MİLYONER, OĞLUNA DOĞUM GÜNÜNDE SÜRPRİZ YAPTI. AMA ONU GÖRÜNCE PANİĞE KAPILDI

MİLYONER, OĞLUNA DOĞUM GÜNÜNDE SÜRPRİZ YAPTI. AMA ONU GÖRÜNCE PANİĞE KAPILDI

.
.

Eski Osmanlı kasabası Ürkütmeyen’de, sarp kayalıkların eteğine yaslanmış taş evlerin arasında inci gibi dökülen bir çınar vardı. Çınarın dibinde, rengârenk ahşap kepenkleriyle küçük bir kaligrafi atölyesi yer alıyordu. Bu atölye, neredeyse yarım asırlık emeğin, mürekkebin ve kâğıdın muzip kokusunu içinde barındırıyordu. Ustası Hasan Efendi, ince parmak uçlarıyla fırça darbelerini dans ettirirken, kasaba halkı “Kaligrafi hâfızı” diye anardı onu.

Bir sabah, Hasan Efendi’nin kapısı tıkladı. İçeriye siyah aba giymiş, yüzü karanlık bir gölge altında kalmış bir genç adım attı. Elleri titreyerek çıkarttığı zarflı bir mektubu, usulca masaya bıraktı. “Bunu benden başka kimsenin bilmemesini isterim,” dedi alçak bir sesle. Usta, gümüş telleri saçlarına değen ışıkta doğruldu, “Kimdir?” diye sordu. Genç çekingence cevap verdi: “Benim adım Mirza. İstanbul’dan geliyorum. Bu mektup, dedemden son hediyeydi.”

Hasan Efendi zarfa dokundu; şehre uzak diyarlarda bile hissedilen hafif ateş kokusu vardı gibi. Zarfın içinde koyu menekşe renginde bir mühür ve kırık dökük eski kâğıda yazılmış birkaç satır bulunuyordu. Mirza’nın elleri, mektubun üstünde dolaşırken birden titredi. “Çok eski bir yazıdır,” dedi usta. “Harfi bile silinmiş, kelimeler belirsizleşmiş. Senin yardımına muhtacım.”

Böylece, atölyede uzun bir sessizlik doğdu. Hasan Efendi, masanın çekmecesinden piyanoya benzeyen kurşun harf baskı taşları çıkardı. “Bu,” diye başladı, “1380’lerden kalma bir yazı örneği. Eğer mektuptaki mürekkep de aynı dönemden geliyorsa, cilt şekliyle bir sır taşır; belki de dedene ait kaderi aydınlatacak ipuçları saklıdır.” Mirza’nın gözleri parladı. “Dedem, hanedana ihanetle suçlandı, vatan hainliğiyle ölüme mahkûm oldu. Ben de kendimi günahkar hissediyorum.” Usta başını salladı: “Bu yazı hâliyle okunamaz ama mürekkebin pigmentine, kâğıdın dokusuna bakarsak hakikat yolunu buluruz.”

MİLYONER, OĞLUNA DOĞUM GÜNÜNDE SÜRPRİZ YAPTI. AMA ONU GÖRÜNCE PANİĞE KAPILDI  - YouTube

Ertesi gün, Hasan Efendi ve Mirza, atölyenin tozlu raflarından topladıkları eski eserleri temizlemeye koyuldular. Gümüş parıltılı sayfalar, incecik kâğıtlar, asırlık ciltler… Her biri bir ömür taşırdı. Önce mektubu özenle nemlendirdiler, ardından özel bir merheme batırarak satırları şeffaflaştırdılar. Mührün altındaki kabartmalarda Osmanlıca harfler, kaligrafi kalıplarının izleri belirmeye başladı. Okumak bir yana, yazı titreşiyordu sanki kendi kaderini fısıldayan bir sesle.

