Bordo Bereliyi Törene Almadılar — Ta ki General Her Şeyi Durdurana Kadar

Bordo Bereliyi Törene Almadılar — Ta ki General Her Şeyi Durdurana Kadar

.
.

Kayıp Kahraman

Bölüm 1: Soğuk Bir Sabah

Ankara’daki Anıtkabir’in ana girişinde, soğuk bir Kasım sabahı inanılmaz bir olay yaşanacaktı. Güvenlik görevlisi, keskin ve küçümseyen bir sesle konuştu. “Bu bir şaka mı?” Kollarını kavuşturmuştu. Tertemiz resmi üniformasıyla Anıtkabir’in görkemli kapısında adeta bir set gibi duruyordu. Yanındaki genç askeri polis de alaycı bir gülümseme ile bakıyordu. Önlerinde ise Ahmet Yıldız vardı. 85 yaşındaydı. Duruşu bükülmüş, elleri zamanın yıprattığı izlerle dolu, yüzü uzun ve zorlu bir hayatın haritası gibiydi. Basit, koyu renk bir elbise giymişti. Manşetler eskimişti ama pırıl pırıldı. Bu, sahip olduğu tek takımdı.

Görevlinin sorusuna kımıldamadı. Bakışları net ve kararlıydı. Kapının ötesindeki yeşil tepelere odaklanmıştı. Hiçbir şey söylemedi. Genç asker öne çıktı. Cilalı çizmeleri çakılda gıcırdadı. “Efendim? Burası Korgeneral Mehmet Kaya’nın özel cenaze töreni. Sadece davetliler içindir. Kimlik belgelerinizi görmem gerekiyor. Yoksa buradan ayrılmanız lazım.” Çatışma havada asılı kaldı. Burası onura adanmış bir yerdi. Ama şimdi kurallar ve prosedürlerin ördüğü bir duvarla karşı karşıyaydılar. Görevli, sadece yanlış yere gelmiş, kafası karışık yaşlı bir adam görüyordu. Oysa önünde duran, bu toprakların değerlerinin yaşayan tanığıydı.

Gerginlik artıyordu. Uzun siyah sedanlar ve devlet plakalı araçlar gelmeye başladı. İçindekiler, kapıda tutulan yaşlı adama meraklı ve acıyan bakışlar atıyordu. Ahmet Yıldız bekliyordu. Hayatı boyunca daha kötüsünü beklemişti. Yaka kartında “Çavuş Demir” yazan genç asker, gösterişli bir sabırsızlıkla iç çekti. “Bakın dede, bunun için vaktim yok. Konvoy birazdan gelecek. Güvenlik sorunu yaratıyorsunuz. Bir mezar ziyaret edecekseniz halk girişi 1 kilometre ötede. Şimdi kendi başınıza mı gideceksiniz yoksa biz mi götürelim?”

Ahmet’in sesi geldiğinde sakindi ama şaşırtıcı bir ağırlık taşıyordu. “Nehirde yuvarlanan taşlar gibi derinden komutan için buradayım. Benim burada olmamı isterdi.” İkinci görevli Üsteymen Yılmaz kısa ve samimiyetsiz bir kahkaha attı. “Tabii, siz ve komutan en iyi arkadaşlardınız değil mi efendim?” Tüm saygımla. Korgeneral Kaya, cumhurbaşkanlarına danışmanlık yapmış biriydi. Davetiyesi olmayanlarla vakit geçirecek zamanı yoktu. Hakaret açıktı. Resmi hitabın ince perdesiyle sarılmıştı. Küçük bir kalabalık saygılı bir mesafede toplanmaya başlamıştı. Yüksek rütbeli subaylar, ciddi yüzlü siyasetçiler ve kederli aile üyeleri hepsi siyahlar içindeydi.

