Zengin Baba Evde Garip Sesler Duydu — Hizmetçi Oğluna 5 Dil Öğretiyordu

Zengin Baba Evde Garip Sesler Duydu — Hizmetçi Oğluna 5 Dil Öğretiyordu

.
.

Bir Kapının Ardında

Kerem Yılmaz, İstanbul’un Beşiktaş semtindeki lüks villasının merdivenlerinde, oğlunun odasının kapısı önünde bir süre hareketsiz kaldı. Eli tokmakta donmuştu. İçeriden sesler geliyordu; ama bu sesler Türkçe değildi, İngilizce de. Tanıdığı hiçbir dile benzemiyordu. Sonra, dikkatle dinlediğinde, bir kadının ve oğlunun sesini ayırt etti. Kadın, evde altı aydır çalışan temizlikçi Ayşe Hanım’dı; oğluyla konuşuyordu. Fakat Emir, henüz yedi yaşında olmasına rağmen, akıcı şekilde, tereddütsüz, aynı yabancı dilde cevap veriyordu.

Kerem’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Kendi evinde, oğluna ne öğretiyordu bu kadın? Kapıyı açtı ve gördüğü şey her şeyi değiştirecekti.

Ayşe halının üzerinde Emir’in yanında oturuyordu. Önlerinde açık kitaplar vardı. Renkli, illüstrasyonlarla dolu, yabancı dillerde yazılmış çocuk kitapları. Yere serilmiş dünya haritası, farklı ülkelere saplanmış renkli pinlerle. Emir elinde çizimler tutuyordu; Eyfel Kulesi, Kolezyum, Sagrada Familia. Ayşe’ye gösteriyor, bir şeyler söylüyordu. Ayşe dikkatlice dinliyor, telaffuzunu düzeltiyor, gülümsüyordu.

Oğlu başını kaldırdı, babasını gördü. Geniş gülümsedi; Kerem’in aylardır görmediği sıcak, samimi bir gülümsemeydi. Ayşe yavaşça ayağa kalktı, önlüğünü düzeltti, başını eğdi. Sessizlik odayı doldurdu. Kerem ona, sonra oğluna, sonra kitaplara, kağıtlara, haritaya baktı. Bunların hepsi burada, kendi çatısı altında ve bundan haberi yoktu.

Sordu, “Ne oluyor?” Sesi yabancı geliyordu; çok yüksek, çok sert. Emir Ayşe’ye baktı, başını salladı, nazikçe, neredeyse fark edilmez bir jestle. Ama Emir bir çocuktu; dürüst, açık, sakin cevap verdi. “Öğreniyoruz baba. Ayşe Hanım bana diller öğretiyor.”

Kerem kaşlarını çattı. “Diller mi? Ne dilleri?” Emir gülümsedi, saymaya başladı. “Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Almanca…” Ayşe sessizce kesti, “Beş dil, Kerem Bey.”

Kerem midesinin sıkıştığını hissetti. Odadaki hava yoğunlaştı. Sordu, neden oğluna öğretiyor, neden bundan haberi yoktu, neden onun izni olmadan yapıyor? Ayşe hemen cevap vermedi. Hareketsiz durdu, elleri önünde birleşmiş, ona baktı. O yorgun ama sakin gözlerle, Kerem’in hayal edebileceğinden daha fazlasını görmüş gözlerle, yargılamayan ama özür de dilemeyen gözlerle.

Sonunda sessizce, sakince, sesinde titreme olmadan dedi: “Çünkü yeteneği var ve kimse fark etmedi.”

Bu kelimeler Kerem’e tokat gibi çarptı. Sıcak, acılı, gerçek. Orada durdu, kendi evinin kapısında, kendi oğlunun odasında, temizlikçi kadına bakıyordu. Onu zar zor fark ettiği yabancı bir kadın ve o, Kerem’in Emir için asla yapmayı denemediği bir şeyi yapmıştı: Onu fark etmişti, yeteneğini görmüştü, ona zaman ayırmıştı.

