“OĞLUMUN HAYATINI KURTAR VE SENINLE EVLENIRIM, GARSON!” DIYE YALVARDI MILYONER OĞLU IÇIN
.
.
Bir zamanlar, Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarına yakın, yamaçlardan akan küçük bir dere kıyısında, adı Gülpınar olan şirin mi şirin bir köy vardı. Bu köyün adı, baharın gelişiyle dere kenarındaki sazlıkların arasında binlerce pembe erguvan açtığında daha bir anlam kazanırdı. Gülpınar’da halk, yüzyıllardır değişmeyen geleneklerle yaşar, sabah ezanıyla uyanır, akşam güneş batarken toprağın bereketine şükrederdi. Köyün nüfusu azdı; yaklaşık yüz elli kişi, birbirini tanır, sevinci ve kederi paylaşırdı.
Bu sırada Ankara’dan, üniversiteden yeni mezun olmuş genç bir öğretmen, Leyla Kara, tayini Gülpınar İlkokulu’na çıkınca bütün hayatı bambaşka bir yön aldı. Leyla, şehirde büyüyüp üniversite okumuş, İstanbul’da özel bir yayınevinde kısa süre staj yaptıktan sonra köy öğretmeni olmaya karar vermişti. Halkına bir şeyler katmak, çocukların ufkunu genişletmek, belki de içindeki sessiz kahramanı keşfetmek için.
Otuzuncu doğum gününden iki hafta önce geldiği köydeki ev, ahşaptan ve toprak damlı, bahçesinde birkaç armut ağacı olan mütevazı bir yapının içindeydi. İlk gün belki biraz ürkekti; penceresinden içeri süzülen rüzgâr, eski tahta kapılar, gömme nikâh dolabı annesinin evini hatırlatmış, bozkırın sarısı, yorgunluğunu hafifletmişti. Okula gittiğinde ise çocukların masum merak dolu gözleri ilk ders için toplandığında, yüreğinde bir heyecan dalgası yükseldi.

Gülpınar İlkokulu küçüktü: iki sınıf, bir depo, bir öğretmen odası. Öğrencilerle yanyana oturduğu sırlar ahşap ve bazısı yamuktu ama Leyla, her bir masaya, her bir çocuk yüzüne bakıp “Burada bir umut var” diye düşündü. O sabah ilk ders, hayatın kendisiydi: “Hadi bakalım, hep beraber dünya haritasına bakalım.” Çocuklar çığlık çığlığa sevinirken, bir yandan da birbirlerine “Buralardan çok uzak diyarlara gidebiliriz!” diye fısıldaşıyorlardı.
İlk haftalarını böyle geçirdiler: okuma yazma, toplama çıkarma, güzel sanatlar—kara tahta önünde gülücük çizme pratikleri. Arada Leyla, köy konağındaki yaşlılarla sohbet eder, kahvenin demine eşlik ederken onların hikâyelerini kayda alıyordu. Emine nine, bütün yaşamını toprakla haşır neşir geçirmiş, babası da köyün tek nalbantıymış. Ömer dede, gençlik yıllarında savaşa gitmiş, serüvenleri anlatırken gözleri dolardı. Bu anekdotlar, Leyla’ya Anadolu insanının cesaretini, sabrını anlattı.
Ancak okuldaki çocuklardan en çok dikkatini çeken, on bir yaşındaki Melih’ti. Melih, geceleri gökyüzünü izlemeyi seviyordu. Leyla, bir gün sınıfta sordu: “Kimler yıldızlardaki hikâyeleri merak ediyor?” Sınıftaki hemen herkes elini kaldırırken, Melih’in eli yalnız değildi ama ayağı topallıyordu. Melih, bir trafik kazasında babasını kaybetmiş, kazada ayağından yaralanmış, tedavi imkânları kısıtlı köyde protez ayak takılamamıştı. Bu yüzden yürürken topallıyor, sokaktaki arkadaşlarından uzak duruyor, gökyüzünde dünyadan yüksek bir yerde olmayı düşlüyordu.
