Annesini Kovduktan Bir Hafta Sonra, Oğlu Onun Gizli Servetini Öğrenir
.
.
İstanbul’un kenar semtlerinden birinde, eski ama temiz sayılabilecek üç katlı bir apartmanda yaşayan Çiğdem Hanım, hayatı boyunca hiçbir lüks içerisinde yaşamamıştı. Eşi yıllar önce vefat etmiş, o günden sonra tek başına oğlu Yasin’i büyütmüştü. Her sabah saat beşte kalkar, evin küçük balkonuna çıkar, çayını demleyip sabah namazını kılar ve sessizce gökyüzüne bakardı. Hayatındaki tek amacı, oğlu Yasin’in iyi bir insan olması ve geleceğinin sağlam temeller üzerine oturmasıydı. Ancak insan bazen ne kadar çabalarsa çabalasın, kaderin başka planları olabiliyordu.
Yasin, üniversiteyi bitirmiş, iş hayatına atılmış ve birkaç yıl sonra evlenmişti. Evliliği ile birlikte karakterinde fark edilir bir değişim başlamıştı. Artık annesinin sözlerini küçümseyen, ona emir kipinde konuşan ve çoğu zaman varlığını bir yük gibi gören bir evlada dönüşmüştü. Eşi Melis, şehirli, modern ve burnu biraz havada bir kadındı. Çiğdem Hanım’ın evde oluşu onun için bir tür görüntü kirliliği gibiydi. Ne zaman kayınvalidesiyle başa kalsa, iğneli sözler sarf eder, onu psikolojik olarak yıpratmaya çalışırdı.
Bir sabah kahvaltı sofrasında Melis bir tartışma başlattı. “Yeter artık Yasin. Ben bu evde annenle yaşamaktan yoruldum. Kendimi misafir gibi hissediyorum. Burası bizim evimiz ama sanki onun kurallarına göre yaşıyoruz.” Yasin, başını öne eğip biraz duraksadıktan sonra konuştu. “Anne, belki senin için daha huzurlu olur diye düşündük. Hani bir süreliğine ablanlara falan gitsen diyoruz veya başka bir yere taşınsan.” Çiğdem Hanım gözlerini oğluna dikti. Kalbi kırık bir cam gibi paramparça olmuştu. Bu sözleri kendi evladının ağzından duyacağı aklının ucundan geçmezdi.
Titreyen elleriyle çay bardağını aldı ama dudaklarına götürmeden masaya geri koydu. “Ben size yük mü oldum Yasin?” dedi yavaşça. Yasin gözlerini kaçırdı. Melis ise kayıtsız bir şekilde ekledi, “Yük demeyelim de insan bazen kendi hayatını yaşamak ister değil mi?” İki gün sonra Çiğdem Hanım elinde küçük bir bavulla apartmanın kapısından çıktı. Yağmur hafifçe yağıyordu. Gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu. Yürüyüşü yavaş ama onurluydu. Mahalledeki esnaflar onun eşyalarla çıkışını görünce şaşırdılar. Kimisi selam verdi, kimisi başını çevirdi. Kimse ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Ama herkesin içinden bir his geçiyordu: Bu kadın buna layık değildi.

Çiğdem Hanım, kimseye haber vermeden Kadıköy tarafında eski bir arkadaşının önerdiği mütevazı bir pansiyona yerleşti. Üç katlı binanın çatı katında küçük bir odası oldu. Sade ama huzurluydu. Yıllardır yaşadığı evinden kovulmanın acısı içini kavursa da o günlerden sonra bir karar verdi. Artık kimseye yük olmayacaktı. Özellikle de oğluna. O günden sonra bir hafta geçmişti. Yasin ve Melis evlerinde rahattılar. Yasin başta içten içe huzursuzluk hissetse de Melis’in sözleriyle kendini avutuyordu.
“Yasin, annen şimdi huzurla başa. Biz de öyle. Hem her hafta ararsın. Bir ihtiyacı varsa öğrenirsin.” Ama Yasin aramadı. Aramaya da ihtiyaç duymadı. Onun için her şey olması gerektiği gibiydi. Ta ki bir gün Yasin işe gitmek üzere hazırlanırken posta kutusunda resmi bir zarf bulana kadar. Üzerinde noter kanalıyla bildirim yazıyordu. İçini açınca bir şey dikkatini çekti. Çiğdem Güler adına kayıtlı dört daire ve bir arsa hakkında bilgiler yer alıyordu. “Ne saçmalık bu ya?” dedi şaşkınlıkla. Hemen annesini aradı. Aradan geçen 7 gün boyunca ilk defa arıyordu onu. Telefon çaldı. Çiğdem Hanım açtı. Sesi sakindi.