Kerem ise Emir’in uyumadan önce hangi kitapları okuduğunu bile bilmiyordu. En sevdiği renklerin ne olduğunu bilmiyordu. Neyi hayal ettiğini bilmiyordu. Orada biraz daha durdu, oğluna baktı. Oğlu ona umutla bakıyordu. Sanki övgü, takdir bekliyordu. Ama Kerem ne diyeceğini bilmiyordu, ne hissettiğini bilmiyordu. Aynı anda çok fazla duygu vardı: Oğlunun yetenekli olduğu için gurur, bunu fark etmediği için utanç, kendine öfke, çok geç olduğu korkusu.

Sadece, “Sonra konuşuruz,” dedi ve odadan çıktı. Merdivenlerden indi, salona oturdu, duvara baktı. Pencereden güneş ağaçların arkasına saklanıyordu, ev gölgeye gömülüyordu. Kerem sessizlikte oturuyordu; bir yıldır kaçtığı aynı sessizlik. Sadece şimdi her zamankinden daha gürültülüydü.

O gece uyuyamadı. Üst kattaki yatak odasında, çoğu insanın aylık maaşından daha pahalı kraliyet yatağında yatıyordu. Ama yatak aniden sertti, yastık rahatsızdı, çarşaf çok pürüzsüzdü. Düşünceler sessizlikten daha yüksekti. Beş dil. Oğlu beş dil konuşuyordu ve haberi yoktu. Hiçbir fikri yoktu. Sormadı, dinlemedi, bakmadı. Çünkü zengin olmakla çok meşguldü.

Şafaktan önce kalktı, bornozunu giydi ve mutfağa indi. Ev karanlıktı, sadece merdivenlerdeki gece lambası soluk ışık veriyordu. Kahve yaptı, sabah saat üçtü. Mutfak adasında oturdu, telefonuna baktı; 12 cevapsız arama, acil başlıklı üç e-posta, imzalanacak bir sözleşme… Telefonu ekranı aşağı bıraktı. Elif’i düşündü; nasıl yabancılaştığını söylediğini, kazanan ama yaşamayan bir makineye dönüştüğünü ve şimdi bir temizlikçi kadın oğluna yedi yılda onun öğrettiğinden fazlasını öğretmişti.

Sabah erkenden mutfağa indi. Ayşe zaten oradaydı, kahvaltı hazırlıyordu. Her zaman ilkti, her zaman sessizdi, her zaman verimliydi. Sormadan kahve doldurdu, alışkanlıklarını biliyordu. Kerem oturdu, ona baktı ve doğrudan sordu: “Kim sizsiniz?”

Ayşe gözlerini kırpıştırdı, sürahiyi tezgaha koydu, soruyu anlamadı. Kerem tekrarladı: “Ayda iki bin lira kazanan bir temizlikçi beş dil konuşmaz. O yüzden tekrar soruyorum: Gerçekten kimsiniz?”

Ayşe ellerini havluya sildi, ona döndü, gözlerinin içine baktı. “Hayatta kalmayı öğrenmek zorunda kalan biriyim, Kerem Bey.”

“Bu bir cevap değil,” dedi Kerem. “Verebileceğim tek cevap bu,” diye sakin cevap verdi Ayşe.

Kerem çenesini sıktı, evinde tanımadığı insanları çalıştırmadığını söyledi. Ayşe tereddütsüz cevap verdi: “Ama siz beni işe aldınız altı ay önce. Referanslarımı kontrol etmediniz. Özgeçmiş sormadınız. Ucuz ve sessiz biri gerekiyordu. Ben ikisiyim de.”

Bu doğruydu ve acıtıyordu. Kerem fincanını bıraktı, bunu neden yaptığını bilmek istediğini söyledi; neden oğluna öğretiyor? Ayşe tekrar ocağa döndü ve sessizce cevap verdi: “Çünkü başka kimse yapmadı.”

Sessizlik. Kerem içinde bir şeyin kırıldığını hissetti; küçük ama önemli bir şey. Sanki “kötü bir babayım” diyormuş gibi konuşuyordu. Ayşe dönmedi. “Hiçbir şey söylemiyorum. Siz kendinize söylüyorsunuz.”

