Güzel bir kadın casus, gizli belgeleri ele geçirmek için sevgilisi gibi davranır. Ancak son dakikada, görev ile onu gerçekten seven adam arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı.
Güzel bir ajan, gizli belgeleri ele geçirmek için sevgilisi gibi davranır. Ama son dakikada, göreviyle… ve onu gerçekten seven adamla arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı.
Gece, hilâl ışığını zar zor süzebilen alçak bulutların örttüğü bir örtüyle kaplanmıştı. Büyükelçiliğin şık salonunda, davetlilerin yalnızca siluetleri mermer üzerinde dans eden gölgeler gibi uzanıyordu. İşte o anda o geldi, sade duruşuyla ve meraklı bakışıyla, yakında tutku, entrika ve ihanetle örülü bir hikâyenin girdabına gireceğini fark etmeden. Ve işte o anda o da geldi, siyah giyimli, zarif ve sarsılmaz bir hava taşıyan kadın; ince bir parfüm kokusu ve göründüğünden daha fazlasını yansıtan gözlerle. O ajandı. Casustu. Bir amacı olan kadındı.
Adı Elif Yılmaz’dı. Açık tenli, koyu saçlı, zarif bir figüre sahipti. Büyüleyici bir gülümsemesi vardı ve konuştuğunda sesi sanki ikna etmek üzere tasarlanmış gibiydi. Elif yıllarca böyle görevler için eğitilmişti: dil mükemmel, teknik kusursuz, kasları kıpırdamadan yalan söyleyebilme kabiliyeti. Ama çoğu insanın bilmediği şey, iç dünyasında sessiz bir savaşın sürdüğüdür: ahlâk ve görev, soğuk hesap ve kalbin dürtüleri arasında.
Görevinin hedefi yüzeyde basitti — en azından öyle görünüyordu: genç Türk diplomatı Ömer Demir’in hayatına sızmak, güvenini kazanmak ve ardından büyükelçiliğin özel ofisinde koruduğu gizli arşive erişmekti. Belgeler, uluslararası istihbarat operasyonları ve siyasi ittifaklar hakkında, dünya düzenini değiştirebilecek bilgiler içeriyordu. Ajanlığı bunu hayati görüyordu. Şefi ona uyarıda bulunmuştu: «Duygulara yer yok. Bu iş temiz, hızlı, hatasız olacak.»
Elif “Selin Açıl” takma adıyla izlediği karakteri tereddütsüz benimsedi. İstanbul’da düzenlenen resmi bir yardım gecesinde Ömer ile tanıştı. Ömer, Ankara doğumlu, orta boylu, düzgün sakallı, bal rengi gözlüydi; yıllardır diplomatik alanda bulunuyordu ve seçkin bir sosyal hayatı vardı. Onu gördüğünde zarifçe gülümsedi; Elif derin bir bakışla karşılık verdi, hedefin kıvılcımını yakmak için yeterince.
Kısa sürede, Elif ve Ömer kahvelerde, resmi yemeklerde, Boğaziçi kıyısında yürüyüşlerde karşılaşmaya başladı. Elif onun hayatına, projelerine, flamenko müziğine ve İzmir’e yaptığı yolculuklara ilgi gösteriyordu. Ömer, hiçbir şüphe taşımadan, onu dinleyen, ilgilenen, anlıyor gibi görünen bu kadınla birlikte olmaktan keyif alıyordu. Ve Elif rolünü oynuyordu. Her kelime hesaplı bir adımdı, her gülümseme hedefe yaklaşmanın bir aracısıydı.
İlk haftalarda her şey planlandığı gibi gitti. Elif, Ömer’in ajandasına erişti, e-posta kutusunun şifrelerini keşfetti ve zamanla görev kalbinin derinine yaklaşan küçük bilgi parçaları topladı. Pulsu sabitti, başarı adrenalini yüksekti, kontrol mükemmeldi. Ama aynı anda, farkında olmadan, “Selin” karakterinin kendi yaşamını kazanmaya başladığını hissetti. Bir kahvede paylaşılan her kahkaha, Retiro değil de İstanbul’daki bir park-kırağı sohbeti onu yumuşatıyordu. Ömer, çocukluğundan, babasının gitar çaldığından, annesinin bir sanat galerisi yönettiğinden bahsediyordu. Elif dinliyordu, maskesini bir anlığına unutuyordu.
Ve sonra, kritik gün geldi. Ömer’in özel ofisinde, dijital kilitli bir maun dolap vardı; arşiv belgeleri oradaydı. Plan şuydu: Elif onu La Moraleja değil — ama İstanbul’da bir Boğaz manzaralı rezidansında — yemeğe davet edecekti; orada o belge çantasını bırakacaktı, Elif onu fotoğraflayıp ya da kopyalayacaktı ve bilgiyi ajansına iletecekti. Böyle kararlaştı, Ömer ise hazırlığın farkında değildi.
Akşam yemeği büyüleyiciydi: mumlar, hafif caz, ılımlı şarap, samimi kahkahalar. Ömer İzmir’de başlatmak istediği bir kültür projesinden bahsetti, Elif gerçek bir hevesle dinliyormuş gibi yaptı. Tatlının sonunda, bir mazeretle, ofisine fotoğraflarını göstermek için davet etti. Ömer kabul etti; o bir resme bakarken, Elif çantasını açtı — içinde minik bir USB bellek vardı — ve anı bekledi.