“Efendim Yasin.” “Anne bu kağıt da ne? Senin üstüne kayıtlı dört daire mi varmış? Bu arsalar ne? Bize niye hiç söylemedin? Hem bunları nereden buldun?” Çiğdem Hanım derin bir nefes aldı. “Yasin, o daireleri yıllardır küçük küçük biriktirdiğim altınlarla almıştım. Bankada gizli bir hesap açmıştım. Her ay çalışırken kenara attığım paraları değerlendirdim. Senden gizlemedim. Sadece anlatmadım.” Yasin şaşkındı. Bir anda gözleri kocaman açıldı. “Ama neden böyle bir şey yaptın?” “Bir gün bugünler gelecek diye,” cevabı bu kadardı.
Çiğdem Hanım’ın sözleri tokat gibi çarptı oğlunun yüzüne. Yasin aynı gün işten izin aldı ve hemen noterdeki kayıtları kontrol ettirdi. Evet, belgeler doğruydu. Annesinin üzerine İstanbul’un farklı yerlerinde dört daire, ayrıca sahil kenarında oldukça değerli bir arsa vardı. Değeri milyonları buluyordu. Başını ellerinin arasına aldı. Kendi annesini fakir zavallı sanmış, evinden kovmuştu. Ama o kadın sessizce servet biriktirmiş, tek kuruşunu bile göstermeden kendisini onuruyla yetmişti. Bir anda o akşamki kahvaltı sahnesi gözünde canlandı. Melis’in küçümseyici bakışları, kendi sessizliği “Ben ne yaptım?” diye fısıldadı.
O gece Melis’e hiçbir şey söylemedi. Sadece balkona çıktı ve yıldızsız geceye baktı. Annesi hala o eski sabah alışkanlığıyla gökyüzüne mi bakıyordu acaba? Ama bilmediği şey, bu daha başlangıçtı. Çiğdem Hanım onun serveti değil, vicdanıyla daha çok yüzleşeceği kararlar almıştı. Yasin, mektubu ellerinde tutarken bir tuhaflık hissediyordu. Annesi onu sevmişti. Buna hiç şüphesi yoktu. Ama hiçbir zaman onunla gerçekten konuşmamışlardı. Sanki her şey Yasin’in iş, para ve hayat koşuşturmacasından ibaretti. Şimdi elinde duran bu not, ona annesinin bambaşka bir yönünü fısıldıyordu.
Mektubun sonunda yer alan bankanın adı dikkatini çekmişti. Merkez Anadolu Tasarruf Bankası Meram Şubesi. Eski bir banka. Çoktan unutulmuş küçük bir kasaba şubesi. Yasin daha önce bu banka adını duymamıştı bile ama internetten kısa bir aramayla Konya’ya bağlı küçük bir ilçede hala açık olduğunu öğrendi. Bu zaten başlı başına garipti. Şubenin bulunduğu yer, onun doğduğu köyün birkaç kilometre ötesiydi. Ertesi sabah erkenden arabasına bindi. İçinde büyüyen suçluluk duygusu öfkesini bastırmıştı. Belki de bu mektup annesinden bir özür mesajıydı. Belki eski günleri onaracak bir şey.
Ancak Yasin’in içten içe anlamaya başladığı bir şey vardı. Annesi onun sandığından çok daha fazlasıydı. Şubenin önüne vardığında şaşırdı. 1970’lerden kalma gibi duran küçük taş bir bina. İçeride iki memur vardı sadece. Biri yaşlı, gözlüklü bir kadın, diğeri orta yaşlı bir adamdı. İkisinin de üzerine zaman sinmişti adeta. Yasin içeri girince kadın hemen yerinden kalktı. “Buyurun beyefendi,” dedi nazikçe. Yasin, ceketinin iç cebinden eski mektubun içinde yer alan kartı çıkardı. Üzerinde yazılı olan kasa numarasını gösterdi. Kadın gözlüğünü düzeltti. Sonra derin bir nefes aldı. “Çiğdem Hanım’ın oğlu musunuz siz?” Yasin duraksadı. “Evet. Evet. Çiğdem Hanım benim annem. Bu kartı ben buldum.” Kadın başını salladı. Çok vakur bir kadındı. Tam 27 yıl boyunca her ay geldi ve buradaki kasasını kontrol etti.
