Milyoner, hizmetçisini oğlunun odasında baygın halde buldu — gerçeği öğrenince hayatı altüst oldu!
.
.
Berrak gökyüzünün altında, Doğu Anadolu’nun sarp kayalıklarıyla çevrili küçük bir köy uzanıyordu. Kışın zorlu rüzgârlarıyla ünlü bu diyar, yüzyıllardır yalnızca koyun sürülerinin ve arılerin uğultusunun duyulduğu bir yer gibiydi. Fakat sonbaharın ilk serin akşamında, köyün tek geçim kaynağı olan karayolundaki köprüde beklenmedik bir heyecan başlamıştı.
Öykümüzün kahramanı, 32 yaşındaki Leyla Aslan, İstanbul Üniversitesi’nden mezun olmuş bir arkeologdu. Çok genç yaşta anne babasını kaybedince, bir daha İstanbul’un kalabalığında huzur bulamamış, tüm birikimini Anadolu’nun en ücra köşelerindeki eski uygarlıkların izini sürmeye vermişti. Bu yolculuğun son durağı, yıllardır söylentilerden ibaret kalan “Melik Köprüsü”ydü. Efsaneye göre, Roma döneminden kalma kilitli bir sandığın saklı olduğu yerde, köprünün ayaklarında saklı bir şifre vardı. İçinden nafile bir hayal mi yoksa gerçeğe dönüşecek bir keşif mi geleceğini kimse bilmiyordu.
Leyla, bir türlü izine rastlanmamış bu sandığı bulmak için haftalardır köyü arşınlıyordu. Eski köylüler, çocukluğunda dedelerinden duydukları masalı andıran hikâyeleri anlatıyor; “Yolun ortasında durup gece yarısı fısıltıları dinle” diyorlardı. Halbuki Leyla aklının sesine kulak veriyordu: Metin soluk sütunların üzerindeki Ruhağa harflerini, taş veren muslukların altındaki çizgileri tek tek hesaplıyor, belgelerdeki Roma mühürlerinin not defterine kopyalarını çıkarıyordu.
Bir sabah, sis çökerken köyün cami minaresinden yükselen ezanı dinleyen Leyla, köprünün altındaki demir parçasına iliştirilmiş küçük bir pusula buldu. Tam da efsanelerde bahsedilen yönü gösteriyordu: Kuzeye, dağların içindeki eski bir mağaraya. Gecenin soğuk, yapışkan sessizliğinde o pusula hayati bir işaret olmuştu. Yanına aldığı sırt çantasında sadece temel kamp malzemeleri, feneri ve birkaç mühendislik aleti vardı. Hemen yola koyuldu.

Uzun, sarp patikalar Leyla’yı gün boyu yordu. Sarp kayaların arasından sızan sarı ışıklar, antik yazıtları andıran gölgeler oluşturuyordu. Ayaklarının altında çığlık atarcasına kırılgan çakıl taşları, tünellerden akan suyun çınlamasına karışıyordu. Nihayet akşam çökerken mağaranın ağzına ulaştı. Yağmurun son damlaları fenerinin ışığında parlayan, üzerindeki incelikli oyma desenlerle kaplı bir taş kapak belirdi. Derin bir nefes aldı; kalbi heyecandan deli gibi atıyordu.
Şamandıra gibi titreyen elleriyle kapak taşını kaldırdığında, mağaranın içi kül rengi tozla doluydu. Dizlerine kadar süründü, fenerin altındaki dar koridorda ilerlerken tavanın kitabelerle örülü olduğunu gördü. Her bir harfte gümüşi bir parıltı yayılıyordu sanki; Karayolu Meliklerinin gizli anıtı burasıydı. Leyla’nın gözleri nemlendi: Yüzyıllardır önüne çıkan bilim insanları buranın ardındaki sırları çözememişti. Şimdi bu tek başına bir fırsattı.
Koridorun sonunda, kesme taşlardan inşa edilmiş küçük bir oda vardı. Tam ortada, ayakları tarzınca konulmuş üç sütunla çevrili bir kaide yükseliyordu. Kaidenin üstünde oyma bir metal kutu duruyordu; hemen belli oluyordu ki sandık oydu. Sandığın kapağı, yıldız sembolleri ve Latin harfleriyle işlenmişti: “Fides Mea Aeternum” – “İnancım Sonsuz”. Leyla parmaklarını kutu kilidine götürdü. Yıllarca peşinde koştuğu an gelmişti: Roma’nın Anadolu’daki küçük bir garnizon komutanının kolyesi, sandıkta saklıydı.
Tam dokunmak üzereyken, koridorun girişinde bir gölge belirdi. Önce kimsesiz mağaranın yankılarıyla karıştı, sonra fısıltılı ayak sesleri gerçeğe dönüştü. “Kim o?” diye seslendi Leyla, kalbi avuçlarında atarcasına. Cevap yerine karanlığa bir el uzandı ve hızla sandığın kolunu kapladı. Leyla çekilerek feneri eline aldı. Yüzünde sert bir maske takılı, siyah giyimli bir adam duruyordu. “Şaşırdım, yalnız değilsin demişlerdi,” dedi alçak bir sesle. “Fakat ben de sana yalnız kalacağına dair söz verilebilecek tek insanım.”