Ahmet üzerine yönelen bakışları hissediyordu. Acıma, rahatsızlık ve utanç karışımı tanıdık duygulardı. Hayatını çoğu zaman görünmez kalarak geçirmişti. Çoğunlukla tercih ettiği bir roldü ama bugün değil. Burada değil. “Adım Ahmet Yıldız.” dedi. Sesi sakindi. “Sadece onlara Ahmet Yıldız’ın burada olduğunu söyleyin.” Demir bir adım daha yaklaştı. Kişisel alan ihlali bilinçli ve göz davericiydi. “Ahmet Yıldız öyle mi? Tamam, ben de Milli Savunma Bakanıyım o zaman. İsimler evrak olmadan bir şey ifade etmez. Dede.” Eldivenli parmağını Ahmet’in göğsüne doğrulttu. “Üzerinizde madalya yok, şerit yok, hizmet kanıtı yok. Bana göre siz kısıtlı bir törende askeri tesise izinsiz girmeye çalışan bir sivilsiniz.”

Suçlama havada asılı kaldı. “Hizmet kanıtı yok.” Ahmet’in eli bilinçsizce yanına indi. Uzun zaman önce atılmış şeylerin taşınan ve bırakılan yüklerin hayali ağırlığını hissetti. “Kanıtı vardı. Sadece cilalanıp yakaya iğnelenebilecek türden değildi. Kanıtı kemiklerine kazınmış, hafızasına oyulmuştu.” Yakındaki kontrol noktasından omuzlarındaki yıldızlar için yüzü fazla genç görünen bir teymen yürüyerek geldi. Kargaşa onu da çekmişti. “Sorun ne Çavuş?” dedi. “Bu adam komutanım.” dedi. Yılmaz, Ahmet’i işaret ederek gitmeyi reddediyor. “Korgeneral Kaya’nın arkadaşı olduğunu iddia ediyor. Davetiye yok. Kimlik yok.”

Teymen Ahmet’e yukarıdan aşağıya baktı. Bakışları takım elbisenin yıpranmış kumaşında ve ayakkabıların çiziklerinde oyalanıp hızlı bir hükme vardı. “Efendim, devlet cenaze törenini aksatıyorsunuz. Tesisleri derhal terk etmeniz için size son kez ihtarda bulunuyorum.” Teymen’in tonu aynanın karşısında prova edilmiş bir otorite tonuydu. Henüz kazanmadığı bir ağırlığı yansıtıyordu. Ahmet’in sabrı derin ve geniş bir rezervuar kurmaya yüz tutmuştu. “Ayrılmıyorum.” dedi. Kelimeleri basit ve kesindi. Teymen’in yüzü sertleşti. “O halde izinsiz giriş ve askeri bir törene müdahale suçundan tutuklusunuz.” Görevlilere başıyla işaret etti. “Onu çıkarın. Direnirse kelepçeleyin.”

Demir ve Yılmaz, Ahmet’in kollarına uzanırken Teymen yaşlı adamın yakasında bir şey fark etti. 10 kuruştan büyük olmayan küçük ve mat bir metal parçası eğri biçimde kumaşa iğnelenmişti. “Şekli bozulmuş, kararmış ve görünürde tamamen değersizdi.” Teymen alaycı bir ifadeyle parmağıyla hafifçe vurdu. “Bu ne? Sakız kutusundan çıkan özel ödülün mü?” Teymen’in parmağı metale değdiği an dünya eridi. Anıtkabir’in bakımlı çimleri kayboldu. Yerini yarım dünya ötede Doğu Anadolu dağlarının emen çamuru ve sağanak yağmuru aldı. Az önce biçilmiş çim kokusuyla dolu hava bir anda kan ve barutun metalik kokusuna dönüştü.

Bölüm 2: Geçmişe Dönüş

Yaz tutanların boğuk kıçkırıkları, yaralıların umutsuz çığlıklarına karıştı. Genç bir yüzbaşı, yüzü kir ve korkuyla kaplı, devrilmiş bir çam ağacının altında sıkışmıştı. Bacağı doğal olmayan bir açıyla bükülmüştü. O genç yüzbaşı Mehmet Kaya’ydı. Bir hava aracı düşmüştü. 12 adam 10 gün boyunca düşman hattının gerisinde kalmıştı. Umut yoktu. 10. gecede tek bir adam onların yanına girdi. Çoban lakaplı adam, kurşunlar uğuldayarak ama durmadan, Ahmet Yıldız o gece 12 adamdan sekizini tek başına sırtında taşıdı. Mehmet Kaya onlardan biriydi.