O anda Emir mutfağa girdi; dinozorlu pijamayla, dağınık saçlarla, uykulu gözlerle babasını neşeyle selamladı. Kerem oğluna döndü ve aniden onu gördü. Gerçekten gördü. Emir Ayşe’ye yaklaştı, ona sarıldı, o da başını okşadı sevgiyle, doğal olarak, sanki dünyanın en basit şeyiymiş gibi. Ve Kerem fark etti ki oğlu bu kadına aile gibi davranıyor. Çünkü bu evde onu gerçekten gören tek kişi oydu.

Ertesi gün Kerem eve erken geldi. Dizüstü bilgisayarını kapattı, telefonunu kapattı. Anlaması gerektiğini biliyordu. Ayşe’nin oda kapısını çaldı; hizmetçi bölümü dedikleri alt kattaki küçük odanın. Daha önce hiç oraya girmemişti.

“Buyurun,” dedi Ayşe. İçeri girdi, oda minikti; yatak, dolap, masa. Ama duvarlarda farklı dillerde yazılmış kağıtlar asılıydı. Masada gramer kitapları, dünya haritaları, notlarla dolu defterler vardı. Ayşe sandalyede oturuyordu, Almanca bir kitap okuyordu.

Kerem rahatsız edip etmediğini sordu. Ayşe, “Burası sizin eviniz,” diye cevap verdi. Yatağın kenarına oturdu, duvardaki kağıtlara baktı, kaç dil bildiğini sordu.

“Yedi,” diye cevap verdi Ayşe, “akıcı olarak. Birkaç başka, kısmen.”

Kerem başını salladı, inanamıyormuş gibi neden temizlikçi olarak çalıştığını sordu. Ayşe gülümsedi, hüzünlü bir şekilde. “Çünkü Türkiye’de Suriye diploması bir şey ifade etmiyor.”

Bu kelimeler havada asılı kaldı. Kerem Suriye’den mi olduğunu sordu, Ayşe başını salladı. “Filoloji profesörüydüm. Şam Üniversitesi. Yirmi yıl yabancı dil öğrettim. Ofisim vardı. Öğrencilerim, kariyerim…”

Kerem sessizdi. Ayşe uzaklara bakarak devam etti: “Sonra savaş geldi. Her şeyi kaybettim. Ev, iş, kocam…” Sesi titremiyor ama acı her kelimede görünüyordu. “Türkiye’ye bir valizle geldim. Tekrar öğretebileceğimi düşündüm. Ama burada Türk sertifikaları lazım. Binlerce liraya mal olan ve yıllarca süren denklik. Elli yaşın üstünde, Türk diploması olmayan bir kadını kimse kabul etmiyor. Bu yüzden evleri temizliyorum. Çünkü yapabileceğim tek şey bu ve iyiyim. Çünkü en azından başımın üstünde bir çatım var.”

Kerem göğsünde bir sıkışma hissetti. Ona baktı. Altı ay boyunca fark etmediği sessiz, mütevazı kadın ve fark etti ki sadece bir temizlikçi görmüştü; insan görmemişti.

Ayşe başını kaldırdı. “Ama Emir’i gördüğümde her şeyi olan bir çocuk gördüm. Güzel ev, yemek, oyuncaklar, okul…” Durdu, “ama onu dinleyen kimse yok.”

Kerem yumruklarını sıktı. Ayşe devam etti: “Onunla konuşmaya başladım. Önce Türkçe, sonra öğrenmeyi sevdiğini fark ettim. Yeteneği var, hafıza, seslere duyarlılık. Ona Fransızca kelimeler göstermeye başladım, eğlence olsun diye. Ve hepsini hatırladı. Ertesi gün daha fazla istedi. O yüzden ona öğretmeye devam ettim. İspanyolca, İtalyanca, Almanca, Rusça… Sünger gibi emdi.”

Kerem boğazında garip bir hissetti; gurur ve utanç arası bir şey.