Leyla öfkeyle adama baktı. Yıllardır tek başına sürdürdüğü bu araştırmayı elinden almaya gelmişti. “Ne istiyorsun benden?” diye çıkıştı. Adam yalnızca gülümsedi ve yakındaki sütuna işaret etti: “Bu işaretleri çözen tek insansın. Fakat sandık burada kalamaz. Bana teslim et, o zaman sana zarar vermeden gidecek kişileri bırakırım.” Leyla kalbini dinledi: Geri adım atmak, yılların emeğini feda etmek demekti. Fakat tek başına da dövüşemezdi. Feneri yere bıraktı, iki elini avuçlayarak dua edermişçesine katladı: “Hayır.”
Adam nefessiz bırakan bir hızla saldırdı. Leyla, Sibirya kazıcı sertliğinde yetiştirdiği fiziksel dayanıklıkla sağa döndü, taş duvara çarparak hızını aldı ve karşı hamle için adamın kolunu yakaladı. Fakat maske altındaki gözler ürkütücüydü. Sadece dövüş değil, kazdığı karanlık da oradaydı. O anda Leyla’nın aklına köyün yaşlı bilgesinin sözleri geldi: “Gerçek hazine, yüreğinde cesaret bitene dek devam eder.” Derin bir nefes alarak adamın maskesine bir tokat çıkardı. Maske çizilince gözlerindeki nefret görünür oldu.
Mücadele esnasında ortalık toz bulutuyla kaplanırken, Leyla’nın arkasından ansızın bir başkası daha belirdi: Mehmet Kara, köyün genç muhtarı ve yerel tek genciydi. O da Leyla’yı uzun zamandır yalnız bırakmıyordu. Uzun süredir onun güvenliği için gizli bir görev üstlenmiş, tanımadığı karanlık figürlerin Leyla’yı takip ettiğini hissetmişti. Sert bir dille maskeli adama bağırdı: “Bırak onu!” Sonra gözüne ilişen demir kazmayı zıplatarak öfkeyle indirdi. Adam iki kişi birden saldırıya uğradığında savunmasız kaldı.
Sandık havaya savruldu. Kimsenin aklına gelmeyecek bir dalgınlıkla Leyla, ayağını kaldırıp kutuya doğru yönlendirdi. Kapağın menteşesi kırılarak açıldı. Kutunun içinden loş bir ışık yayıldı: Altın kaplama bir madalyon ve üzerinde eski Yunanca bir yazı. Adam tozlu zeminden toparlandığı anda ikisi de kutunun önünde durmuş, nefes nefese kalmıştı. Adam kolunu uzattı; her adımda karanlığın sesi pistonu misâli yükseldi. Mehmet bir adım daha atıp Leyla’nın önüne geçti: “Senin güvenliğin için buradayım,” dedi. Leyla yavaşça başını salladı.
O gece mağaradan çıkarken, adamı geride bırakmayı göze alıp madalyonu tek başına aldı. Dışarıda Mehmet sevinçle nefes aldı: “Köyde seni bekleyenler var. Onlara bu kadar geç haber veremem.” Leyla gözlerini ufka dikti: Sis hâlâ dağların üzerinde dans ediyordu. “Bu madalyon, Roma’nın Anadolu’daki kayıp nüfuzunu belgeleyen en büyük kanıt. Bunu köyün müzesine götüreceğim.” Mehmet başını salladı: “Yarın hep beraber gideriz.”
Ertesi sabah köyde bir kutlama başladı. Madalyon, küçük köyün beklediği büyük keşif olmuştu. Köylüler su kabağından çalgılar çalıyor, çocuklar eski Roma askerlerini tasvir eden oyunlar oynuyordu. Köy meydanındaki köprünün ayaklarında Leyla ve Mehmet madalyonu kurdular. Kurdele kesilirken, Leyla’nın yüreği huzurla doldu: Yalnız keşif değildi bu; insanlarla paylaştığı bir zaferdi. Fotoğraflar, gazeteciler, akademisyenler geldikçe köyün adı üniversitelere, müzelere taşınacaktı.
Günler haftaları kovaladı. Madalyon, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne ödünç olarak gönderildi; Leyla’nın ismi tezlerde, ders kitaplarında anılmaya başlandı. Mehmet, köyün muhtarı olarak yol çalışmalarını hızlandırdı; turistlerin gelişine karşı konaklama tesisleri açıldı. Köyün çocuklarına ücretsiz tarih eğitimi verildi. Leyla ise her gece köprünün yanındaki taş bankta oturup sisin ardındaki kayalıkları seyrederken bir huzur buldu: Bilim, paylaşınca gerçek anlamını kazanıyordu.
Aylar sonra, Melik Köprüsü’nün sırrı tarihin karanlık dehlizlerinden çıkarılmış, gün ışığına çıkmıştı. Leyla hayatının en büyük keşfini yapmış; fakat en değerlisi, insanlarla kurduğu bağ olmuştu. Mehmet’le aralarında filizlenen sevgi, köyün yeni umudu olarak köprünün üzerine kurulmuştu. Bir gün, güneşin alacakaranlığa karıştığı saatlerde, Leyla elindeki küçük madalyonu Mehmet’e uzattı: “Bu benim karanlığıma ışık oldu.” Mehmet gülümsedi ve köprünün ayaklarına vuran hafif dalgalara bakarak cevap verdi: “Ve benim karanlığımı da aydınlattı.”
Ve böylece, yüzyıllar boyunca sessiz sedasız duran Melik Köprüsü, insanlığın merakı, cesareti ve dayanışmasıyla yeniden hayat buldu. Anılar, haritalar ve rüzgârın taşıdığı tarihin yankıları bir araya geldiğinde en büyük hazine, yalnızca altın kaplı bir madalyon değil; ortak bir geleceğin umut dolu hikâyesiydi.