Türkler Sadece Drone Uçurur” Dedi, 45 Saniye Sonra ŞOK OLDU! ✈️ Fransız General Özür Diledi

Türkler Sadece Drone Uçurur” Dedi, 45 Saniye Sonra ŞOK OLDU! ✈️ Fransız General Özür Diledi

.

I. Göklerin Barondan Gelen Hakaret

Mayıs 2024. Yer: Fransa, Mont-de-Marsan Hava Üssü. Gökyüzü gri, hava ağır ve kasvetliydi.

Pistte, dünyanın en ölümcül, en pahalı ve en gelişmiş savaş makineleri birer çelik canavar gibi sıralanmıştı. Burası NATO’nun Tiger Meet tatbikatıydı; dünyanın en seçkin pilotlarının kimin daha iyi olduğunu kanıtlamak için bir araya geldiği o devasa arena. İngiliz Typhoon’ları, Alman Tornado’ları, İtalyan F-35’leri ve ev sahibi Fransızların gururu Rafale uçakları hepsi oradaydı. Motorların kulakları sağır eden çığlıkları, jet yakıtının o keskin kokusuyla birleşiyordu.

Ancak bu yılki tatbikatın havasında farklı bir gerilim vardı. Bu sadece bir eğitim değil, adeta ilan edilmemiş bir soğuk savaştı. Özellikle ev sahibi Fransızlar, havacılık tarihlerine ve teknolojilerine duydukları aşırı güvenle üssün koridorlarında birer kral edasıyla dolaşıyorlardı. Onlara göre gökyüzünün tek hakimi kendileri, diğerleri ise sadece birer misafirdi.

O sabah, briefing odasında yaşananlar ise bu kibri bambaşka bir boyuta taşıdı. Yüzlerce pilotun doldurduğu loş salonda, dev ekranlarda haritalar ve görev senaryoları yansıtılıyordu. Sessizliği, topuk sesleri bozdu. Kürsüye, Fransız Hava Kuvvetlerinin efsanevi ismi, sayısız madalya sahibi, Göklerin Baronu lakaplı General Pierre Dubois çıktı.

General, elindeki porselen kahve bardağını yavaşça masaya bıraktı. Gözlerini salonda gezdirdi ve bakışlarını salonun en arka sırasında sessizce oturan, kollarında Türk bayrağı peçi taşıyan ekibe dikti. Dudaklarında beliren o küçümseyici gülümsemeyi saklama gereği bile duymadı. Mikrofonu düzeltti ve tüm salonun buz kesmesine neden olan o cümleleri kurdu:

“Baylar, bugünkü simülasyon senaryomuz biraz farklı. Sizden Türk dostlarımıza karşı biraz daha nazik, biraz daha toleranslı olmanızı rica ediyorum.”

Salonda kıkırdamalar başladı. General devam etti:

“Biliyorsunuz, Türk ordusu son yıllarda bütçesini ve enerjisini sadece uzaktan kumandalı oyuncaklara, yani dronelara harcıyor. Muhtemelen pilot arkadaşlarımız, gerçek bir jetin kokpitinde 9G kuvveti altında ciğerleri sıkışırken ne yapacaklarını unutmuş olabilirler. Onlara avans verin. Hemen düşürmeyin. Biraz uçmalarına izin verin.”

Bu sözler salonda bir bomba etkisi yarattı. İngiliz pilotlar kahkaha atıyor, Almanlar birbirlerini dürtüyor, İtalyanlar alaycı gözlerle arkaya bakıyordu. Onlara göre Türkler, teknolojisi eski F-16’larıyla bu modern arenada sadece birer tatbikat hedefiydi.

O an, o salonda bulunan herkesin gözü Türk ekibinin üzerindeydi. Bir öfke patlaması, bir itiraz, bir kavga bekliyorlardı ama bekledikleri olmadı.