O akşam Kerem aylardır yapmadığı bir şey yaptı. Oğluyla akşam yemeğinde oturdu; telefonsuz, dizüstü bilgisayarsız. Sadece onlar ikisi ve Ayşe patates ve köfte servis etti. Ama mutfakta kaybolmak yerine Kerem’in isteğiyle kaldı. Kerem Emir’den Ayşe Hanım’la öğrendiği her şeyi göstermesini istedi.

Çocuk şaşırmış baktı, sonra Ayşe’ye baktı. O başını salladı. Emir masadan kalktı, odasına gitti ve yazılı kağıtlarla dolu bir klasörle döndü. Masaya yaydı. “Bunlar benim notlarım,” dedi. “Bu Fransızca, bu İspanyolca, bu da Almanca.”

Kerem kağıtlara baktı. Çocuk yazısı ama özenli. Kelimelerin yanında renkli çizimler, küçük cümleler, diyaloglar. Kerem bir şey söyleyip söyleyemeyeceğini sordu. Emir başını salladı ve konuşmaya başladı. Önce Fransızca kendini tanıttı, İstanbul’da yaşadığını, hayvanları sevdiğini söyledi. Sonra İspanyolca, odasını, okulunu, en sevdiği yemeği anlattı. Sonra İtalyanca, Almanca, Rusça… Her dil akıcı, her biri çocuksu bir sevinçle.

Kerem hareketsiz oturuyordu; kulaklarına inanamıyordu. Yedi yaşındaki oğlu beş dil konuşuyordu. Sormaya başladı ama sesi kırıldı. Emir basitçe cevap verdi: “Ayşe Hanım bana yardım etti. O çok zeki. Bana başka dillerde hikayeler anlatıyor, resimler gösteriyor. Şarkılar dinliyoruz. Çok eğlenceli baba.”

Kerem Ayşe’ye baktı. Sessizce oturuyordu, elleri dizlerinde birleşmiş. Ama gözlerinde daha önce görmediği bir şey vardı. Huzur, onur, vermesi gerekenden fazlasını veren birinin sessiz zaferi.

Kerem neden söylemediğini sordu. Ayşe cevap verdi: “Çünkü siz sormadınız.”

Bu doğruydu. Kerem derin bir nefes aldı, özür dilediğini söyledi. Onu fark etmediği için özür diliyor. Sadece para, sözleşmeler, toplantılar düşündüğü için, oğlu için gelecek inşa ettiğini düşündüğünü ama şimdisini kaybettiğini…

Ayşe sessizdi. Kerem ekledi: “Bunu değiştirmek istiyorum. Nasıl yapacağımı bilmiyorum ama daha iyi olmak istiyorum.”

Emir babasına yaklaştı ve ona sarıldı. Sıkı. Kerem’in hatırladığından daha sıkı. Ve o sarılışta Kerem kaybettiği her şeyi hissetti. Kaçırdığı tüm akşam yemekleri, dinlemediği tüm uyku öncesi hikayeler, duymadığı tüm ‘Seni seviyorum baba’lar… Çünkü zengin olmakla çok meşguldü. Ama şimdi, şimdi buradaydı ve bu bir başlangıçtı.

Sonraki haftalarda Kerem’in evi değişti. Yapı olarak değil; hala mermer zeminler ve tasarım mobilyalar vardı. Ama ruhla… Kerem eve erken gelmeye başladı, çalışmayı hayattaki tek değer olarak görmeyi bıraktı. Sorumlulukların bir kısmını devralan bir asistan tuttu. Toplantıları azalttı ve yıllardır ilk kez yaşamaya başladı.

Emir’le akşam yemeği yedi, dersten hikayeler dinledi, Ayşe ile dil seanslarına katıldı. Başta zordu; kelimeleri anlamıyordu, tempoyu yakalayamıyordu, aptal gibi hissediyordu. Yetişkin bir adam, milyoner, yerde oturup çocuk gibi basit cümleleri tekrarlıyor. Ama Ayşe sabırlıydı. “Herkes sıfırdan başlar, Kerem Bey. Önemli olan başlamak.” Ve başladı, yavaşça, adım adım.

