İstanbul’un Galata bölgesinde, her sabah tek başına bir kafede oturan emekli öğretmen Cemil Bey’in hikâyesi: yanında her sabah iki kahve; ikincisi eşi için… Ve 20 yıl sonra, bir gün genç bir kadın gelir ve “Aslında eşiniz benim hayatımı kurtarmıştı” der…

İstanbul’un Galata semtinde, dar taş sokakların arasında küçük bir kahveci dükkânı vardı. Güneş henüz tam yükselmemişken, cadde boyunca kahverengi ahşap sandalyeler ve masalar dizilmişti. O masalardan biri her sabah aynı şekilde hazırlanırdı: masa kenarına iki fincan buharlı Türk kahvesi konurdu — biri büyükçe, biri daha küçük. İlk fincan, her zamanki gibi; ikincisi ise sessiz bir bekleyişin işaretiydi.
Emekli öğretmen Cemil Yıldız sabahın erken saatlerinde kahve dükkânına gelirdi. Şapkasını çıkarır, hafif titreyen elleriyle kısa süreliğine dışarıdaki masaya bakardı. Arkasından kahveci genç garson ya da sahibi, ikinci kahveyi getirirdi ve Cemil Bey içini çekerek bir kez bakar, ardından sessizce otururdu. Masada iki fincan… Tek başına. Ve gözlerinde hafif bir hüzün…
Yirmi yıl önce, o kahveci dükkânı henüz böylesine tanıdık değildi. Cemil Bey o zamanlar aktif bir öğretmendi, Haydarpaşa’da lise tarih öğretmeni. Eşi Gül Yıldız ile üniversiteden beri beraberlerdi, birlikte geçirdikleri günler, kahkahalar, ve küçük mutluluk anları biriktirmişlerdi. Gül Hanım özellikle ona büyük destek olmuş, öğretmenlik zorluklarıyla baş ederken hep yanında yer almıştı. Onun varlığı, Cemil Bey için kuvvetli bir dayanak olmuştu.
Birkaç yıl öncesinde Gül Hanım ağır bir ameliyat geçirmişti; kalp kapakçığı ameliyatıydı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde birkaç günlük izleme sürecinden sonra “tamamdır” denmişti. Ancak yaşam beklenmedik bir şekilde sürpriz yapmıştı: Ertesi yılın ilkbaharında, aniden başlayan bir enfeksiyon sonucu hayatını kaybetmişti. Cemil Bey için bu haber, sanki dünyanın rengini almış bir tablo gibi sessizleşmişti.
Hemen ardından, emeklilik düşüncesi geldi. Öğretmenlik mesaisi son bulunca, her gün bir rutin haline dönüştü: sabah Galata’daki kahveciye gitmek, iki kahve almak, biri için bekleyiş – “yine senin için” dercesine. Bazıları bunu bilmiyordu; garson “her zaman iki kahve mi alıyorsunuz?” diye sorardı. Cemil Bey gülümserdi sadece: “Evet,” derdi. “Biri hatıra için.”
Zaman akıp giderken, Cemil Bey yaşlandı ama o masa, o iki kahve, aynı ritmde kaldı. Komşular “Cemil Bey yalnız mı?” diye merak ederdi. O da sessizce cevap verirdi: “Hayır,” derdi. “Ben yalnız değilim.” Çünkü o ikinci kahve, Gül Hanım’ın boş bıraktığı koltuğu, varlığını simgeliyordu.
Bir sabah, bahar tomurcukları henüz uyanmışken, Cemil Bey yine masaya oturdu, kahvesini aldı. O gün galiba bir şey farklıydı. Masaya ikinci kahve gelmiş, ancak yanında genç bir kadın belirdi. Kahveci garson ona göz kırptı, sessizce işaret etti. Kadın masaya doğru yürüdü; hafif titreyen adımlarla Cemil Bey’in yanına geldi.
— Merhaba — dedi kadın. — Sizinle konuşmak istiyorum.
Cemil Bey önce şaşırdı. Gözlüklerini düzeltti, kadına baktı. Kadın elini uzattı.
— Benim adım Elif Karacan. Sizi uzun süredir izliyordum. Her sabah bu masada kahve ikilisi… Ve bugün sizinle konuşmamın bir sebebi var.
Cemil Bey bir an sustu. Genç kadın devam etti:
— Yirmi yıl önceydi. Ben genç bir kadınken, bir trafik kazası geçirmiştim. O gün… hastanede yalnız kalmış, korkmuştum. O sırada Gül Hanım yanımda belirdi; ilkyardım bilgisiyle beni sakinleştirdi, ambulansa kadar refakat etti. O an benim hayatım değişti. O kadın işte sizsinizin eşiydi. Sizin sabrınız, sizin bekleyişiniz… her sabah orada iki kahveyle oturmanız, aslında sadece bir ritim değilmiş. Meğer o kahve, onun hatırasıymış.
Cemil Bey şoktaydı. Bir süre sessiz kaldı. Gözlerinde nem belirdi.