Türk filosunun komutanı Binbaşı Kaan, namı diğer Atmaca, yerinden yavaşça doğruldu. Yüzünde en ufak bir öfke belirtisi yoktu. Tıraşlı yüzü mermer gibi ifadesiz, gözleri ise çelik gibi soğuktu. O, Anadolu Kartallarının yetiştirdiği, Konya Ovasında ses hızını aşarken büyüyen bir subaydı.

Generale dik dik baktı. O bakışta ne bir korku ne de bir aşağılık kompleksi vardı. Sadece derin bir acıma duygusu okunuyordu. Binbaşı Kaan tek kelime etmedi. Sadece başıyla hafif, vakur bir selam verdi ve ekibine “gidiyoruz” işaretini yaptı.

Çünkü Türk geleneğinde söz ağızdan değil, icraattan çıkardı. O, cevabını o kürsüde değil, 30.000 fitte verecekti.

II. Hayalet Kanyonundan Gelen Ruh

Pist başına geldiklerinde Binbaşı Kaan, uçağının o sadık demir kuşunun gövdesini okşadı. Teknisyen Başçavuş Ahmet, endişeli gözlerle komutanına baktı:

“Komutanım, Fransızlar çok iddialı. Dört uçakla üzerinize gelecekler. Bu adil değil,” dedi.

Kaan, kaskını takarken gülümsedi: “Ahmet Başçavuş, onlar sayıya güveniyor. Biz ise bahtımıza. Merak etme, bugün o gökyüzünü onlara dar edeceğiz.”

Ve kanopi kapandı. Artık dış dünyayla bağ kesilmişti. Sadece nefes alışverişi ve motorun o güven veren uğultusu vardı. Kuleden kalkış izni geldiğinde Kaan, gaz kolunu sonuna kadar itti. After Burner yani art yakıcılar devreye girdiğinde, uçağın arkasından çıkan mavi alev Fransız pistini kavurdu.

Türk kartalı havalanmıştı.

Senaryo acımasızdı. Kaan tek başınaydı. Karşısında ise dört adet son teknoloji, radarları yenilenmiş, füzeleri tam dolu Fransız Rafale uçağı vardı. Bire karşı dört. Modern hava savaşı doktrinlerine göre bu bir intihardı. Bu bir savaş değil, bir infaz mangasıydı.

General Dubois, kontrol kulesindeki deri koltuğuna yaslanmış, elindeki puroyu çeviriyordu. Yanındaki subaya dönüp, “Kronometreyi tut,” dedi. “Türk pilotunun kaçmaya başlaması en fazla bir dakika sürer. İkinci dakikada kilitleniriz. Üçüncü dakikada ‘vuruldum’ diyerek tatbikatı terk eder. İzleyin ve eğlenin.”

Fransız filosu avcı formasyonuna geçmiş, geniş bir yay çizerek Türk uçağını arıyordu. Radarları gökyüzündeki en ufak bir sineği bile tespit edebilecek güçteydi. Telsizden birbirleriyle şakalaşıyorlardı: “Türk nerede? Gören var mı? Belki de korkup üsse dönmüştür.”

Ama bilmedikleri bir şey vardı. Radarları boştu. Çünkü Binbaşı Kaan gökyüzünde değildi.

Kaan, havacılık kurallarını, güvenlik limitlerini ve hatta fizik kurallarını hiçe sayan bir delilik yapıyordu. Bölgedeki Hayalet Kanyon denilen, pilotların girmeye korktuğu, rüzgar akımlarının uçağı kayalara çarparcasına savurduğu o dar vadiye dalmıştı.

