ADAM ÇOCUKLARIM ÇOK AÇ 100 TL BORÇ VERİRMİSİN DİYEN KADINI DÜKKANDAN ATTI, 1 HAFTA SONRA İNANAMADI

ADAM ÇOCUKLARIM ÇOK AÇ 100 TL BORÇ VERİRMİSİN DİYEN KADINI DÜKKANDAN ATTI, 1 HAFTA SONRA İNANAMADI

.
.

Kasabanın rüzgârı, yoksulluğun ve çaresizliğin kokusunu taşırdı. Bazen soğuk, kuru ve o kadar sert eserdi ki, bu küçük, unutulmuş taşra yerinde nefes almak bile insanlara bir borç gibi gelirdi. Mehtap, yırtık montunun paslanmış fermuarını çenesine kadar çekmeye çalışırken, bir yandan da elini on yaşındaki oğlu Emir’in omzuna sıkıca koydu. “Dayan yavrum, az kaldı,” dedi titreyen bir sesle. Yanında yürüyen altı yaşındaki kızı Zehra ise küçük elleriyle bomboş karnını tutuyordu. Birkaç gündür midelerine doğru düzgün bir lokma girmemişti.

Kocası Kadir, altı gün önce sabah “işe gidiyorum” diye evden çıkmış ve bir daha geri dönmemişti. Ne bir haber, ne bir iz… Ne karakol bir şey bulabilmişti ne de komşular bir şey duymuştu. Kadir, sanki yer yarılmış da içine girmişti. Oysa o gün çocuklarına süt getireceğine söz vermişti. Ama ne süt geldi ne de Kadir.

Mehtap’ın evi, kasabanın kıyısında, bir zamanlar kömür deposu olarak kullanılan eski, tahta bir barakaydı. Rüzgâr estiğinde, çürümüş tahtaların arasından sızan soğuk, içerideki çocukların hırıltılı nefesleriyle birleşerek geceyi daha da uzun ve acımasız kılıyordu. En küçükleri Yusuf ise daha iki yaşındaydı. Konuşmayı yeni öğreniyordu ama “Anne, acıktım” kelimesi, evin en sık duyulan, en acı duası haline gelmişti.

O sabah Mehtap, çocuklara içi boş bir çorba yapmıştı. Sadece suya biraz un karıştırmış, sanki içinde sebzeler varmış gibi kaşıkla karıştırarak, “Bakın, mis gibi çorba kaynıyor,” demişti. Çocuklar annelerinin bu masum yalanını anlamasın diye mutfağın karanlık köşesine dönüp sessizce ağlamıştı. Ama artık bir şey yapmalıydı. Bir yerden para bulmalı, çocuklarının karnını doyurmalıydı.

Kasabanın en işlek sokağında, yıllardır aynı yerinde duran küçük bir bakkal vardı: Ferdi’nin Bakkalı. Ferdi, ellili yaşlarında, kalın kaşlı, yüzü daima sert bir ifadeyle donmuş bir adamdı. Eskiden iyi kalpli biri olduğu söylenirdi ama son yıllarda, hayatın sillesini yedikçe katılaşmış, kimseye veresiye vermez olmuştu. “Bu devirde kimseye güven olmaz,” derdi sık sık. Borç isteyenleri tersler, fişleri dikkatle keser, hatta dükkânın önüne bir kamera bile taktırmıştı.

O sabah Ferdi, tezgâhın arkasında oturuyor, televizyondaki ekonomi haberlerini sessizce izliyordu. Tam o sırada kapının zili çaldı. İçeri başı örtülü, yüzü yorgunluktan çökmüş bir kadın girdi. Mehtap’tı bu. Arkasında iki çocuğu, annelerinin eteğine sığınmış, çekingen bir şekilde duruyordu.

Ferdi, kadına kısa bir bakış attı. “Buyur abla, ne lazımdı?”

Mehtap, titrek bir sesle, “Ferdi Bey,” dedi. “Biliyorum, çok kişi istemiştir ama… kocam birkaç gündür yok. Çocuklarım aç. Ne olur, şu unun, biraz sütün, bir de ekmeğin parasını haftaya getireyim. Söz veriyorum, öderim.”

Ferdi’nin kaşları anında çatıldı. “Mehtap Hanım, daha geçen ay senin kocan bana söz verdi, borcunu ödeyecekti, ödemedi. Şimdi sen yine borç istiyorsun.”

“Ne yapayım Ferdi Bey? Kadir kayıp. Polise gittim, bir şey bulamadılar. Çocuklarım aç!”

“Benim suçum ne peki?” dedi adam, sesini yükselterek. “Ben de bu dükkânı zor döndürüyorum. Herkese borç versem, kendim aç kalırım!”

