“Benim, aşkım. Yaşıyorum,” dedi kadın mezar başındaki milyonere… Arkasındaki gizem şaşırtıcı…
Yedi Günlük Rüya – Eduardo ve Helena’nın Hikâyesi
Eduardo, iki ay önce meydana gelen kazadan beri her hafta olduğu gibi diz çökerek Helena’nın mezar taşını temizliyordu. İki ay geçmişti, iki ay Helena olmadan. Mermerin soğuk yüzeyini titreyen elleriyle silerken, rüzgarın kuru yaprakları mezarın etrafına savurduğunu izledi. O anda, beklenmedik bir şekilde, tanıdık bir ses duydu: “Aşkım, benim, ölmedim.” Eduardo dondu kaldı. O sesi, dünyadaki her şeyden daha iyi tanıyordu.
Yavaşça başını çevirdi. Helena, arkasında durmuştu, canlıydı, gerçekti ve en sevdiği beyaz elbiseyi giymişti. “Helena…” dedi Eduardo, sesi kırık çıkıyordu. “Benim, aşkım. Buradayım.” Eduardo düşünmeden ayağa kalktı ve ona doğru koştu. Kolları Helena’yı sardığında, onun sıcaklığını hissedince gözyaşlarına boğuldu.
Helena’yı öyle bir sarıldı ki, sanki iki bedeni birleştirmek istiyordu. “Seni kaybettiğimi sanmıştım,” dedi, saçlarına ağlayarak. “Kaza… Doktorlar…”
“Şimdi her şey yolunda,” dedi Helena, sırtını okşayarak. “Buradayım ve artık zamanımız var. Hep istediğin kadar zaman.” Eduardo, sadece gözlerine bakacak kadar uzaklaştı. Bal rengi gözleri, her zamanki gibi tanıdıktı. Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu ama Helena oradaydı, sıcak ve canlıydı.
“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordu Eduardo. “Önemli değil,” dedi Helena, ellerini Eduardo’nun yüzüne koyarak. “Önemli olan, birlikte olmamız ve senin hep hayalini kurduğun şeyleri şimdi yaşayacak olmamız. Hazır mısın?”
Eduardo kelime bulamadı, sadece onun ellerini tuttu, evrendeki tek gerçek şey onlarmış gibi. “O zaman başlayalım,” dedi Helena, parmaklarını Eduardo’nunkilere kenetleyerek. “Gerçekten yaşayalım.”
İlk durak Paris oldu. Eduardo, nasıl oraya vardıklarını açıklayamıyordu. Bir an mezarlıktan ayrılıyorlardı, bir sonraki an Eiffel Kulesi’nin yakınındaki sokaklarda el ele yürüyüş yapıyorlardı. Güneş, eski binaları aydınlatıyor, fırınlardan taze ekmek kokusu geliyordu. “Beni hep buraya getireceğine söz vermiştin,” dedi Helena, küçük bir kitapçının önünde durarak. “Bir sonraki işten sonra, bir sonraki önemli toplantıdan sonra…” Eduardo’nun göğsünde suçluluk bir bıçak gibi saplandı. “Biliyorum, biliyorum. Hep bir bahane vardı. Ama şimdi buradayız.”
Kitapçıda saatlerce vakit geçirdiler, Fransızca kitapları anlamadan karıştırdılar, yanlış telaffuzlarla güldüler. Sadece kapakları güzel diye kitaplar seçtiler. Bir torba dolusu kitapla dışarı çıktıklarında, Helena köşedeki bir kafeyi gösterdi. Kaldırımda bir masaya oturdular, kahve içip renkli makaronlar yediler.
Eduardo, Helena’ya bakmadan edemiyordu. Her hareketi, her gülüşü, her jesti fazlasıyla değerliydi. “Neden bana böyle bakıyorsun?” diye sordu Helena. “Çünkü uyanıp bunun gerçek olmadığını öğrenmekten korkuyorum.” Helena, masada elini onun elinin üstüne koydu. “Gerçek. Buradayım.”
Sonraki günlerde hayatı doyasıya yaşadılar. Venedik’te gondol gezisi yaptılar, Eduardo pahalı bir butikden Helena’ya kırmızı bir elbise aldı. Helena itiraz edince, “Yıllarca önemsiz müşterilere servet harcadım, şimdi ise gerçekten önemli olan kişiye harcıyorum,” dedi. “Evde seni beklerken, ben hep geç geliyordum. Kaç kere, Helena?” “Çok,” dedi Helena, öfkesizce. “Beni affet.” “Şimdi buradasın. Önemli olan bu.”