Kaya hala sıcak olan pürüzlü bir metal parçasını genç Ahmet’in avucuna bırakmaya çalışıyordu. Kanlı elleri titriyordu. “Bunu sakla Ahmet.” dedi hırıltılı bir sesle. “Mevzuata uygun değil. Resmi değil ama onların basabileceği her madalyadan daha anlamlı. Oradaydın demek. Bizi kurtardın demek.” Şey, metal parçası 3 metre öteye düşen bir havan mermisinin şarapneliydi. Ahmet, kayanın üzerine kapanarak patlamayı kendi bedenine almıştı. Kaya o şarapneli kendi elleriyle dövdü. Bir iğneye dönüştürdü. Adını çoban madalyası koydu. Yalnızca bir tane yapıldı. Bir insanın bir diğerine verebileceği en yüksek onurdu.

Görüntü parçalandı. Ahmet yine kapıdaydı. Güneş gözlerinde parlıyordu. Teymen hala habersizce gülümsüyordu. Ama Ahmet’in yüzünde bir şey değişmişti. Uzun zaman önce sönmüş bir ateşin korlarından yükselen kıvılcım yeniden gözlerinde yanıyordu. Ahmet, Teymen’in elini iğneden nazikçe itti. “Ona dokunma.” dedi. Sesi alçak ama tehlikeli bir sakinliğe sahipti. Tırmanma zirveye ulaştı. Görevliler subaylarının cesaretiyle Ahmet’in kollarını kavradılar. Küçük kalabalık nefesini tuttu. Aşağılama neredeyse mutlak bir hal almıştı. Tek suçu bir dosta veda etmek isteyen bir adamın kamusal utanca sürüklenmesiydi. Ama kalabalığın hepsi sadece izlemiyordu. Arka tarafta genç bir yüzbaşı vardı. Adı Tekin’di. İki tur görev yapmıştı. Gerçek bir savaş gazisinin sessiz kırılmaz dinginliğini tanıyacak kadar çok şey görmüştü. Yaşlı adamın duruşunda bunu gördü. Hakareti kıpırdamadan emmesinde, bakışlarını kaostan çevirmeyip dost doğru tutuşunda bir şey derinden yanlıştı.

Bölüm 3: Tekin’in Müdahalesi

Görevliler Ahmet’e dokunduğunda yüzbaşı Tekin artık duramayacağını anladı. Doğrudan müdahale, astlık üstlük zincirinde kariyer bitirirdi ama bir telefon açabilirdi. Telefonunu çıkardı. Parmakları hızla ekranda gezdi. Bir numarası vardı. Korgeneral Kaya’nın 20 yıl boyunca en yakın çalışma arkadaşı olan Albay Aslan’ın doğrudan hattı. Kalabalıktan uzaklaşıp aramayı gizledi. “Komutanım, yüzbaşı Tekin. Ana kapıda bir durum var. Güvenlik yaşlı bir adamı tutuyor. İçeri girmeye çalışıyormuş.” Aslan’ın iç çekişi duyuldu. “Ve bunun benim dikkatimi gerektiren kısmı ne?” Güvenliğin emirleri var. “Komutanım, adam Kor General’i tanıdığını söylüyor. Adı Ahmet Yıldız. Yakalarında küçük kararmış bir iğne var. Şekli bozuk. Şarapnel parçasına benziyor.”