Ama sadece dillerle değil, oğluyla konuşmaya başladı. Gerçekten konuşmaya, duygularını sordu. Arkadaşlarını, hayallerini ve arkeolog olmak istediğini öğrendi. Seyahat etmeyi hayal ettiğini, dinozorları sevdiğini ama karanlıktan korktuğunu, bazen ağladığını çünkü annesi ziyaret etmiyor…

Kerem bunu bilmiyordu çünkü hiç sormamıştı. Bir gün Emir sordu: “Baba, neden şimdi farklısın?” Kerem oğluna baktı. “Çünkü biri bana kör olduğumu gösterdi.”

“Ayşe Hanım mı?” diye sordu çocuk. “Evet,” diye cevap verdi Kerem. “Ayşe Hanım.”

Emir gülümsedi. “O iyi biri. Sonsuza kadar kalmasını isterdim.” Bu kelimeler Kerem’in kalbine doğrudan çarptı. O akşam mutfağı temizleyen Ayşe’ye yaklaştı, onunla konuşması gerektiğini söyledi. Ayşe bezi bıraktı ve dinledi.

“Temizlikçi olarak çalışmanızı bırakmanızı istiyorum,” dedi Kerem. Ayşe dondu kaldı. Kerem devam etti: “Burada temizlikçi olarak yeriniz yok. Öğretmen olmalısınız, resmi olarak Emir için ve benim için.”

Ayşe sessizce ona baktı. Kerem açıkladığı bir sözleşme hazırladığını, özel öğretmen maaşı, temizlikçi değil; artı diplomalarının denkliği için destek, tüm masrafları karşılayacak. Türkiye’de resmi olarak öğretebilmesi için bir yol bulacaklar.

Ayşe elini ağzına götürdü, konuşmaya başladı ama Kerem kesti. “Yapabileceğim minimum bu. Siz oğluma benim vermediğimi verdiniz; zaman, dikkat, gelecek.”

Ayşe sessizdi ama gözyaşları yanaklarından süzüldü. Fısıldadı: “Teşekkür ederim.” Kerem elini uzattı. “Ben teşekkür ederim.” Ve el sıkıştılar; işveren ve çalışan gibi değil, anlam bulan insanlar gibi.

Altı ay sonra Kerem Yılmaz’ın evi hala Beşiktaş’ta duruyordu. Hala duvarlarla çevrili, hala lüks ama şimdi yaşıyordu. Emir elinde kitaplarla bahçede koşuyordu, İtalyanca cümleler bağırıyordu. Ayşe terasta oturuyordu, çocukla İspanyolca masallar okuyordu. Kerem ise oradaydı; sadece fiziksel olarak değil, gerçekten. Sözleşmelerin yarısını bıraktı, sadece betona değil, insanlara yatırım yaptı.

Mülteci çocuklar için burs programı başlattı. Ayşe ile birlikte o da programın yüzü oldu. Denkliğini almasına yardım etti. Bürokratlarla bir yıllık mücadeleden sonra Ayşe sertifika aldı ve resmi olarak öğretmeye başladı; sadece Emir’e değil, kendi topluluğundan çocuklara da.

Bir gün Emir babasına yaklaştı ve sordu: “Baba, Ayşe Hanım benim babaannem olabilir mi?” Kerem gülümsedi. “Eğer o kabul ederse, öyle diyebilirsin.” Emir Ayşe’ye koştu ve sordu. O ağladı ve dedi: “Tabii ki hayatım. Tabii ki.”

Ve o anda Kerem Yılmaz’ın evi bir binadan daha fazlası oldu. Aile oldu. Mükemmel değil, kusursuz değil ama gerçek. Çünkü bazen en büyük dersleri fark etmediğimiz insanlardan alırız. Çünkü bazen sevgi kandan gelmez; biri için harcadığın zamandan gelir. Çünkü bazen neyin gerçekten önemli olduğunu görmek için her şeyi kaybetmek gerekir.