Roma’da lüks bir restoranda yemek yediler, sonra Helena gerçek bir pizza istedi. Sokakta plastik masalı bir trattoria buldular. En basit pizza, domates sosu, peynir ve fesleğendi ama Helena, “Hayatımda yediğim en güzel pizza,” dedi. Eduardo, onun iştahla yemesini izledi. Son yıllarda Helena neredeyse hiç yemek yemiyordu. Şimdi anladı; Helena mutsuzdu, yalnızdı, evli olmasına rağmen.
New York’ta Times Square’de kalabalığa karıştılar. Eduardo sokak satıcısından çiçek alıp Helena’ya verdi. Helena hem güldü hem ağladı. “Hiç çiçek almazdın,” dedi. “Her gün almam gerekirdi.” “Şimdi alıyorsun.” Turist gibi fotoğraflar çektiler, sokakta hot dog yediler, Broadway’de müzikal izlediler. Eduardo sahneyi değil, Helena’yı izledi; nasıl güldüğünü, nasıl duygulandığını, her sahneye nasıl tepki verdiğini. Sanki onu ilk kez tanıyordu.
Dördüncü gün, Karayipler’de ıssız bir plajda uyandılar. Helena suya koştu, Eduardo onu izledi. Şükran ve pişmanlık iç içeydi. “Gel,” diye seslendi Helena. Eduardo ayakkabılarını çıkarıp ona koştu. Sığ suda döndüler, güldüler, nefesleri kesilene kadar. “Düğünümüzde bana dünyayı vereceğine söz vermiştin,” dedi Helena. “Ve başaramadım.” “Hayır. Bana güven, rahatlık, güzel bir ev verdin. Sadece kendini, varlığını, zamanını vermedin. Tek istediğim buydu.”
Sözler taş gibi ağırdı. “Geri dönebilsem…” “Ama dönemezsin. Kimse dönemez. Ama şimdi buradasın, tamamen varsın.” O gece kumda yıldızları izlediler. Helena, yıldızlar hakkında uydurma hikâyeler anlattı, Eduardo her kelimeyi dünyanın en önemli şeyi gibi dinledi.
Beşinci gün, İsviçre dağlarında bir kulübede uyandılar. Küçük mutfakta birlikte kahvaltı yaptılar. Eduardo ekmekleri yaktı, Helena sütü döktü ve ikisi de dağınıklığa güldü. “Bu işte kötüyüz,” dedi Helena. “Ama birlikte yapıyoruz.” Dağlarda yürüdüler. Eduardo, yıllarca koşu bandında toplantı yaparken, ilk kez sadece yürümek için yürüdü, sadece hissetmek için, sadece var olmak için.
“Farklı görünüyorsun,” dedi Helena. “Daha hafif, daha az kayıp.” Eduardo acı bir kahkaha attı. “Yıllarca kayıptım, var olmama rağmen.” Helena başını omzuna yasladı. “Ama şimdi değil.”
Altıncı gün, Barselona’da bir pazarı gezdiler. Peynir, zeytin, şarap tattılar. Malzemeler alıp kiralık bir dairede paella yapmaya çalıştılar. Sonuç kötüydü ama her şeyi yerde oturup güle güle yediler. “Berbat,” dedi Eduardo. “Çok kötü,” dedi Helena, daha fazlasını yerken. “Ama bizim.”
Gece sokaklarda dolaşıp sokak sanatçılarını izlediler. Eduardo, bir ressamdan onların portresini çizmesini istedi. Portre hazır olduğunda, Eduardo profesyonel fotoğraflarda hiç görmediği bir şeyi fark etti: Gerçek mutluluk.
Yedinci gün, sessiz bir bahçede uyandılar. Çiçek açmış güller, mor salkımların sardığı bir pergolanın altında bir tahta bank. Güneş batıyordu. “Neredeyiz?” diye sordu Eduardo. “Son yerde,” dedi Helena, sesi daha yumuşak, daha uzaktı. Bankta oturdular. Eduardo bir şeylerin değiştiğini hissetti. Hava farklıydı, renkler daha yoğundu, zaman hem yavaşlıyor hem hızlanıyordu.
“Yedi mükemmel gündü,” dedi Eduardo. “Öyleydi.” Helena ona döndü. Gözlerinde huzurlu bir hüzün vardı. “Eduardo, sana bir şey söylemem lazım.” “Hayır,” dedi Eduardo, derinlerde hep bildiği şeyi artık anlıyordu. “Lütfen, hayır.” “Dinle,” dedi Helena, yüzünü okşayarak. “Bu günler, senin ihtiyacın olan hediyeydi. Her şeyi yaşadık, seyahatleri, sohbetleri, basit anları. Yedi günde yıllarca evliliğimizden daha mutlu olduk. Sen de bunu hissediyor musun?”