— O gün ne dediğini hatırlıyorum çocukluk hafızamda — dedi Elif. — “Korkma, ben buradayım.” dedirten o ses, Gül Hanım’ın sesiydi. Ve ben o günden sonra tıp okumaya karar verdim. Çünkü biaşaramazlık yaşantımda, “bir insanın hayatını kurtarmak” ne kadar değerliymiş, bunu anladım. Ben bugün mezun oluyorum: kalp cerrahiyim. Mezuniyetimden sonra ilk işim, size – sizin için kahve getirmekti. Sizin masanız, sizin hikâyeniz… Ve şunu söylemek istedim: teşekkür ederim.
Cemil Bey ellerini birleştirdi, dudakları titreşti. Gözyaşları sel gibi akıyordu.
— Teşekkür ederim — dedi. — Ben yalnız değilim aslında. Onun için, her sabah burada oturuyorum. Ve sen… senin gibi bir genç kadın, onun sayesinde hayatını seçmiş, insanlara umut olmuş… Bu, benim bekleyişimin anlamı oldu.
Elif gülümsedi, gözlerinden parlak yaşlar süzülüyordu.
— Bu ikinci kahve… sizinle paylaşmak istiyorum. O koltuk boş değil. O oturuyor, her gün sizi izliyor.
O an kahveci yarı kapalı perdeyi araladı, hafif ışık süzüldü içeri. Cemil Bey ve Elif genç kadın, iki kahveyi birlikte yudumladılar. Sessiz bir güzellik vardı mekânda; zaman durmuş gibiydi.
Sonrasında, Cemil Bey’in rutininde bir değişiklik oldu. Her sabah aynı masa — ama artık yanında genç doktora adım atmış Elif oturuyordu bir gün. Ve ikisi, ikinci kahveyi birlikte içiyorlardı. Cemil Bey anlatıyordu Gül Hanım’ı; Elif anlatıyordu cerrahi eğitimini ve insan hayatlarına dokunuşunu. İkisi arasında yeni bir bağ kurulmuştu: geçmişle bugün, umutla hatıra arasında.
Günler geçerken, kahveciye gelen müşteriler şaşırdı ama gülücükle izlediler. Her sabah o masa, o iki kahve, bir hikâyeyi taşıyordu. Ve hikâye öylesine yayılıyordu ki mahalle gençleri de konuşur oldu: “O yaşlı adam her sabah iki kahve alıyor; biri kendisi için, biri eşinin hatırası için.” Ama artık genç bir kadınla oturuyor…
Bir öğle vakti, kahveci dükkânında bir küçük kutlama yapıldı. Elif’in cerrah olarak ilk ameliyatından sonra, Cemil Bey’e bir davet verildi. Belki de onun sayesinde hayat kurtaran ilk hastasını anmıştı. O gün masadaki kahveler yine geldi. Bu kez üçüncü bir fincan da vardı — küçük bir kahve, genç bir şüpheli olmayan yardım masası için: Elif’in gönüllü çalıştığı bir sivil toplum kuruluşundaki genç gönüllüler için.
Cemil Bey gözlerini nemli tuttu: “Duydum ki senin sayende başka gençler de doktor olmaya karar vermiş.” dedi. Elif başını salladı: “Evet,” dedi. “Onun sayesinde, onun cesareti sayesinde ben bu yola girdim. Siz ve eşiniz…” O andan itibaren, o ikinci kahve bir sembol hâline gelmişti: kaybedilen bir sevginin, bırakılmayan bir umut yolunun, beklenen bir hayatın sembolü.
Zaman ilerledi. Gül Hanım’ın ölümünün yirminci yıldönümü geldiğinde, kahveci dükkânı küçük ama anlamlı bir sergi düzenledi: eski fotoğraflar, Cemil Bey ve eşi birlikte çektikleri zamanlardan, kahve fincanları, masa düzeni. O gün sabah yine iki kahve getirildi. Ama yanında bir çiçek vazosu da vardı — Gül Hanım’ın sevdiği sarı papatyaların bir buketi. Cemil Bey ve Elif birlikte oturdular. Ortam sessiz ve sıcak bir hal almıştı. İkisi birbirine baktı; gözlerinde geçmişin anıları, bugünün umutları… Ve küçük bir alkış sesi duyuldu — kibarlıkla kahveci dükkânındaki birkaç müşteriden.
Ve sonra, Cemil Bey kısık bir sesle şunları söyledi:
— Gül… seni hâlâ bekliyorum. Ama artık yalnız değilim.
Elif elini uzattı, masanın öbür yanına koydu.
— Beklemekte yalnız kalmak gerekmez — dedi. — Senin hikâyeni, onun hikâyesini, benim hikâyemi… birlikte sürdürebiliriz.
O sabah üç fincan kahve vardı: büyük fincan, küçük fincan, ve genç doktorun yanında üçüncü bir fincan daha — yeni umut için.
Galata sokaklarında kahve kokusu yükseldi, zamana inat. Ve masada sessiz bir dua oldu — “geçmiş için teşekkürler, geleceğe selam”.