Leyla, Melih’i fark ettikten sonra öğretmen odasında plan yapmaya başladı. Önce köy muhtarından söz aldı, köyün eski yoga salonunu tamir ettiler. Ardından Ankara’da engelli çocuklarla çalışan bir derneğe yazdı; birkaç tekerlekli sandalye, protez konusunda destek isteyen ayak protezi şirketlerine mektup — nihayet bir nakliye firması ürünü ücretsiz getirebileceğini bildirdi.
Bu arada köyde bahar gelmiş, Gülpınar deresi çağlayarak akıyor, sazlıkların arasından kırlangıçlar geçiyordu. Öğrenciler, dersteki aralara bahçeye çıkıp bitkiler incelemeler, köyün müşfik kedi ve köpeğini sulamaya götürme gibi projeler eklediler. Melih bile arada yanlarında oluyordu ama topallayan ayağına güvenemiyor, yüzündeki hüzün kaybolmuyordu.
Sonunda beklenen gün geldi. Ankara’dan gelen yardım malzemeleri boş tahtanın üstüne yığıldı: protez ayak test kalıbı, özel plastik parçalar, tekerlekli sandalye. Köylüler bir araya gelmiş, eski yolları kazıp kırık taşları onarmıştı ki tır bu dar yolda ilerleyebilsin. Melih’in annesi Zehra, kucağında küçücük kardeşini rahatlatırken, gözyaşlarıyla derin bir “Şükürler olsun” dedi.
Melih, iki öğretmen desteğiyle test kalıbıyla ölçüldü. Ertesi hafta Ankara’dan gelen fizyoterapist, ayak protezini taktı. İlk defa ayağa kalktığında bütün köy sessiz kalmıştı. “Yürü… dene…” dedi Leyla. Melih’in gözleri inanmayacak biçimde parladı. Bir adım attı. Gözyaşları yüzünü ıslatırken ikinci adımı attı. Sonra gülümsedi: “Yine senin kadar hafifim!” diyordu. Köyün çocukları çığlık atıyor, yaşlılar dua ediyor, kadınlar mendil sallıyordu.
O günden sonra bahar bir başka güzeldi. Melih, okul yolunda topallamadan koşuyor, taş ustası dedenin kucağına atlıyor, zaman zaman Leyla’yı sırtına alıyor, “Beni uzaya götür!” diyordu. Leyla, köyün balkonlu evinde gece yıldızlara bakarken, dünya haritasındaki yıldız kümelerini gösteriyor, parmağıyla uzay istasyonlarını anlatıyordu.
Ama hikâye burada bitmedi. Uzakta büyük bir şehirde, kendi yalnızlığıyla mücadele eden bir genç kadın, Derya, sosyal medyada bu olayın haberini okumuştu. Derya, çocukluğunda hastalıkla savaşmış, Türkiye’nin dört bir yanından gelen yardımlarla yeniden yürümeyi öğrenmiş, iyileştikten sonra tıp okumaya karar vermişti. Şimdilerde ise onkoloji hemşiresiydi; hastalarını tedavi ederken bir yandan onların umutlarını diri tutmaya çalışır, gece gündüz hastane koridorlarında koşuştururdu.
Derya, Gülpınar’ın hikâyesini duyunca şehirdeki dernek üyelerini organize etti. “Bir köyde mucize gerçekleşmiş, protez ayağı sayesinde bir çocuk yeniden yürümüş…” diyerek daha pek çok köyde benzer çalışmalar yapabileceklerini düşündü. Hemen ekibini topladı, valilikten izin aldı, sponsor firmaları aradı. Derneğin sosyal medya hesabından, gönüllü doktor ve hemşire çağrısı yaptı.
Yıl sonuna doğru, Derya önderliğindeki yardım ekibi Gülpınar’a geldi. Yanlarında muhtelif tıbbi malzemeler, eğitim kitapları, mektuplarıyla. Köylüler onları bağrına bastı. Okulun bahçesinde hazırlanan törende, Melih kürsüye çıktı. Bir zamanlar topallayan çocuğun gülümseyen yüzü, mikrofonu sıkı sıkı tutuyordu: “Hayata ikinci bir şans verdiğiniz için, teşekkür ederim!” Herkes alkışladı; ağaçların tepesi rüzgârla hışırdarken, deredeki sular ansızın hızlandı, sanki mutluluğun ritmini tutturmuştu.