“En son 6 ay önce geldiğinde, ‘Oğlum bu kasayı açarsa hakkıyla açsın,’ dedi. Ben de bu cümleyi hiç unutmadım.” Yasin’in yutkunduğunu hissetti kadın. Sessizce öne yürüdü. Onu bankanın alt kısmındaki kasalara götürdü. Yasin elindeki kartı gösterdi. Şifreyi mektuptan okudu ve kasa açıldığında gözleri kocaman açıldı. Kasada büyükçe bir zarf vardı. Zarfın içinde bir mektup, birkaç mücevher kutusu, tapular ve bankaya ait birkaç belge yer alıyordu. Ama en çok dikkat çeken bir defterdi. Yasin defteri açtı. Sayfalarca el yazısı vardı. Annesine aitti. “Sevgili oğlum Yasin,” diye başlıyordu mektup. “Bu kasayı ilk kez açıyorsan demek ki artık büyümüşsün. Belki fark ettin. Ben seni hiçbir zaman parayla boğmadım ama sana bir hayat hazırladım. Sessizce, tıpkı baban gibi.”
Rahmetli babam vefat ettiğinde elimde hiçbir şey yoktu. Çalıştım, temizlik yaptım, nakış işledim. Sonra küçük küçük yatırımlar yaptım. Paranın kıymetini bilerek ve seni yetiştirerek. Sana asla gösteriş yapmadım ama bu serveti hep senin için büyüttüm. “Yasin elleri titreyerek devam etti. Bu defterde nerelere yatırım yaptığımı göreceksin. O tapular küçük sanayi bölgelerindeki arsalara ait. Mücevherler ise babamla evlendiğimde bana hediye edilenler. Hepsi senin. Ama bir şartla.” Yasin’in gözleri nemlendi. “Eğer hala kalbinde bana yer yoksa bu serveti de unut. Ama bir gün bu kasayı açıyorsan demek ki annene karşı bir vicdan hissediyorsun. O zaman bu defterle ne yapacağını bileceğini umut ediyorum.”
Yasin defteri karıştırdıkça annesinin hayatına dair hiç bilmediği şeylerle karşılaştı. Hastanede temizlikçilik yapmıştı. Sonra aynı hastanenin çaycısıyla ortaklık kurmuşlardı. Kantini işletmişlerdi. Oradan kazandığı parayla döviz almış, sonra arsalar satın almış, emekli olduğunda kira getirileriyle geçinmişti ve oğluna hiçbir zaman bunları anlatmamıştı. Sadece evde basit kıyafetler giyen, fazla konuşmayan yaşlı bir kadındı onun gözünde. Ama şimdi Çiğdem Hanım adeta bir kraliçeydi. Sessiz, onurlu, derin ve çok güçlü. O akşam arabasına bindiğinde aynaya uzun süre baktı. “Ben ne yaptım?” diye fısıldadı. “Ne büyük bir kötülük ettim.” Annesini yalnız bırakmış, aşağılamış, geçmişini hiçe saymıştı. Ama kadın yine de oğlunun geleceğini düşünmüştü hala.
Ve bu sadece servet değildi. Bu bir vasiyet, bir ibret, bir sevgi manifestosuydu. Yasin o gece annesini aradı. Açmadı. Ertesi gün bir kez daha aradı. Üçüncü gün Çiğdem Hanım hattı açtı ama hiçbir şey söylemedi. Sadece dinledi. Yasin uzun uzun ağladı, özür diledi ama annesi hala sessizdi. Ta ki şu cümleyi kurana dek, “Anne, eğer beni bir kez daha görmek istersen, bu kez seni evime değil kalbime davet ediyorum.” Yasin’in gözleri sabaha kadar uykusuzluktan kan çanağına dönmüştü. Annesinin ardında bıraktığı sandık, içinden çıkan belgeler ve mektuplar hepsi kafasında yanan sorulara cevap değil, daha büyük yangınlar getiriyordu.