Hattın diğer ucunda birden sağır edici bir sessizlik oldu. Komuta çadırındaki uğultu sanki kesildi. Tekin nefesini tuttu. Albay’ın sesi geri döndüğünde bambaşkaydı. Rahatsızlık gitmiş, yerini saygıyla karışık bir aciliyet almıştı. “Yüzbaşı. Adını tekrar ettin mi?” Yıldız komutanım, Ahmet Yıldız. Hat kapandı. Tekin başını kaldırdı. Görevliler yaşlı adamı kapıdan uzaklaştırıp bir güvenlik aracına doğru sürüklüyorlardı. Artık çok geçti. Anıt kabirden 100 metre ötede kurulmuş komuta çadırında Albay Aslan telefonu sanki elektrik çarpmış gibi tuttu. Masaya yumruğunu vurdu. Yüzü bembeyazdı. Genç bir binbaşı irkildi. “Komutanım, bir şey mi oldu?” “Bana Orgeneral Öztürk’ü bağlayın.” dedi Aslan. Radyodan bulun, inceleme platformundan indirin. Şimdi çadırın içinde sinirle volta attı. Ahmet Yıldız, bunca yıl sonra Korgeneral Kaya’nın son 10 yılını onu bulmaya, bir kez daha teşekkür etmeye adamıştı. Masasında duran son mektubunda talimat bırakmıştı. “Eğer Ahmet Yıldız adında biri beni ararsa ona ne isterse verin. Bu ulusun asla ödeyemeyeceği bir borcu var.”

Binbaşı geri döndü. Telsizi uzattı. “Orgeneral Öztürk hatta komutanım.” Aslan ahizeyi kaptı. “Komutanım, Albay Aslan ana kapıda çoban protokolü aktif. Tekrar ediyorum, çoban protokolü aktif.” Telsiz çatırdadı. Katılımdaki en yüksek rütbeli aktif görev subayı olan Orgeneral Yavuz Öztürk’ün sesi geldi. “Tekrar et albay. Çoban mı? Bu imkansız. Evet komutanım. Tanım uyuyor. İğne isim. Ahmet Yıldız. Güvenlik şu an tutuklama işlemi başlatıyor.” Yanıt anındaydı. Sesi buz gibiydi. “Her şeyi durdurun. Alayı durdurun. Yoldayım. Kapıda.”

Genç Teymen kendini galip sanıyordu. Düzeni sağladığını düşünüyordu. Taş sütuna yaslanıp adamlarının yaşlı adama sert davranışını gururla izledi. Ahmet’in onuruna son darbeyi indirmek istedi. Yaşlı adam iki görevli arasında duruyordu. Omuzları çökmüştü. Yenilgiden değil, derin ve yorgun bir üzüntüden. Teymen ona iyice sokuldu. Sesi küçümsemeyle damlıyordu. “Son şansın dede. Gururunla yürüyüp gidersin ya da cenazenin geri kalanını göz altında geçirirsin. Suçları yazacağız. Üstelik tam bir psikiyatrik değerlendirme de önereceğim. Bu yaşta bu sanrılarla kendin için de toplum için de tehlikesin.” sırıttı. Sözleri son bir bıçak darbesi gibiydi. “Saygı durmak mı istiyorsun? Bunu parmaklıkların arkasından yaparsın.”

Kendi adını hatırlamaya çalışırken tam o anda düşük bir uğultu duyuldu. Kulaktan çok göğüste iletilen bir titreşim Anıtkabir’in saygılı sessizliğinde büsbütün yabancı bir ses. Herkes başını çevirdi. Teymen de tepeyi dönerek üç siyah zırhlı askeri araç gördü. Camları güneşi obsidyen aynalar gibi yansıtıyordu. Cenaze alayının yavaş onurlu ritmiyle değil, hızlı müdahale birliğinin sürati ve kararlılığıyla ilerliyorlardı. Kapının yanında tekerlekleri çakıla saplanarak aniden durdular. Teymen ve görevliler dondu. Ellerini Ahmet’ten çektiler. Sanki aniden radyoaktife dokunmuş gibi.