Günler haftaları kovaladı. Mirza, her akşam atölyede uyuklar halde bulundu; gözlerinin altında siyah gölgeler belirdi. Usta sabah ezanından önce gelip mürekkebi hazırlıyor, mektubu büyüteç altına yerleştiriyor, ardından yeni bir ipucu keşfediyordu. Bir kelime: “İhanet”; ardı kesik bir çizgi; sonra bir isim: “Hüseyin Bey”. Sonra tekrar kesik… Kâğıt, bir labirent gibi çözülmeyi bekliyordu.

Bir gece kitabedeki satırların arasına gizlenmiş bir kodu fark ettiler. Kırmızı mürekkeple çizilmiş ince zarf şekilleri… O zarflar, Ürkütmeyen’in sur duvarlarına açılan gizli kapılara işaret ediyordu. Sabah olduğunda, Mirza heyecanla uyandı: “Usta, bu işaretler kasabanın dört bir yanındaki kitabelerde de var!” İkili, eski caminin duvarına bastırılmış harfleri dikkatle incelediler; mühür aynı motifti. Ustanın parmağı bir taşın yüzeyindeki çentiklere takıldı: “Yüzyıllardır saklanmış bir mesaj.”

Bir grup cesaret, güç ister derler. Hayatlarındaki alışkanlıkları geride bırakıp taşlı yolları izlemeye karar verdiler. Çarşıyı geçip kışkırtıcı rüzgârın savurduğu toz bulutları arasında, surun kuzey kapısının arka cephesinde, yarım yamalak Türkçe “Bu satırı gizleyene rahmet!” yazısını buldular. Orada, taşın dibine gömülü ince bir demir anahtar belirdi. Tümüyle paslanmış, ama biçimi net: küçük, narin bir filiz.

Mirza, anahtarı avucuna aldı. Usta, “Bunu nereye takacağız?” diye sordu. Mirza omuz silkti: “Surlarda başka kapı yok. Belki gizli geçitte…” Ürkütmeyen’in eski efsanelerinde, doğu surlarının altında kayıp bir tünel olduğu söylenirdi. Kimse nerede bittiğini bilmezdi.

O gece, ay battıktan sonra doğu surlarının yakınında buluştular. Rüzgârın uğultusu, tarihin sessiz yankılarına karıştı. Hassas adımlarla bir sütun aralığına yaklaştılar. Orada, karanlıkta kaybolmuş bir dikdörtgen boşluk gördüler. Mirza, anahtarı deliğe yerleştirdi. Bir tık sesi duyuldu. Arka arkaya iki sessizlik… Sonra taş zemindeki kapak gıcırdayarak kaydı: altından merdivenler iniyordu.

Aşağı inerken soğuk, nemli hava yüzlerini yaladı. Duvarlardaki yosunlar, kabuğuna varana dek büyümüş ağaç kökleri gibi sarmıştı kemerleri. Birkaç metre sonra dar bir koridora çıktılar. Koridor, daha da darlaşıp soluk bir ışıkla aydınlanan küçük bir odaya açıldı. Oda, yerden tavana kadar sıralanmış kütüphane raflarıyla doluydu. Toz içinde soluk renkli ciltlere sarılmış kitaplar, gölün kıyısındaki sazlık misali huzursuz sallanıyordu.

Hasan Efendi bir taşı aşındırmış sayfa buldu. Üzerinde kıl katrancı mürekkep solmuştu ama birkaç kelime hâlâ okunuyordu: “Sadakat, kanla değil, niyetle ölçülür.” Genç Mirza nefesini tuttu: “Dede bunu niye buraya saklamış?” Usta, camgöbeği gözlerini yaklaştırıp dikkatle baktı: “Bu, Osmanlı Divan-ı Hümayun’unun gizli arşivi olabilir. Hainlikle suçlanan bir aile ferdi, gerçek suçluyu ortaya çıkarmak için gizlice buraya saklamış olabilir.” İkili, raflar arasında arama yapmaya koyuldu.

Çok geçmeden, rafın en altındaki ahşap kutu ortaya çıktı. Kutunun üzerinde altın varakla işlenmiş sultanın tuğrası vardı. Mirza nazikçe kapağı kaldırdı. İçinde bir levha, iki kâğıt zarf ve bir parşömen rulo saklıydı. Levha bakırdandı; işlenmiş Osmanlıca cümleler sıralanmıştı. Bir zarfda tükenmez kalemle yazılmış el yazısı, diğerinde soğan kabuğu mürekkebiyle yazılmış ufak bir not. Rulo ise kadim bir fatih asır mührüyle kapalıydı.

