Ufkun Kırıldığı Gece: Deniz Babamı Bana Geri Verdiğinde
Bazen dünyanın biz fark etmeden çok daha önce kırıldığını düşünürüm. Ne bir felaket, ne bir savaş, ne de gökyüzünde bir işaretti. Daha küçük, daha sessiz bir şeydi: ruhlarımızın derinliklerinde oluşan bir yorgunluk çatlağı. Ben on dört yaşındaydım, insanlar ufka bakmayı bıraktığında. Artık orada bir şey kalmadığını, denizle rüzgârdan başka hiçbir şey olmadığını söylerlerdi. Karadeniz’in kuzeyinde, dalgaların yüzyıllardır sabırla kayalıklara vurduğu bir kasabada yaşıyorduk. Annem, dünyanın orada bittiğini söylerdi: “Oradan sonrası sadece su ve sessizliktir.” Bu sözün ne anlama geldiğini, ufkun kırıldığı gün öğrendim. Babam deniz fenercisiydi. Hayatı ışığın etrafında dönerdi. Her akşam tepeye çıkar, feneri yakar ve sabaha kadar orada kalırdı. En sert fırtınalarda bile hiç aksatmadı. “Işık yanmaya devam ettiği sürece, dünya var olmaya devam eder,” derdi. Ama bir sabah dönmedi. Kayığı boş bulundu, sanki deniz onu yutmuş gibiydi. O günden sonra fener sönük kaldı, kasaba yönünü kaybetti. Yıllar geçti, deniz aynı denizdi ama biz değiştik. Çocuklar masalsız büyüdü, yaşlılar gelecekten bahsetmeyi bıraktı, kadınlar aynaları beyaz örtülerle kapattı, sanki yansımanın göstereceği şeyden korkar gibiydiler. Kimse fenere yaklaşmazdı. Kimi lanetli olduğunu söylerdi, kimi de eğer ışık yeniden yanarsa, geri dönmemesi gereken bir şeyi getireceğini. Yirmi yaşımda kasabadan ayrıldım. O ağır sessizlikten kaçmak istedim. Şehre gittim — ışıkların hiç sönmediği, yüzlerin her gün değiştiği yere. Ama denizin sesinden kaçamadım. Trafik ışıklarında, istasyonlarda, sokakların uğultusunda bile duyardım. Sanki deniz beni takip ediyor, unuttuğum yere geri çağırıyordu. Yirmi yıl sonra geri döndüm. Annemden tarih atılmamış bir mektup geldi: “Ev artık kışı kaldıramıyor. Her şey yıkılmadan gel.” Ne evi, ne de kendini mi kastediyordu, bilemedim. Kasabaya vardığımda her şey aynıydı ama küçülmüştü. Duvarlar çatlamış, çatılar yosun tutmuştu. Annem beni bekliyordu, soba başında, eski bir battaniyeye sarılmış. Sadece “Deniz seni çağırıyor,” dedi. “Artık bana bir şey söylemiyor,” dedim. “O zaman iyi dinlemiyorsun.” O gece rüzgâr eskisi gibi esiyordu; tuz ve demir kokusunu getiriyordu. Uyuyamadım. Gece yarısı fenere yürüdüm. Kapı pas içindeydi ama itince açıldı. İçeride hava ağırdı, yılların bekleyişiyle dolu. Merdivenleri çıktım, el fenerim titriyordu. Yukarı ulaştığımda karanlık bir deniz uzanıyordu önümde — ay yoktu, sadece sonsuz bir siyahlık. Ve sonra gördüm. Ufukta ince bir ışık çizgisi yükseliyordu. Ne yıldızların ne de gemilerin yansımasıydı. Daha derin, ateşten bir yarık gibiydi. Yaklaşıyor, soluyordu. Nefesim kesildi. Bu sadece bir ışık değildi — ufkun kendisi ikiye ayrılıyordu. Toprak ayaklarımın altında titredi. Denizden bir ses yükseldi — insan sesi değildi ama tanıdıktı. Adımı söylüyordu. Babamdı. Anlamadım, ama hissettim. Dalga diliyle konuşur gibiydi, her köpük bir hatırayı fısıldıyordu. O anda annemin ne demek istediğini anladım. Deniz beni çağırıyordu, ve o gece sonunda duydum. Şafak geldiğinde ışık çizgisi kaybolmuştu, ama dünya artık aynı değildi. Hava kül ve doğum kokuyordu. Eve döndüğümde annem uyuyordu, yüzünde hiç görmediğim bir huzurla. Elini tutmadan anladım — artık uyanmayacaktı. Masanın üstünde, titrek yazısıyla bir not: “Ufuk kırıldığında, kim olduğunu anlayacaksın.” Günler sis gibiydi. Cenazeden sonra herkes kendi sessizliğine döndü. Kimse o geceki ışığı anmadı. Kimisi hayal dedi, kimisi deniz zamana ait olmayan bir şeyi geri verdi dedi. Evde yalnız kaldım, denizi pencereden izleyerek. Her akşam rüzgâr farklı sesler getiriyordu, sanki dünyanın öteki ucundan. Belki de dünyanın sonu dışarıda değil, içimizdedir. Aylar geçti. Bir sabah yeniden fenere gittim. Aynıydı ama korkmuyordum. Basamakları çıktım, cam kapakları açtım, lambayı yaktım. Alev zor tutuştu ama sonunda parladı. Işık denizin üstüne yükseldi — ölmeyen eski bir söz gibi. O an anladım: ufuk her unutulduğunda kırılır. Sessizlik hafızayı yendiğinde kırılır. İnsan nereden geldiğini unuttuğunda kırılır. O gece orada kaldım, denizi izleyerek. Hiçbir yarık görünmedi ama camın yansımasında babamın siluetini gördüm. Yanımda duruyordu, her zamanki dinginliğiyle ışığa bakıyordu. Hiç konuşmadı. Gerek de yoktu. Her şeyi anladım. Ufuk bir yer değilmiş, yaşayanlarla gidenlerin arasında bir antlaşmaymış. Ve o ışık — solgun ama sönmeyen — dünyanın kendini hatırlama biçimiymiş. Sabah olduğunda gökyüzü çocukluğumdaki gibi maviydi. Kasaba yavaş yavaş uyandı. Ve yıllar sonra ilk kez çanlar çaldı. Nedenini kimse bilmedi. Ben de söylemedim. Tepeden indim, denizin karşısında durdum. Su sakindi, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Ama içimde bir şey onarılmıştı. Ufuk, kırık olsa bile, hâlâ oradaydı — bekliyordu. O günden beri her gece fenere çıkarım. Işığı yakar, denizi izlerim. Görev ya da inanç için değil. Çünkü bilirim ki birileri ışığı yanık tutarsa, dünya dönmeye devam eder — ufuk bin kez daha kırılsa bile.