Kerem şimdi evinin penceresinin yanında duruyor; cumartesi sabahı. Güneş cam kapılardan içeri giriyor, bir zamanlar sadece dekorasyon olan bahçeyi şimdi hayat dolu aydınlatıyor. Bahçeye bakıyor; Emir’in Ayşe’ye Türkçe deyimler öğrettiği yere. Çocuk resimler gösteriyor, jest yapıyor, gülüyor. Ayşe İspanyolca aksanını düzeltiyor, o da onun Türkçe telaffuzunu; ikisi de gülüyor, yüksek sesle, samimi.

Kerem onlara bakıyor ve yıllardır hissetmediği bir şey hissediyor: Sıcaklık, huzur, tam olması gereken yerde olduğuna dair kesinlik.

Mutfak tezgahında açık bir defter var. Emir önümüzdeki yıl için hedeflerini yazmış: İtalyanca C1 seviyesi öğrenmek, eski Mısır hakkında beş kitap okumak, babasıyla ve Ayşe Hanım’la Paris’e gitmek. Kerem bunu okurken gülümsüyor.

Bir hafta önce oğluna neden Paris diye sordu. Emir cevap verdi: “Çünkü Eyfel Kulesini canlı görmek istiyorum ve orada seninle olmamı istiyorum baba.” Kerem o zaman izin aldı; beş yılda ilk kez. İki hafta. Asistanı şok oldu, ortakları her şeyin yolunda olup olmadığını sordu. Kerem sadece cevap verdi: “Evet, her şey yolunda. Sonunda.”

Kerem’in telefonu masada duruyor; kapalı. Sabahtan beri e-posta kontrol etmedi, sözleşmeleri düşünmüyor. Bugün cumartesi; bugün Emir için.

Bahçede Emir eve koşuyor, elinde defter. “Baba, Ayşe Hanım Fransa’da salyangoz yediklerini söyledi. Bu doğru mu?” Kerem gülüyor. “Doğru. Belki oraya gittiğimizde deneriz.” Emir burnunu kıvırıyor ama başını sallıyor. “Tamam ama önce sen.”

Ayşe arkasından giriyor, çay ve kurabiye tepsisi taşıyor, masaya koyuyor. Kerem teşekkür ediyor; nezaketten değil, samimi minnettarlıktan. O başını sallıyor, yanına oturuyor. Artık aileler kağıt üzerinde değil; gerçekte.

Kerem Elif’i düşünüyor. Bir hafta önce aradı; dokuz ay sonra ilk kez. Arkadaşlardan Kerem’in değiştiğini duydu; oğluyla zaman geçirdiğini, işi azalttığını. İnanmadı. Görüşmek istedi. Kerem kabul etti; merkez İstanbul’da bir kafede buluştular. Elif farklı görünüyordu; daha sakin, daha hafif. Şimdi Ankara’da yaşadığını anlattı; bir vakıfta iş bulduğunu, sonunda nefes aldığını.

Kerem dinledi, sözünü kesmedi, kendini savunmadı; bu öfkeye hakkı olduğunu biliyordu. Sonra Emir’i sordu. Kerem gerçeği söyledi; onu ihmal ettiğini, neredeyse kaybettiğini, başka birinin ona nasıl baba olunacağını göstermek zorunda kaldığını. Elif sessizce ona baktı, bir süre sonra sordu: “Kim?” Kerem Ayşe’den bahsetti; hayatlarını nasıl değiştirdiğinden, dillerden, sabırdan, Emir’de kimsenin görmediğini gördüğünden.

Elif dinledi ve gözlerinde gözyaşları belirdi. Sessizce dedi: “İyi ki biri oradaydı. Çünkü ben artık dayanamıyordum.” Kerem başını salladı; biliyordu, anlıyordu. Ondan geri dönmesini istemedi, geçmişle değil, geleceğe dair değişiklikler vadetmedi. Sadece dedi: “Bilmeni istiyorum. Emir’in şimdi bir babası var. Sadece bir soyisim değil, bir baba.”

