, pirinçten yapılmış eski mühürler, daracık masalar ve mürekkepleri kurumış fermanlar vardı. “Burası ‘Gerçeğin Kütüphanesi’,” dedi adam. “Kazancı’yı öldürenler, bilgileri yok etmek için burayı kapattı. Ama bazılarımız gerçeği araştırır.” Derya heyecanla sandıklardan birinin kapağını kaldırdı. Kağıtlar, fermanlar, yabancı dillerde notlar dizilmişti. “Bunlar,” diye fısıldadı. İlk mektubu okuduğu an, dünyanın belki de en önemli sırrını bulduğunu hissetti: Osmanlı içindeki uluslararası komplolar, imparatorluğun kaderini değiştirmişti.
Tam inceliyordu ki, dışarıda yükselen çığlık duyuldu. İnsan sesleri, panik… Kısa süre sonra bir patırtı geldi: kapı kilitlenmişti. “Birilerini buraya sokmuşuz,” dedi adam. “Çabuk çıkmalıyız.” Derya, kütüphanenin duvarındaki bir haritanın kenarında işaretlenmiş yeni bir not gördü: “Kervan ilerlesin.” Birden aklına bir yol fikri geldi. Adamı işaret etti: “Çatıdan tekrar yukarı çıkalım.” Kuyruklu merdivenleri hızla tırmandılar.
Yukarı katın üst odasında, tozlu camlardan birini kırıp açtılar. Dışarıda, gün batımının kızılı İzmir Körfezi’nin kıyılarını aydınlatıyordu. Derya defterleri çantasına sıkıştırırken, adam ona baktı: “Artık geri dönemezsin,” dedi. “Gerçeği yayımlayacaksan bedelini ödersin.” Derya gülümsedi. “Bedelleri göze almak gazetecinin hakkı ve görevidir.” İç güdüsüyle, sis gibi salınan hafif rüzgârı içine çekti. Sis, kervansarayın haritasına, gerçek tarih sayfalarına doğru serpiliyordu.
Ertesi sabah, Derya’nın imzasıyla çıkan makale tüm gazetelerin manşetini süsledi: “Hayalet Kervansarayı’nda Bulunan Osmanlı Komploları Belgeledi.” Tarihçiler şaşkın, yetkililer kaygılı, halk merakla adalet arıyordu. Kervansaray’ın kapıları yeniden açıldı; turist grupları, tarih meraklıları içeri dalarken, Derya koridora girdi. Yanında, siyah paltolu adam duruyordu. Kendi meslektaşı olduğundan bahsetmişti: emekli bir arşiv uzmanı. Artık birlikte çalışacaklar, gerçeğin peşinden asla vazgeçmeyeceklerdi.
Sisli Çarşı’nın dar sokaklarından kapanış ziline dek uzanan suikastların, komploların ve kayıp evrakların ardındaki sırlar bir bir gün yüzüne çıkıyordu. Kervansaray, bu defa hayalet değil, merakın ve cesaretin müzesi olacaktı. Derya, taş döşeli avluda durup sislerin arkasındaki ufka baktı: Bugün tarihin sayfaları yeniden yazılıyordu. Gerçeğin bedeli cesaretti. Ve o cesareti göstermişti.