Sandığın dibindeki küçük yaldızlı bir defteri fark etmemişti önce. Ama sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tekrar incelediğinde gözünden kaçmadı. Altın sarısı işlemeli kapakta zarif bir yazı vardı. “Oğlum Yasin’e” eli titreyerek defteri açtı. İlk sayfada annesinin eliyle yazılmış notlar, gün yaşadıkları, çektiği acılar, ondan sakladığı gerçekler vardı. Yasin her cümlede biraz daha yutkundu, biraz daha ezildi. “Sana yıllarca hiçbir şey belli etmemeye çalıştım. Öz, babanı neden hiç anmadığımı merak etmişsindir. Baban seni 3 yaşında terk etti. Başka bir kadına kaçtı. Onun yokluğu seni büyütmeme engeli olmadı. Ama Ayhan’ı hayatıma aldığımda sırf seni mutlu edebilmek için bir aile kurabileceğimiz hayaliyle yutkuna yutkuna katlandım her şeye. Ta ki senin gözünde ben de bir yük olana kadar.”
Yasin’in eli defteri düşürecek kadar titriyordu. Annesi onun için her şeyi yapmıştı. Kendi elleriyle getirdiği Ayhan’ın hem sevgisizliği hem de annesine ettiği hakaretler. O an gözünde tek bir şey canlandı. Annesinin o akşam kapıdan çıkarken arkaya bile bakmaması. Yasin aceleyle evden çıktı. Yüzü soluktu. Her adımı sanki yüreğine çivi çakıyor gibiydi. Önce Ayhan’ın iş yerine gitti. Onun o rahat, gevşek tavırlarını görünce içindeki öfke kabardı. Ayhan kahvesini yudumlarken Yasin tam karşısına dikildi. “Sana bir soru soracağım, Ayhan. Annemin mal varlığını biliyor muydun?” Ayhan’ın suratı bir an bembeyaz oldu. Gözleri kaçamak bakışlarla sağa sola kaydı. “Ne malığı?” “Saçmalıyorsun sen?” Yasin masaya yumruğunu indirdi. “Sakın bana yalan söyleme. Onun İstanbul’daki arsalarını, eski babasından kalan hisselerini hatta döviz cinsinden açtığı hesapları biliyor muydun?” Ayhan iyice gerildi. Sessizlik birkaç saniye sürdü. Sonra başını öne eğdi. “Bir şeyler duymuştum ama seninle paylaşmak onun meselesiydi.”
Yasin dişlerini sıktı. “Onu kapı dışarı ederken de mi senin meselen değildi?” Ayhan cevap veremedi. Yasin yüzüne bile bakmadan çıktı. Bu defa yönünü Yüksel mahallesindeki eski harap haldeki apartmana çevirdi. Annesinin mektuplarında sık sık bahsettiği yer orasıydı. Kapıcıya annesinin ismini söyledi. Adam başını salladı. “Çiğdem Hanım geçen hafta geldi. Dairenin anahtarını aldı. İçeride temizlik falan yaptı ama kalmadı burada. Sonra gitti.” “Nereye gittiğini biliyor musunuz?” “Bir şey söylemedi ama elinde bazı kağıtlar vardı. Notere falan uğrayacağım demişti.”
Yasin’in gözleri büyüdü. Aklına tek bir ihtimal geliyordu. Vasiyet. O gün akşama kadar İstanbul’un dört bir yanındaki noterleri aradı. En sonunda Karaköy’deki bir noter yardımcısı birkaç gün önce Çiğdem Hanım adında yaşlı bir kadının geldiğini ve özel bir belge bıraktığını doğruladı. Ancak belgeyi görebilmesi için onun ya oğlu olması ya da resmi vekalet göstermesi gerekiyordu. Yasin annesinin kimlik bilgilerini verdi ve sonunda noter belgesini görmesine izin verdiler. Belgede yazanlar onun hayatının en ağır tokadıydı. “Ben Çiğdem Yıldız, tüm mal varlığımı Yasin Yıldız adına bağışlamış bulunuyorum. Ancak bu bağış tarafıma hayatı boyunca hürmet ve vefa gösterilmesi şartıyla geçerlidir. Aksi takdirde mirasım kadın eğitim ve barınma derneğine bağışlanacaktır.”
Yasin’in gözleri doldu. Defteri tekrar hatırladı. Annesinin son cümlesini. “Ben artık yokum ama senin kalbinde hala bir yerin varsa belki bir gün tekrar karşılaşırız. O zaman bak bakalım yüzüme. Ne kadar geç kaldığını anlayabilecek misin?” O gece evde Ayhan ve Özlem Hanım televizyon izliyordu. Yasin içeri girdiğinde suratları asıktı. “Ne bu halin?” dedi Özlem Hanım. “Sabah sabah ortalığı ayağa kaldırmışsın.” Yasin derin bir nefes aldı. Elindeki belgeyi masaya koydu. “Biliyor musunuz? Annem bana servet değil vicdan bıraktı.”