Uçak, yer seviyesinden sadece 30-40 metre yükseklikteydi. Saatte 1000 kilometrenin üzerinde bir hızla ağaçların tepelerini yalayarak gidiyordu. Kokpitteki çarpışma uyarısı alarmı sürekli ötüyordu. “Pull up, pull up!” diye bağırıyordu bilgisayar. Ama Kaan o uyarı sesini kapattı. Gözlerini kıstı. Elleri lövye ile bütünleşmişti. Vadi o kadar dardı ki kanat uçları neredeyse kayalıklara sürtünüyordu. Ciğerleri G kuvvetinden dolayı sıkışıyor, nefes almakta zorlanıyordu. Ama o, Konya’daki o zorlu eğitimlerde öğrendiği şeyi uyguluyordu: “Radara değil, kendine güven.”

Fransızlar onu 20.000 fitte ararken, o dağların gölgesinden, vadinin karanlığından süzülen bir hayalet gibi Fransız filosunun arkasına, kör noktalarına doğru ilerliyordu.

Kulede General Dubois’nın gülümsemesi yavaş yavaş solmaya başladı. “Hedef nerede? Neden radarda göremiyoruz?” diye bağırdı. Operatörler panik içindeydi: “Efendim? Hayalet gibi kayboldu. Sinyal yok, ısı izi yok. Hiçbir şey yok.”

General sinirlenerek masaya vurdu: “Bu imkansız! Bir F-16 buharlaşamaz! Bulun onu!”

Ama artık çok geçti. Avcı av olmuştu.

III. 45 Saniyede Gelen Zafer

Binbaşı Kaan, vadinin sonundan gökyüzüne doğru şahlanan bir ok gibi fırladı. Bulutları delip geçtiğinde karşısında dört Fransız uçağını gördü. Ama onlar Kaan’ı görmüyordu. Kaan, onların tam arkasındaydı.

Telsizden o soğuk ve net sesi duyuldu:

“Fox 2. Hedef bir kilitlendi.”

Fransız pilot, kokpitteki o ölümcül “bip bip bip” sesini duyduğunda arkasına bakmaya bile fırsat bulamadı. Sanal füze ateşlenmiş, ilk uçak vurulmuş, sayılıp tatbikat dışı kalmıştı. Formasyon dağıldı. “Kuyruğumuzda! Kuyruğumuzda! Nereden çıktı bu?” çığlıkları telsiz frekanslarını doldurdu.

Kaan, bir balerin zarafetiyle uçağını yatırdı. 9G kuvveti bedenine bir fil gibi otururken o, ikinci uçağın peşine düştü. Fransız pilot kaçmak için dalışa geçti ama Kaan, “Atmaca” lakabının hakkını vererek üzerine çullandı. İkinci kilit sesi duyulduğunda havada sadece 20 saniye geçmişti. İki uçak gitmişti bile.

Geriye kalan iki Fransız uçağı panikle Kaan’ı araya almaya çalıştı. Biri sağdan, biri soldan saldıracaktı.

İşte o an Binbaşı Kaan, hava harp okullarında ders olarak okutulacak o manevrayı yaptı. Üçüncü uçak tam arkasına geçip ateş etmek üzereyken Kaan, uçağının burnunu aniden 90 derece yukarı kaldırdı. Uçak havada asılı kalmış gibi durdu. Hızı aniden düştü. Arkasındaki Fransız uçağı hızını alamayıp Kaan’ın altından fırlayıp geçti ve geçtiği anda Kaan, burnunu aşağı indirip tetiğe bastı.

Meşhur Kobra Manevrası‘ydı bu. Rusların icat ettiği ama Türklerin mükemmelleştirdiği o hareket. Üçüncü uçak da kilitlenmişti.

Dördüncü ve son pilot, o artık savaşmıyordu. Sadece kaçıyordu. Ama Türk pilotunun elinden gökyüzünde kaçacak yer yoktu. Kaan, son uçağın da üzerine gölgesini düşürdü ve:

“Fox 2. Hepsi temizlendi.”

anonsunu geçti.

Her şey, o briefing odasındaki kahkahaların üzerinden çok geçmeden, havada sadece 45 saniye sürmüştü.