Eduardo konuşamadı, gözyaşları özgürce aktı. “Artık üzülme,” dedi Helena. “Yaşamak istediğin her şeyi yaşadın. Hep ertelediğin her şeyi denedin. Şimdi, bunu kalbinde taşıyarak gerçeğe dönebilirsin.” “Sensiz yaşayamam.” “Yaşayabilirsin. Ve yaşayacaksın.” Helena gülümsedi. “Mutlu olabilecek bir kadın bul, Eduardo. Zamanını, varlığını ona ver, paranı değil.”
“Sen, bu günlerde keşfettiğin adam…” “Helena, bu bir rüya, aşkım.” “Hep öyleydi. Ama uyanman için görmen gereken bir rüyaydı.” Dünya sallanmaya, renkler solmaya başladı. Helena şeffaflaşmaya başladı. “Hayır!” Eduardo onu tutmaya çalıştı ama elleri havayı kavradı. “Lütfen, seni hiç bırakmadım.” Helena’nın sesi uzak bir yankıydı. “Seçtiğin her mutlu anda, var olmayı seçtiğin her seferde, ben orada olacağım. Böyle yaşayacağım.” “Helena, hoşça kal aşkım. Bu yedi gün için teşekkür ederim.” “Şimdi, önündeki 7.000 günü yaşa.” Ve Helena kayboldu.
Eduardo, nefes nefese uyandı. Karanlık yatak odasında yatağındaydı. Kalbi deli gibi atıyordu. Gözyaşları yastığı ıslatıyordu. Etrafına bakındı, onu aradı ama sadece boş evin ağır sessizliği vardı. Gerçeklik bir yumruk gibi geri döndü. Helena iki ay önce ölmüştü. Kaza, cenaze, her hafta ziyaret ettiği mezar taşı… Hepsi gerçekti ve o yedi mükemmel gün sadece bir rüyaydı.
Eduardo yatağa oturdu, yüzünü elleriyle kapattı. Paris, Venedik, Roma, plaj, dağlar, Barselona, bahçe, her sohbet, her kahkaha, her dokunuş, hepsi o kadar gerçekti ki hâlâ Helena’nın kokusunu, teninin sıcaklığını hissedebiliyordu. Sadece bir rüyaydı, imkânsız ve mükemmel bir rüya, ama içinde bir şey değişmişti.
Eduardo pencereye yürüdü. Dışarıda şehir uyanıyordu. Güneş ufukta yükseliyor, gökyüzünü turuncu ve pembe boyuyordu; tıpkı rüyadaki plaj gibi. Anladı: “Aşk ölümle bitmez. Yaşamayı öğrenenlerde yaşamaya devam eder.” Helena artık yanında değildi, ama ona öğrettikleri, hem hayatta hem o imkânsız rüyada, sonsuza dek kalacaktı. Varlık, hediyeden daha değerliydi. Zaman, paradan daha kıymetliydi. Tamamen var olmak, gerçek lüksün tek tanımıydı.
Eduardo saate baktı. Sabah 6. Normalde uluslararası yatırımcılarla video konferansa hazırlanıyor olurdu. Ama bugün, farklı bir şey yapacaktı. Telefonunu aldı ve Helena’nın hep davet eden ama Eduardo’nun sürekli reddettiği arkadaşı Ana’ya mesaj attı: “Teklifi kabul ediyorum, ne zaman buluşabiliriz?” Sonra dizüstü bilgisayarını açtı, ekibine sorumluluklar devreden, öncelikleri yeniden düzenleyen bir e-posta yazdı.
İşini bırakmayacaktı, ama artık onun kölesi olmayacaktı. Önünde koca bir hayat vardı. Bu hayatı varlıkla, amaçla, her anı gerçekten yaşama cesaretiyle yaşayacaktı. Helena’nın anısını sonsuz yasla değil, her gün dolu dolu yaşamayı seçerek onurlandıracaktı.
Eduardo pencereye döndü, güneşin tamamen doğuşunu izledi. Bahçedeki ağaçları rüzgar sallıyordu ve bir an, Helena’nın kahkahasını rüzgarla taşınırken duyduğunu sandı. Gülümsedi. Bu, tam mutluluk değil, kabullenmenin, anlamanın ve yeniden başlamanın gülümsemesiydi.
Helena rüyada haklıydı. Artık yas tutmayı bırakma zamanıydı. Önündeki 7.000 günü, o yedi imkânsız günün yoğunluğunda yaşama zamanıydı. Ve kalbi hâlâ ağır olsa da, artık felç olmuş değildi. Eduardo derin bir nefes aldı ve başlamaya karar verdi.
Bugün, şimdi, hayatının kalan kısmını gerçekten yaşamak için.