Elif masanın üzerinden elini tuttu, sıktı ve bir yıldan sonra ilk kez Kerem pişmanlık hissetmedi; kabul hissetti.

Şimdi pencere önünde dururken, oğluna ve Ayşe’ye bakarken Kerem o konuşmayı düşünüyor. Elif’in gitmeden önce söylediğini: “Sen parayı bize tercih ettin, Kerem.” O zaman haklıydı ama artık değil. Çünkü Kerem işletme okullarında öğretilmeyen bir şey öğrendi: Gerçek zenginlik lirayla ölçülmez, anlarla ölçülür; gülümsemelerle, birinin sana baba diye seslendiğinde ve gerçekten orada olmanı istediğinde.

Ayşe ile birlikte kurduğu burs programı şimdiye kadar yirmi mülteci çocuğa yardım etti. Ayşe gibi her şeylerini kaybetmiş ama umutlarını kaybetmemiş çocuklar. Kerem eğitimlerini finanse ediyor, Ayşe onlara öğretiyor ve onlar ona öğretiyor; bir insanın değerinin ne kadar sahip olduğuna değil, ne kadar verdiğine bağlı olduğunu.

Emir bir keresinde Kerem’e sordu: “Baba neden bu çocuklara yardım ediyoruz?” Kerem çömeldi, oğlunun gözlerine baktı ve dedi: “Çünkü bir keresinde biri bize yardım etti. Kaybolduğumuzda, neyin önemli olduğunu göremediğimizde Ayşe Hanım bizi kurtardı. Şimdi biz başkalarını kurtarıyoruz.”

Emir başını salladı ve aynı gün küçük çocuklara ders vermede Ayşe’ye yardım etmeye başladı. Onlara kelimeleri tercüme etti, resimler gösterdi, onlarla oynadı ve Kerem bunu gururla izledi; başarıların gururu değil, oğlunun iyi bir kalbi olduğunu gören bir babanın gururu.

Ayşe bir yıl önce resmi sertifika aldı. Kerem törende yanında durdu. Emir şöyle yazan bir tabela tuttu: “Ayşe Hanım, dünyanın en iyi öğretmeni.” Ayşe ağladı, Kerem de. Çünkü o anda bildiler ki bu mücadele, bürokratlarla, evraklarla, sistemle her anına değdi.

Şimdi Ayşe sadece Emir’e öğretmiyor; on beş çocuğa ders veriyor. Kerem’in sınıfa dönüştürdüğü salonda, tahta ile, kitaplarla, haritalarla, yabancı dillerdeki kelimelerin insanlar arasında köprü olduğu bir yer ile…

Kerem bazen köşeye oturur ve izler; Ayşe’nin kendisinin öğrenmek zorunda kaldığı sabırla çocuklarla nasıl konuştuğunu görür, onların ona güvenle nasıl baktığını görür ve anlar ki anlam budur. Sözleşmeler değil, para değil, statü değil; ama bu, ihtiyacı olan birine umut vermek.

Emir şimdi babasına koşuyor, ona sarılıyor. Kerem ona sıkıca sarılıyor; küçük bedenin sıcaklığını hissediyor, hızlı kalp atışlarını, çocuk saçlarının kokusunu ve düşünüyor: Buradayım. Gerçekten buradayım. Ofiste değil, arabada değil, bir sonraki proje hakkındaki düşüncelerde değil. Burada, oğlumla, önemli olan anda.

Ayşe yaklaşıyor, elini Kerem’in omzuna koyuyor. Hiçbir şey söylemiyor. Gerekmez. Kerem ona bakıyor ve temizlikçi görmüyor, öğretmen görmüyor; bir melek görüyor. En zor anda gelen ve bir değil iki hayatı kurtaran birini.

Ayşe Emir’i kurtardı. Ama gerçek şu ki Kerem’i de kurtardı. Ve şimdi bu kahkaha, kitaplar, haritalar ve umutla dolu evde Kerem sonunda yaşadığını biliyor. Hayatta kalmıyor, işlev görmüyor; yaşıyor. Ve önemli olan tek şey bu.

Son

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News