Mirza ruloyu açtı. Titreyen satırlarda damgalı mühür izleri; yan yana sıralanmış âlim isimleri… Sonunda “Hüseyin Bey” adı belirdi. Parşömenin köşesinde kırmızı boya lekesi… Usta gözlerini kısıp okudu: “Hüseyin Bey, Tebriz serdarı… devlet sırlarını civan güvercinlerle taşırken… kargıya benzetmeyin, niyetini gören kuştur…”. Kısacık şiir gibi satırlar, yüzyıllar öncesinin bir masumiyet şarkısıydı.

Zarfları açtıklarında birinde, ailenin hanedana bağlılığını tek tek belgeleyen mühürlü tapular; diğerinde ise asılsız iftirayı atan kişininkine ait imza izi vardı. O imza, Divan-ı Hümayun’un asli üyesinin kaligrafisiydi. Yani devlete ihanet suçlaması, bir rakip sesi susturmak için planlanmıştı. Mirza dudak büktü: “Dedem, suçsuzmuş…” Usta başını salladı, “Bu belgelerle suçu ispatlayıp hatırasını temize çıkarabiliriz.”

Ertesi sabah, güneşin doğuşuyla birlikte şehir kâtipleri ve mûteferrik heyet, atölyede toplandı. Mirza, dosyaları tek tek sundu. Kadim tapular, parşömen, nazik kaligrafi izleri. Sonra bu belgeleri, Osmanlı Tarih Encümeni’ne sunmayı teklif etti. Kasaba ileri gelenleri, tarihin gölgesinden çekilip gerçek aydınlığa kavuşan bir hikâyeyi hayretle izledi.

Önce Ürkütmeyen’in kadı defterine kaydedildi. Ardından Divan-ı Hümayun’a gönderilmek üzere padişah huzuruna uğurlandı. Aylar sürdü resmi süreç; nihayet belgeyi alan padişah, tarihin yanlış yazdıklarını düzeltti: Hüseyin Bey’in adı iade edildi, mirası affedildi, tasfiye emri iptal oldu. Mirza’nın atölyesindeki o tozlu raflarda, dedesinin onuru tazelendi.

O akşam, Ürkütmeyen’in çınarı altında kalabalık bir kutlama düzenlendi. Mirza, elinde bakır levhayı ve parşömenden çıkan satırları halka okuyarak, “Sadakat niyetle ölçülür” mısrasını dile getirdi. Hasan Efendi, gözlerindeki yaşlarla gülümserken genç talebesine omuz verdi. Kasaba çalgıcıları kemençe, darbuka, nayla ezgiler üflerken gölgeler dans etti. Taş evlerin kepenkleri ardına kadar açıldı; misafirler gölün ay ışığına kadar sohbet edip mürekkebin, tarihin kokusunu ciğerlerine çektiler.

Ertesi sabah, atölyede yeni bir sessizlik vardı. Raflardaki kitaplar uslu duruyor, pencereden süzülen toz zerrecikleri mürekkebin teşekkürü gibiydi. Mirza, çalışma masasına geçti. Modern bir kalem ve beyaz kâğıt çıktı önüne. Usta yanına yaklaştı: “Artık yeni hikâyeleri sen yazacaksın.” Mirza derin bir nefes aldı: “Evet usta. Tarihin gölgelerini, insanların onuruna mısra mısra dökeceğim.”

Ve günbegün, hem eski sırlara hem yeni umutlara şahitlik eden o küçük atölyede, bir kuş gibi hafif fırça darbeleri dolaşıp durdu. Birbirini izleyen sayfalarda, sadakat, adalet ve kaligrafinin incelikleri, Ürkütmeyen’in sırtındaki çınar kadar köklü, o kervansarayın ötesine uzanan bir efsane bırakacaktı ardında.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News