Kapılar askeri hassasiyetle açıldı. Kusursuz mavi üniformalı altı subay indi. Çavuşlar, binbaşılar, albaylar göğüsleri madalyalarla doluydu. Adımlarıyla hafifçe tınlıyordu. Albay Aslan ilk inendi. Yüzü soğuk bir öfke maskesiydi. Ardından baş aracın arka kapısı açıldı ve Orgeneral Yavuz Öztürk indi. Uzun heybetli bir adamdı. Omuzlarında dört gümüş yıldız parlıyordu. Sanki havanın kendisi ağırlaştı. Rüzgarın hışırtısı, uzak trafik, fısıldaşmalar hepsi kesildi. Her şey tek bir görüntüde toplandı. Dört yıldızlı general, Teymen içinden soğuk bir korku dalgasının geçtiğini hissetti. İç güdüyle dikkat vaziyetine geçti. Görevliler de öyle.

Bölüm 4: Saygı ve Onur

Orgeneral Öztürk, Teymen’e bakmadı bile. Fırtına bulutu rengindeki gözleri sahneyi taradı. Aradığını bulana kadar bakışı Ahmet Yıldız’ın bükülmüş siluetinde durdu. Generalin hali bir anda değişti. Sert ve buyurgan hava çözüldü. Yerini derin, neredeyse huşu dolu bir saygı aldı. Yürümeye başladı. Cilalı çizmeleri kaldırımda yavaş ve kasıtlı bir ritim vuruyordu. Korkmuş teymenin, şaşkın görevlilerin ve kalabalığın arasından geçti. Yolu tek bir adama, Ahmet’e götürüyordu. Onun tam 3 metre önünde durdu. Ölü sessizlikte Orgeneral Öztürk tam boy doğruldu. Sağ elini alnına kaldırdı. Rahat bir jest değil. Teymen’in hayatında gördüğü en keskin, en kusursuz selamdı. Dört yıldızlı bir generalden yıpranmış bir takım elbisedeki bir sivile verilmiş nihai saygı sesi orduları yöneten ve cumhurbaşkanlarına danışan bir komutanın sesi gibi net ve sarsılmazdı.

“Sayın Yıldız, şeref verdiniz.” Teymen allak bullak olmuş halde kekeledi. “Komutanım, rahatsızlık için özür dilerim.” Bu adam bir sahne çıkarıyordu. “Giriş yetkisi yoktu.” Generalin başı selamını indirmeden Teymen’e döndü. Gözleri genç subayı delip geçti. “Bu topraklarda senin de benim de sahip olacağımızdan daha fazla yetkiye sahiptir. Teymen.” Ardından hafifçe kalabalığa döndü. Selamı sürerken konuştu. Sesi tarihin ağırlığını taşıyordu. “Kimi gördüğünüzü bilmeyenlere söyleyeyim. Siz yaşlı bir adam görüyorsunuz. Bir sivil görüyorsunuz. Ben bir dev görüyorum. Bu Ahmet Yıldızdır. Tarih kitaplarında adı geçmeyebilir ama Bordo Bereliler için ve bugün uğurladığımız Korgeneral Mehmet Kaya için başka bir isimle bilinir.”

“Çoban!” Kalabalıktan toplu bir nefes yükseldi. İsim fısıldandı. Yaşlı askerlerin anlattığı o savaş alanı efsanesi general sürdü. “Bu adam haritalarda olmayan yerlere gitti. Kayıp yazılan adamları geri getirdi. Gerektiğinde sağlıkçı, pilot, kılavuz, gerektiğinde eşsiz bir savaşçıydı. Rütbe takmadı. Komisyon kabul etmedi. Verilen her madalyayı reddetti. Tek ödül evine dönen çocuklardır.” dedi. General Ahmet’e bir adım daha yaklaştı. Gözleri doluydu. “1968’in baharında bir düzine bordo bereliği taşıyan helikopter düşmanın derinliklerine düştü. Hayatta kalanlardan biri genç yüzbaşı Mehmet Kaya’ydı. Üç gün boyunca çevrildiler. Kurtarma umudu yoktu. 3’üncü gecede tek bir adam onların yanına girdi. Çoban, o adamların yarısını kendi sırtında taşıdı. Bugün onurlandırdığımız büyük komutanın yaşamasının nedeni burada duran Ahmet Yıldız’dır.”