IV. Ruhun Zaferi

Kulede o az önceki gürültülü ve alaycı ortamdan eser yoktu. Derin, ağır bir sessizlik hakimdi.

General Dubois, elindeki sönmüş puroyu fark etmeden yere düşürdü. Gözleri radara kilitlenmişti. Az önce “drone uçuruyorlar, avans verin” dediği o pilot, NATO’nun en gelişmiş filosunu tek başına, mermi bile harcamadan, saf yetenek ve zekayla paramparça etmişti.

Telsizden Binbaşı Kaan’ın sesi duyuldu. Nefes nefese değildi. Sesi titremiyordu. Sanki marketten dönüyormuş gibi sakindi:

“Kule, burası Atmaca Bir. Temizlik tamamlandı. Dronelar üsse dönüyor. İniş izni istiyorum.”

Bu “drone” göndermesi, Fransız Generalin yüzünde bir tokat gibi patladı. Bu sadece bir zafer değil, zarif bir intikamdı.

Uçaklar piste teker koyduğunda, tüm üs personeli, diğer ülke pilotları, teknisyenler aprona koştu. Herkes o hayalet Türk’ü görmek istiyordu.

Binbaşı Kaan, kanopiyi açtı, merdivenlerden indi. Kaskını çıkardı, terlemiş alnını sildi. Yüzünde ne bir kibir ne bir şımarıklık vardı. Sadece görevini yapmış bir Türk subayının vakur duruşu.

Kalabalık ikiye ayrıldı. General Dubois, hızlı adımlarla Kaan’ın üzerine yürüyordu. Herkes bir gerginlik, bir tartışma bekliyordu. General, Kaan’ın tam önünde durdu. Aralarında bir nefeslik mesafe vardı. Generalin yüzü kireç gibiydi. Gözlerini Kaan’ın gözlerine dikti. Uzun, çok uzun bir sessizlik oldu.

Sonra General, o güne kadar kimsenin görmediği bir şeyi yaptı. O mağrur Fransız komutanı elini uzattı.

“Binbaşı,” dedi General, sesi hafifçe titreyerek, “Az önceki sözlerimi, o aptalca şakalarımı geri alıyorum. Siz sadece bir pilot değilsiniz. Siz, makineyle bütünleşmiş bir ruhsunuz. O kanyondan geçişiniz, o Kobra manevranız… Bunlar kitaplarda yazmaz. Bunlar simülatörlerde öğrenilmez. Bize büyük bir ders verdiniz.”

Binbaşı Kaan, Generalin elini sıktı. Çenesini hafifçe yukarı kaldırdı ve o tarihi cevabı verdi:

“Sayın General, biz o manevraları teknolojiyle yapmıyoruz. Biz o kokpite girdiğimizde arkamızda milyonların duası, damarlarımızda ise atalarımızın mirası olur. Bizim kanatlarımızda çelik değil, ruh vardır. Ve Türk’ün ruhunu hiçbir radar tespit edemez. Hiçbir simülasyon hesaplayamaz.”

O akşam Mont-de-Marsan üssünde, gün batarken Türk bayrağı gönderde dalgalanıyordu ve o bayrağa bakan herkes, artık ona sadece bir kumaş parçası olarak değil, yenilmez bir iradenin sembolü olarak bakıyordu. Anlamışlardı ki, uçağın modeli ne olursa olsun, onu uçuran bir Türk ise sonuç asla değişmezdi.

Bu hikaye, sadece bir hava savaşı hikayesi değildir. Bu hikaye, yapamazsınız denileni yapanların, küçümsenenlerin devleştiği anların hikayesidir. Bugün, başınızın çok üzerinde birileri sizin huzurunuz için, sizin onurunuz için o daracık kokpitlerde o muazzam G kuvvetlerine göğüs geriyor.

Bu, onların çelik bileklerine ve sarsılmaz yüreklerine küçük bir saygı duruşudur.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News