Mehtap’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. “Ne olur, bir hafta… Sadece bir hafta sonra öderim. Kadir bulunur belki…”

Ferdi öfkeyle tezgâhın üzerine vurdu. “Yeter! Herkes aynı şeyi söylüyor! Hadi, çık dışarı!”

Kadın, utancın ve korkunun ağırlığı altında ezilerek geriledi. Zehra annesinin eteğine daha sıkı sarıldı. Mehtap son bir umutla fısıldadı: “Ferdi Bey, Allah rızası için… Ben dilenmiyorum. Sadece çocuklarım aç.”

Adam bakmadı bile. Elindeki gazeteyi açtı. “Çık dedim!” diye bağırdı. Mehtap, sessizce kapıya yöneldi. Gözyaşları yanaklarından süzülürken arkasına bile bakmadı. Kapıdan çıktığında, rüzgâr yüzüne bir tokat gibi çarptı. Ferdi o an hiçbir şey hissetmediğini sandı ama kalbinin derinliklerinde, unuttuğu bir yerlerde ince bir sızı vardı. Gururu, merhametinin önüne geçmişti.

O gece Mehtap, çocuklarını sobasız, soğuk barakada tek bir battaniyeye sardı. Dışarıda kar yağmaya başlamıştı. Aniden kapı çaldı. Gelen, Emir’in okulundan bir komşusuydu. Elinde yarım somun ekmek ve bir şişe süt vardı. “Bunu alın,” dedi kadın. “Ferdi’den borç istediğinizi duydum, vermemiş. Bizimkiler de fazla almış, idare edin.” Mehtap, kadının ellerine sarılıp hıçkırarak ağladı.

Sabah olduğunda Ferdi, dükkânını açarken eşiğin önünde küçük bir kâğıt parçası ve yanında duran solgun bir elma gördü. Kâğıtta birkaç satır yazıyordu: “Ferdi Bey, dün beni kovdunuz ama kızım Zehra, dükkânın önünde düşürdüğü çorabını aramak için geri geldiğinde, kapınızın önüne bu elmayı bırakmış. O elma sizin olsun. Hakkınızı helal edin.”

Ferdi bir an donakaldı. Elinde tuttuğu o küçücük, neredeyse çürümeye yüz tutmuş elma, o an dünyanın en ağır yükü gibi geldi. Adamın içi sızladı. O elma, bir çocuğun masumiyeti, bir annenin onuruydu. Ferdi, bir babanın yüreğiyle, bir insanın vicdanıyla ilk kez gerçekten o sabah yüzleşti.

O günden sonra Ferdi, Mehtap’ı düşünmeden edemedi. Kendi kızı akşamları sıcak yemeğini yerken, aklına o çocuklar geliyordu. Bir akşam dayanamayıp bir torbaya ekmek, süt, un ve biraz da makarna koydu. “Ben sadaka vermem,” dedi kendi kendine. “Sadece borç veriyorum.” Ama bu, kendi gururunu kandırmak için söylediği bir yalandı.

Barakaya vardığında kapı aralıktı. İçeriden ince bir öksürük sesi geliyordu. Kapıyı yavaşça itti. İçeride Mehtap, ateşi olan Yusuf’u kucağında sallayarak ısıtmaya çalışıyordu. Ferdi, elindeki torbayı sessizce yere bıraktı. “Mehtap Hanım,” diye kekeledi. Kadın onu görünce şaşırdı. “Geçen gün… biraz sert davrandım. Kusura bakma. Şu yiyecekleri al, çocuklara ver.”

Mehtap’ın gözleri doldu ama gururla, “Borç olarak mı verdiniz?” diye sordu.

Ferdi hafifçe gülümsedi. “Borç değil, komşuluk hakkı diyelim.”

O geceden sonra Ferdi, gizlice her birkaç günde bir, kapının önüne bir çuval erzak bırakıp sessizce uzaklaştı. Mehtap, kimin yaptığını bilmiyor ama her seferinde, “Rabbim, kim gönderdiyse sen biliyorsun. O kişiye rahmetin bol olsun,” diye dua ediyordu. Ferdi, bu duaları uzaktan duyuyor gibiydi ve kalbinde yıllardır hissetmediği bir huzur buluyordu.

Ancak kasabanın üzerindeki sırlar perdesi aralanmak üzereydi. Bir akşamüstü Mehtap, dere kenarında Kadir’in ıslanmış bir mektubunu buldu. Mektupta, “Beni sıkıştırıyorlar. Borçlarım çok. Eğer ödeyemezsem seni ve çocukları da bulurlar. Sakın kimseye güvenme, hele o adama asla…” yazıyordu. “O adam” kimdi? Yazı orada silinmişti.