Ayhan kaşlarını çattı. “Ne demek istiyorsun sen?” “Şunu demek istiyorum. Bu ev, bu hesaplar, arabalar, İstanbul’daki o üç arsa hepsi onunmuş. O kadın diye aşağıladığınız, yoksul dul deyip küçümsediğiniz annem.” Özlem Hanım bir anda yerinden kalktı. “Ne diyorsun sen? Çiğdem’in neyi olacakmış?” Yasin sesini yükseltmedi ama kararlıydı. “Annesini sevmeyi bilemeyen hiçbir servete layık değildir. Bu yüzden hepsinden feragat ediyorum ve sizi bu evden çıkarıyorum.”
Ayhan ayağa fırladı. “Sen kafayı mı yedin?” “Belki ama geç de olsa bir oğul gibi davranmayı öğrendim.” Yasin o gece bavulunu topladı ama başka bir yere taşınmak için değil, annesini bulmak için. Mektuplarını, defterini, geçmişte kalan tüm izleri dikkatlice inceledi. Annesi son olarak nereye gitmekten bahsetmişti? Aydın’da bir kadın derneğinde çalışmak istediğinden söz etmişti bir mektubunda. Sabah ilk otobüsle Aydın’a doğru yola çıktı. Otobüs camından dışarı bakarken başını yasladı. Kendi kendine fısıldadı. “Ne kadar geç kalmışım. Affedecek misin beni anne?”
Yasin annesinin geçmişine dair öğrendiklerinden sonra hayata olan bakışını tamamen yitirmiş gibiydi. Her sabah gözünü açtığında aklında sadece bir şey dönüp duruyordu. “Ben ne yaptım?” Annesine ettiği hakaretler, onu evinden kovarken söylediği o soğuk sözler. Her biri zihninde yankılanıp duruyor. Bir an olsun peşini bırakmıyordu. Ama asıl sarsıcı olan annesinin hayatına dair öğrenmeye devam ettiği şeylerdi. Not defterinde kalan birkaç isim daha vardı. Çiğdem Hanım belli ki geçmişte çok fazla insanın hayatına dokunmuştu ama hiç kimseye kendisini anlatmamıştı. Kendini hep geride tutmuş, susmuştu.
Bir kadın susuyorsa bu sessizliğin içinde kaç acı saklıdır diye düşünüyordu. Yasin, babasının eski bir iş arkadaşına ulaştı. Hakkı Bey. Telefonla ulaştığında sesi titriyordu. “Hakkı Bey, ben Yasin. Çiğdem Hanım’ın oğluyum.” Karşı taraf bir süre sessiz kaldı. Ardından derin bir iç çekiş geldi. “Demek ki zaman geldi. Onu evden kovduğun günü hatırlıyorum evlat. Beni o günün ertesi arayıp sadece bir cümle kurdu. ‘Yasin, artık kayboldu ama ben bulduğumda o çoktan değişmiş olacak.'”
Yasin yutkundu. “Onun kim olduğunu öğrenmeye çalışıyorum.” “Gerçek annemi, gerçek anneni tanımak mı istiyorsun? O zaman sana bir dosya bırakmıştım. Bir hafta sonra açılmak üzere. Onu teslim aldın mı?” Yasin başını sallasa da görünmeyen bir çukurun içinde gibiydi. O evrakları almak için bir kez daha annesinin eski evine, şimdi bomboş olan o eve gitmesi gerekiyordu. Elindeki anahtarla kapıyı açtı. Ev hala annesinin kokusunu taşıyordu. O sade lavanta kokusu. Oysa bir hafta önce burayı mezar gibi hissediyordu. Şimdi kalbi bu evde atıyordu sanki.
Salondaki dolabın üst çekmecesinde beyaz bir zarf buldu. Üzerinde yalnızca iki kelime yazılıydı. “Zaman geldi.” Zarfı açtı. İçinden çıkan şeyler onu olduğu yere çiviledi. Zarfın içinden çıkan belgelerden biri Çiğdem Hanım’ın yıllar önce yurt dışında aldığı eğitim sertifikalarıydı. Ekonomi, finans ve hukuk. Bir diğeri çeşitli derneklerde aldığı aktif görevler, kadın girişimcileri destekleme programları, burs verdiği öğrencilerin mektupları ve en sarsıcısı. Babasının ölümünden sonra ailesinin servetini ikiye bölerek, yarısını kendi adına, yarısını ise zamanla bir vakfa bağışlamak üzere ayırdığı belgeler. Oysa Yasin annesinin yıllarca babasının mirasına göz diktiğini düşünmüştü. Oysa gerçek öyle değildi.