Derya, Leyla ve köy muhtarı Hüseyin ağabey, el ele vererek gelecek yıl için büyük bir plan yaptılar: “Bir Mobil Rehabilitasyon Aracı” projesi. Bu araç, bozuk köy yollarında ulaşım sağlayacak, engelli sağlık taramaları, protez ayak bakımı, solunum cihazı desteği — her türlü temel ihtiyaç için sefere çıkacak bir minibüs büyüklüğünde donanım yüklü bir üniteydi. Kermesler düzenlendi, bağış kampanyaları başladı, köyün zeytinyağı bahçeleri gelir getirici ürünler topladı.

Aradan aylar geçti. İki yıl içinde, Gülpınar etrafındaki on iki köye bu mobil ekip uğradı; yüzlerce engelli çocuğa ücretsiz protez, fizik tedavi, eğitim desteği verildi. Köy öğretmeni Leyla, hastane köşelerinde tanıştığı çocukların öykülerini sınıfına taşıdı; Pazar günleri gönüllü doktorlar, köy meydanında sağlık taraması yaptı. İstanbul’dan gelen Psikolog Yasemin Hanım, ebeveynlere seminer verdi; “Çocuklarımıza umut aşılamak, tıbbi tedaviden daha güçlü olabilir” diye anlattı.
Gülpınar artık sadece küçük bir köy değildi. Anadolu’ya umut taşıyan bir üssü andırıyordu. Her sene bahar geldiğinde, köyün kendi festivalini düzenler hale gelmişlerdi: “Erguvan Şenliği.” Uzak ilçelerden, yabancı gönüllüler, gazeteciler gelirdi. Festivalde protez ayağıyla dans eden Melih, davul zurna eşliğinde halk oyunları oynamaya kadar ilerlemişti. Öğretmen Leyla, festivalde bir konuşma yapmıştı: “Burada gördüğümüz, toprağın değil, insan kalbinin bereketidir.”
Daha da ötesi, Derya’nın kurduğu dernek, “Umuda Yürü” adını aldı. Yönetim kurulu boş zamanlarında Gülpınar köyüne gelir, çocuklarla resim yapar, yıldız gözlemi yapar, hasta ailelere moral ziyaretleri düzenlerdi. Mobil rehabilitasyon aracı, nihayet hibe edilmiş özel bir araçla Anadolu turuna çıkmıştı.
On yıl sonra, bir sabah Gülpınar’a gelen yabancı bir turist grubu, köyün en yaşlısı olan Emine nineye sorar: “Buranın sırrı ne? Nasıl oldu da bu köy tüm dünyada umut projesi olarak anılmaya başladı?” Emine nine, en güzel erguvanlarına bakar gibi gülümseyerek anlatır: “Burada, yürekli bir öğretmen, Leyla adında bir kız, bir gün bizim bozuk okula gelmiş. Toprağa sevgi ekeceğine inanmış. Bir çocuk, Melih, ayağından yaşama küsmüş. Ama kalbini açıp yeniden yürümeyi seçmiş. Sonra bir hemşire, Derya, umudun bulaşıcı olduğunu göstermiş. Aşısısa kararlı insanlarmış—el ele tutuşup güzellik peşinde koşanlar… İşte sırrımız bu.”
Ve Gülpınar, bozkırın ortasında, yıkılmayan umut kalesi olarak yükselmeye devam etti. Her bahar, erguvan çiçeklerinin rüzgârla dans ettiği o küçük dere kenarında, gökyüzü her gece çocuk kahkahalarıyla doldu. Görevini aşk ile yapan öğretmenler, canla başla çalışan sağlıkçılar, yüzleri tebessümle aydınlanan çocuklar… Hepsi, Anadolu’nun serin akşamlarına umut tohumları serpti. Ve dünyanın dört bir yanında, o tohumlar gönüllere kök saldı.
Bu hikâye, insanın en zor anında bile yüreğindeki ışığı söndürmemesi gerektiğini, birlikte yürüdüğümüzde küçücük köylerin nasıl kocaman mucizelere yol verdiğini anlatır. İşte Gülpınar’ın öyküsü böyle başladı ve daha anlatacak çok hikâyesi var hâlâ…