General selamını indirdi. Gözlerini Ahmet’ten ayırmadan yakasındaki kararmış iğneyi işaret etti. “Şunu görüyor musunuz? Az önce ıvır zıvır sandığınız şu parça. Yüzbaşı Kaya’nın 3 metre ötesine düşen havanın şarapneli. Ahmet Yıldız onu öldürecek patlamayı üzerine alarak Kayanın üstünü kapattı. Kaya o şarapneli kendi elleriyle dövdü ve çoban madalyası adını verdi. Yalnızca bir tane yapıldı. Onun gibi bir adamın verebileceği en yüksek onur budur.”

Doğrulama tamdı. Kalabalık artık acıyarak değil hayranlıkla bakıyordu. Erlerden albaylara kadar askerler yavaş yavaş, birer birer mütevazı yaşlı adama selam verdi. Teymen’in yüzü bembeyaz kesildi. Onlar sadece hata yapmamışlardı. Bir kutsala saygısızlık etmişlerdi. Orgeneral Öztürk nihayet tüm dikkatini Teymen’le iki görevliye çevirdi. Sesi kışla meydanını dolduran bir gürleme değil, ondan daha ürkütücü bir sükun içinde keskin ve ölümcül bir netlikteydi. “Davetiyesini sordunuz Teymen.” “Açık olayım. O tepedeki her bir mezar taşı onun davetiyesidir. Yarım direğe inen her bayrak onun kişisel karşılamasıdır.” Bir adım attı. Sanki elini kaldırmış gibi karşısındakiler refleksle geri çekildi. “Madalyalarını görmek istediniz. Bu adamın vücudundaki yaralar kılavuzlarınızın hiçbir zaman ölçemeyeceği bir cesaretin işaretidir. Cesaret onun kalbindedir. Göğsünde değil. Sizin işiniz güvenliktir. Ama en temel aracınız tabancanız ya da telsiziniz değildir. Yargıdır. Ayırt etme gücüdür. Ve bunda şaşırtıcı ölçüde başarısız oldunuz.”

Bakışı acımasızdı. “Yaşayan tarihin huzurunda durdunuz. Bir sorun gördünüz. Bir izinsiz giren sandınız.” Sesi yükseldi. “Yardımcıma rapor vereceksiniz. İsimlerinizi ve birliklerinizi bildireceksiniz. Yarın sabah saat 6’da Genelkurmay Karargahındaki ofisimde gerçek saygı üzerine kısa bir görüşme yapacağız.” “Anlaşıldı mı?” “Emredersiniz komutanım.” diye mırıldandılar. Yüzleri utanç içindeydi. General dönmek üzereyken bütün bu süre boyunca sessiz kalan Ahmet elini uzatıp generalin koluna nazikçe dokundu. “Yavuz,” dedi generalin adını kullanarak. “Onlar bildikleri tek yolla işlerini yapmaya çalışan çocuklar. Bırak gitsin.” General Ahmet’e baktı. İfadesi yumuşadı. Yavaşça başını salladı.

Ahmet genç teymen döndü. Gözlerinde öfke yoktu. Sadece derin bir bilgelik. “Oğlum,” dedi Ahmet nazik bir sesle. “Giydiğin üniforma sana otomatik olarak saygı kazandırmaz. O bir semboldür, bir sözdür. Saygı insanlara nasıl davrandığınla her gün kazanılır ve bazen en önemli insanların, en çok fedakarlığı yapanların hiç üniforma giymediğini anlaman gerekir. Bunu unutma. Bunu unutma.” Ahmet konuşurken iğnenin yaratıldığı an zihinde yeniden canlandı. Bu kez kaotik bir flaş değil, net ve sarsıcı bir sahneydi. Antiseptik kokulu bir saha hastanesi. Genç Ahmet bir sedye yatıyor. Sırtı şarapnel yaralarıyla dolu. Yanında yüzbaşı Mehmet Kaya. Bacağı alçıda. Kaya elinde. Saatler önce Ahmet’in bedeninden çıkarılan pürüzlü bir metal parçası. “Beni o olay için gümüş yıldıza öneriyorlar.” dedi Kaya sesi titreyerek. “Ama o senin ordunun verebileceği şeylerin ötesinde bunu al. Bedeli asla unutma. Ben de borcu asla unutmayacağım.”