En altta annesinin kendi el yazısıyla yazdığı bir mektup vardı. “Sevgili oğlum Yasin, belki bu satırları okurken bana öfke duyuyorsundur. Belki de pişmanlıkla karışık bir sessizlik içinde boğuluyorsundur. Ama bilmeni isterim ki seni hiçbir zaman sevmediğim bir an olmadı. Seni büyütürken her lokmayı ikiye böldüm. Ayakkabım yırtılsa da yenisini almadım. Senin montun yırtılmasın diye. Ve sana bırakacağım en büyük miras servet değil, onurumdur. Şimdi öğrendiklerin sana acı veriyorsa bu sadece büyümenin acısıdır evladım. Ama hala geç değil. Eğer gerçekten anlamışsan o zaman git. O eski köy okulunu yeniden inşa ettir. Adını taşıyan burs fonunu kur. Bir annenin emeğini boşa çıkarma. Seni hala çok seven annen Çiğdem.”
Yasin uzun süre kıpırdayamadı. Saatlerce mektuba bakıp durdu. Gözyaşlarını tutmak istemedi. Her damla içinde bir yangını söndürmeye çalışıyor gibiydi. O gece sabaha kadar evde kaldı. Annesinin izlerini silmedi. Tam tersine onları sarmaladı. Çekmecedeki her kalemi, not kağıdını, eski gözlüğünü sakladı ve sabah olduğunda ilk iş olarak annesinin bahsettiği köy okulunu araştırmaya koyuldu. Orası annesinin ilk görev yaptığı ve zamanla kapatılmış bir köy okuluydu. Yıllar önce orada öğretmenlik yapmış, küçük çocuklara yalnızca harfleri değil hayalleri de öğretmişti. Bir ay içinde köy okulunun yeniden yapılması için gerekli izinleri aldı.
Annesinin adını taşıyan Çiğdem Toprak Eğitim ve Umut Vakfı’nı kurdu. İlk bursiyerlerini seçti. Annesinin ona bıraktığı servetin büyük kısmını bu vakfa aktardı. Her şeyi yaparken içi hala buruktu. Çünkü annesi hala yoktu. Hiçbirine birebir tanıklık edememişti. Tam her şey tamamlanmış. Okulun açılış töreni için kürsüye çıkmak üzereyken kalabalığın arasında tanıdık bir yüz gördü. Gözleri doldu. Titreyen dizlerine hakim olamayarak sahneden indi. Orada okulun bahçesinin en köşesinde gri bir şalın altına gizlenmiş bir kadın duruyordu. Yavaşça şalını açtı. Gülümseyen gözleri Yasin’in en çok özlediği gözlerdi. “Anne,” diye fısıldadı. Çiğdem Hanım yavaşça yaklaştı. “Sonunda büyümeyi başardın Yasin. Ben seni affediyorum oğlum.”
Sarılmaları uzun sürdü. Annesinin kokusunu içine çeken Yasin, o anda yıllar süren pişmanlığını, hatalarını ve gözyaşlarını toprağa bıraktı. Aylar sonra Çiğdem Hanım tekrar evine döndü. Ama bu kez yalnız değildi. Yasin artık yanında yürüyen, gurur duyduğu bir evlattı. Her cuma günü okulda çocuklara kitap okuyor, vakıftaki öğrencilere mentorluk yapıyordu ve her ayın ilk haftası annesiyle birlikte o eski köy okuluna gidip bahçedeki çiçekleri suluyor, çocuklara meyve taşıyorlardı. Geçmişin yükü hala omuzlarında olsa da artık birlikte taşıyorlardı. Çünkü bazen en büyük servet affetmekte, öğrenmekte ve yeniden başlamaktadır.
Bu hikaye, hayatın ne kadar karmaşık olabileceğini ve anne-oğul ilişkilerinin derinliğini anlatıyor. Affetmek, sevmek ve geçmişle yüzleşmek, insanı büyüten en önemli olgulardır. Yasin, annesinin verdiği derslerle hayatına yeni bir yön vermeyi başardı. Annesinin mirası sadece maddi değil, manevi bir zenginlikti. Bu zenginliği anlamak ve yaşamak, Yasin’in en büyük başarısı oldu.