Aynı gece Ferdi, dükkânının önünde siyah bir zarf buldu. İçinde, “Kadir’in kayboluşu seni de ilgilendiriyor, Ferdi. Sessiz kalma,” yazıyordu. Notun köşesinde, yıllar önce Kadir’le birlikte çalıştığı maden şirketinin amblemi vardı. Ferdi’nin kanı dondu. O, şirketteki yolsuzluklara tanık olduğu için ayrılmıştı. Kadir de kaybolmadan önce onunla bu konuyu konuşmak istemişti.

Ferdi, doğruca Mehtap’ın yanına koştu. İkisi de ellerindeki parçaları birleştirdiğinde, gerçeğin korkunç yüzüyle karşılaştılar: Kadir, şirketin kirli işlerini bildiği için susturulmuştu ve şimdi sıra onlardaydı.

Tehditler gecikmedi. Önce Ferdi’nin dükkânının camları kırıldı. Sonra bir gece, Mehtap’ın küçük kızı Zehra, barakanın önünden kaçırıldı. Mehtap’ın dünyası başına yıkıldı. Ferdi ise o an, hayatının en büyük kararını verdi. Artık sessiz kalmayacaktı.

Ferdi, kasabayı ayağa kaldırdı. Bir zamanlar “cimri” diye anılan adam, şimdi elinde Zehra’nın fotoğrafıyla, gönüllü arama grubunun başında ormanları, dere kenarlarını tarıyordu. Bu, sadece bir kızı bulma çabası değil, kendi vicdanını kurtarma savaşıydı.

Aramanın ikinci gününde, ormanın derinliklerindeki terk edilmiş bir avcı kulübesinde Zehra’yı buldular. Korkmuş, ağlamaktan bitkin düşmüştü ama hayattaydı. Onu kaçıranlar, sadece bir uyarı vermek istemişlerdi.

Bu olay, bardağı taşıran son damla oldu. Ferdi, elindeki tüm belgelerle ve tanık olduğu tehditlerle birlikte doğrudan savcılığa gitti. Maden şirketi hakkında büyük bir soruşturma başlatıldı. Şirketin sahibi ve birkaç yönetici, cinayete azmettirme, tehdit ve yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklandı. Soruşturma sırasında, Kadir’i köprüden iten ama öldüğünü sanan adamlar da itirafçı oldu. Kadir, köprüden düştükten sonra ağır yaralı olarak bulunmuş, kimliği tespit edilemediği için başka bir şehirdeki bir hastaneye kaldırılmıştı. Ağır kafa travması nedeniyle hafızasını kaybetmişti.

Ferdi, bu haberi alır almaz Mehtap ve çocuklarını yanına alıp hastaneye koştu. Kadir, yatakta sessizce oturuyor, boş gözlerle onlara bakıyordu. Mehtap, “Kadir,” diye fısıldadı. “Benim, Mehtap.” Adam, kadının yüzüne uzun uzun baktı. Sonra gözleri, babasının elini korkarak tutan küçük Zehra’ya takıldı. “Zehra,” diye fısıldadı. Bir damla yaş, yanağından süzüldü. Hafızasının karanlık dehlizlerinde, bir ışık yanmıştı.

Aylar geçti. Kadir, ailesinin sevgisiyle yavaş yavaş hafızasını geri kazandı. Ferdi ise artık aynı adam değildi. Dükkânının tabelasını değiştirmişti: “Ferdi’nin Bakkalı – Paylaştıkça Bereketlenir.” Her gün kasabadaki yoksul ailelere ücretsiz erzak dağıtıyordu.

Mehtap ve Kadir, şehirde yeni bir hayata başlamak için kasabadan ayrılmadan önce Ferdi’ye geldiler. Mehtap, elinde bir zarfla, “Ferdi Bey, bu sizin,” dedi. “O gün sizden istediğim paranın kat kat fazlası. Çünkü siz bize sadece para değil, umut verdiniz.”

Ferdi, zarfı nazikçe geri itti. “Bu para benim değil, Mehtap. O gün sana o parayı vermedim ama bugün senin bana verdiğin şeyin değeri paha biçilmez. Sen bana vicdanımı geri verdin.”

O günden sonra kasabada kim aç kalsa, kim darda kalsa Ferdi’nin kapısını çalardı. Ve o, her geleni aynı sözle karşılardı: “Ben bir zamanlar bir anneyi aç çocuklarıyla kapımdan kovdum ama Allah, bana o anneyle kalbimi geri verdi. Unutma, veren el değil, vicdan eden el kazanır.”

 

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News