Bölüm 5: Yeni Başlangıç

Mütevazı nesnenin kökeni ateş ve kanda dövülmüş bir bağdı. Orgeneral Öztürk, Ahmet Yıldız’a bizzat eşlik etti. Kapılardan içeri selam veren asker sıralarının ve suskun kalabalığın arasından geçti. Onu arkalara değil, ön sıraya götürdü. Korgeneral Kaya’nın kederli ailesinin yanına oturttu. Çobanın hikayelerini hayatları boyunca duyan aile fertleri yaşlı adamı gözyaşlarıyla kucakladı. Sevgili atalarını yarım asır daha yanlarında tuttuğu için ona teşekkür ettiler. Ahmet, tören boyunca sessiz ve metindi. Arkadaşına son saygılarını sundu. Görevi sonunda tamamlandı.

Kapıdaki olaydan sonraki süreç hızlı ve kararlı ilerledi. Teymen ve görevlileri onursuz terhis edilmedi. Ahmet bunu istemedi. Bunun yerine Orgeneral Öztürk, onların yeniden görevlendirilmesini ve zorunlu hizmet içi eğitimini bizzat denetledi. Hassas tesislerde görevli tüm personel için yeni bir program oluşturuldu. Durumsal farkındalık, tarih ve empati dersi. Askerlere, yüzeyin ötesine bakmayı, kişiyi görmeyi, sadece üniformayı ya da yokluğunu değil öğretmek için tasarlandı. Program Türk Silahlı Kuvvetlerinde yıldız protokolü olarak anıldı. Kapıdaki yaşlı adamın hikayesi, her yeni askere anlatılan bir alçak gönüllülük dersine dönüştü.

Aylar geçti, mevsimler değişti. Genç Teymen artık daha alçak gönüllü ve daha olgun, Anıtkabir’in prestijinden uzak bir üste sessiz bir kontrol noktasında görev yapıyordu. Yağmurlu bir Salı öğleden sonraydı. Üssün dışındaki küçük bir lokantada öğle masındaydı. Kahvesini karıştırırken kapıdaki zil çaldı. Basit bir ceketli yaşlı bir adam içeri girdi. Omuzlarındaki yağmur damlalarını silkti ve tezgahta bir yere oturdu. Ahmet Yıldız’dı. Subay’ın kalbi hızlandı. Ahmet’in kahve söyledikten sonra pencereye dalıp gitmesini izledi. Uzun bir an donup kaldı. İçinde utançla minnettarlık savaştı. Sonunda ayağa kalktı. Tezgaha yürüdü. Cüzdanından bir banknot çıkarıp fincanın yanına bıraktı. “Kahveniz benden, efendim ve ders için teşekkür ederim.”

Ahmet, gencin gözlerine baktı. Gerçekten baktı ve değişimi gördü. Kibrin yerini alan tevazuyu fark etti. Hafifçe gülümsedi. Başını usulca salladı. “Güvende kal oğlum.” dedi. Sesi sessiz bir dua gibiydi. Subay başını eğip lokantadan çıktı. Kahramanı kahvesiyle baş başa bıraktı. Aralarında sessiz ve saygılı bir anlaşma kalmıştı. Ahmet Yıldız’ın hikayesi bize şunu hatırlatıyor: Kahramanlar büyüklüklerini her zaman kollarında taşımaz. Bu sessiz cesaret hikayesi sizi etkilediyse lütfen videoyu beğenin. Duyması gereken biriyle paylaşın ve aramızda yürüyen görünmez kahramanların daha fazla hikayesi için kanalımıza abone olun. Vatanını seven herkes gibi Mehmetçik’in sessiz kahramanlıklarını takip etmek istiyorsanız desteğinizi bekliyoruz. Her gün aramızda sessizce yürüyen, büyüklüklerini göğsünde değil kalbinde taşıyan kahramanlar var. Onlara olan borcumuzu asla unutmayalım.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News