Elif’in kalbi heyecan ve suçlulukla atmaya başladı. Başarıdan gelen heyecan, kurduğu yalanın ağırlığıyla karışıyordu. Sonunda cihazı çıkardı ve ofisin bilgisayarına bağladı. İlgili klasörde “OP-Şafak” isimli dosya belirdi; farklı başkentlerde görevli ajanların isimlerini ve uluslararası operasyonu gösteriyordu. Elif tereddüt etmeden her dosyayı kopyaladı. Parmağı “kopyala” tuşuna hafifçe titreye titreye bastı.
Discreet bir kafede irtibatıyla buluşup bilgiyi teslim etme anını hayal etti. Sonra şefinden soğuk bir tebrik almayı. Ama tam o anda Ömer ona döndü. Gözlerinde şaşkınlık, endişe ve daha derin bir şey vardı: Elif’in beklemediği bir şey. Nazikçe söyledi: «Selin, ne yapıyorsun?»
Elif bir saniyeliğine paniğe kapıldı. Maskesi sallandı. Gerçeği söylemeli miydi? Kaçmalı mıydı? Sessizlik ağırlaştı. Ömer ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. «Bunu bir yargı olarak görmek istemem — ekledi — ama bir şeylerin uymadığını hissediyorum.»
O söz onu delip geçti. Çünkü aslında, Elif çoktan izin vermediğini düşündüğü bir şeyi hissetmeye başlamıştı: karakterinin kullandığı adamı sevmesi. Ömer onunla gerçekti, cömertçe davranmıştı, sırlarını ve kahkahalarını paylaşmıştı. Ve Elif, o haftalarda farkında olmadan bariyerlerini düşürmüştü. Artık sadece iş değildi: içten içe bir şey filizleniyordu.
Ve şimdi, tam o anda, seçim yapmak zorundaydı.
Seçim ertelenemezdi: ya görevi tamamlayacak ve kendisini seven adamı ihanet edecekti, ya da görevi bırakacak ve oluşan insanî bağı kurtaracaktı. Eğitimi söylüyordu: aşk için yer yoktu, duygular zayıflıktı. Ama kalbi başka şey söylüyordu. İrtibat numarası yakında Madrid’de arayacaktı. Şefi bekliyordu. Ve kariyeri buna bağlıydı.
Elif derin nefes aldı. Ömer’e baktı ve yumuşak bir sesle söyledi: «Üzgünüm.»
Ve ardından USB belleği çıkarıp çantasına koydu. Ömer şaşkınlıkla, bir nebze rahatlamayla baktı. Ama soru sormadan önce ekledi: «Her şeyi unutmanı istiyorum. Gidiyorum.» Ve büyük ofisin penceresine yöneldi; dışarıda şehir ışıkları binlerce ateşböceği gibi parıldıyordu. O da bakıyordu, kesin olmayan bir bakışla, kin gütmeden.
Elif binadan asansörle indi, USB belleği hâlâ yerindeydi. İrtibatı merdiven başında bekliyordu. «Belgeler var mı?» — diye sordu adam. «Yok» — dedi Elif. «Görev… değişti.»
Açıklama yoktu. Daha fazlası da yoktu. Taksiye bindi, şafağın ilk ışıklarıyla İstanbul’dan ayrıldı. Riskin büyük olduğunu biliyordu: ajansı onu bir firar eden, bir hain olarak görebilirdi. Ama seçiminin yükü ona özgürlük veriyordu. Araç ilerlerken, Elif pencereden yavaşça aydınlanan gökyüzünü izledi. Ömer’i düşündü, kahkahasını, tevazuunu, ona bakış şekliyle sanki yüzüden öte bir şeymiş gibi. Ve aynı zamanda “OP-Şafak” klasörünü, beraberindeki gizli isimleri düşündü. Ve doğru olanı yaptığını hissetti.
Haftalar sonra, Elif başka bir şehirde, başka bir isimle ortaya çıktı, başka bir ülkede. Yüzü değişmişti, hayatı değişmişti, ama anısı kalmıştı. Ve bir otel odasının sessizliğinde, küçük USB belleği çıkardı ve inceledi. Teslim edilmemişti. Asla. Ve bu, operasyonun çok daha güçlü bir şeye teslim olduğu anlamına geliyordu: aşka.
Ya Ömer? O tam gerçeği asla bilmedi. Selin’in ortadan kaybolduğunu öğrendi. Sırlarını ve umudunu paylaştığı kadın onu bir veda etmeden bıraktı. Ama kin tutmadı. Kişisel günlüğüne yazdı: «Gölgeler yok olur, ama bazı ışıklar kalır.» Aylar geçerken, ülkesine yenilenmiş enerjiyle döndü. Ve kalbinde, hafif bir alev hâlâ canlıydı.
Elif ise anlamıştı ki sadece dosyaları çalmamıştı. Kendisinin önceki hayatını, acımasız ajan kimliğini çalmıştı. Görevini beklenmedik bir duygu için değiştirmişti. Ve bu kararın izleri onu takip etse de, aynı zamanda onu özgür bırakmıştı. Çünkü artık seçebileceğini biliyordu, hissedebileceğini, sevebileceğini — uzaklardan, sessiz bir eko olsa bile.
Ve bu hikâyenin sonunda, büyükelçilik hâlâ İstanbul’da, belgeler hâlâ bulunmamış, sorumlular hâlâ cevap arıyor. Ama Elif için tek kesinlik, bulutlarla örtülü bir gecede iki şeyi seçmiş olmasıydı: görevin arkasındaki insani yüzü ve kendi kalbinin gerçeğini.