Karısı Ölen Yörük’ün Bebeği İçin Yaptığı Şey Herkesi ŞOKE ETTİ!
.
.
Bebek o kadar zayıflamıştı ki ağlayacak gücü bile kalmamıştı. Yörük savaşçı son umudunu kaybetmek üzereydi. Karısının ölüm döşeğindeki son sözleri kulağında yankılanıyordu: “Köyün kenarındaki eve git. Orada yaşayan kadın o anlayacaktır.” Ama neden? Neden bir yabancı anlasın ki?
Anadolu’nun Sarp dağlarında, Torosların eteklerinde küçük bir köy vardı. Adı Kızılpınar. Kış çetin geçiyordu. O yıl 1890’ların sonlarıydı. Kar, dağ yollarını kapatmış, köyü dünyadan koparmıştı. Rüzgar, damları sarsıyor, pencere camlarını titretiyordu. İşte böyle bir gecede Ayşe sobayı yakarken kapısı gümbürdedi. Soba odunlarının çıtırtısı arasında önce duymadı. Sonra tekrar daha sert bir ses geldi.
Saate baktı. Gece yarısını geçiyordu. Duvar saatinin tik takları sanki durmuştu bir an. Kim olabilirdi bu saatte? Eşkıya mı? Yolunu kaybetmiş bir yolcu mu? Korkuyla kapıya yöneldi ama kapının arkasından gelen bebek sesi yüreğini burktu. Bu ses cılız, neredeyse duyulmayan bir iniltiydi. Annelik içgüdüsü harekete geçtiği için kapıyı araladığında karşısında gördüğü manzara onu dona kaldırdı.
Uzun boylu, geniş omuzlu bir yörük savaşçı kapıda duruyordu. Üzerindeki keçe yapımı yamçı karla kaplıydı. Sakalları buz tutmuştu. Yüzü yorgunluktan çökmüştü ama gözlerindeki acı her şeyden belirgindi. Kollarında tuttuğu kundaktaki bebek neredeyse hiç kıpırdamıyordu. Adam bir hayalet gibiydi sanki; ölümle yaşam arasında sıkışmış. Adam konuşmaya çalıştı ama sesi kısıktı, boğazı düğümlenmişti.
“Karım, karım üç gün önce öldü,” dedi güçlükle. Her kelime sanki canından bir parça koparıyordu. “Doğum sırasında bebeğimi kurtarabildik ama…” Sesi titriyordu, dizleri titriyordu, elleri titriyordu. “Üç gündür süt bulamıyorum. Keçi sütü denedim, içmiyor, kusuyor. Su veriyorum, yine kusuyor. Komşu köylere gittim, her kapıyı çaldım. Kimse yardım etmedi. Bir yörüke kim yardım eder ki? Gidin başımızdan dediler. Kendi ölünüzle kendi başınızın çaresine bakın dediler.”
Gözlerinden akan yaşları saklamaya çalışmıyordu bile. Gururu mu kalmıştı ki? Bebeği ölmek üzereydi. Ayşe bebeğe baktı. Küçücük yüz sapsarıydı. Neredeyse mavimsi bir renk almıştı. Dudakları çatlamıştı. Küçük dili kuruyup yapışmıştı damağına. Gözleri yarı açıktı ama bakışları boştu. Camsı. Ölüme bu kadar yakın bir bebek görmemişti. Daha önce kendi bebeği aniden hastalanıp gitmişti ama bu bambaşkaydı. Bu bebek açlıktan, susuzluktan, bakımsızlıktan ölüyordu.
Bir Umut Doğuyor
Ayşe, “İçeri gelin çabuk,” dedi tereddüt etmeden adamı kolundan tutup içeri çekti neredeyse. Adam şaşırmıştı. Köylüler kapılarını yüzüne kapatmışken, “Def olun,” derken bu kadın neden farklıydı? İçeri girdiklerinde evin sıcaklığı adamın donmuş yüzünü acıttı. Ayşe hemen bebeği aldı kucağına. Kundağı açtı. Bebeğin ne kadar zayıf olduğunu görünce yüreği sızladı. Küçük göğüs kafesi her nefeste belirgin şekilde inip kalkıyordu. Kaburgaları sayılıyordu. Kolları çöp gibiydi. Bacakları deri ve kemikten ibaretti.
“Adı ne?” diye sordu yumuşak bir sesle. “Alp,” dedi adam, sesi çatlayarak. “Karım öyle istedi. Doğarken güçlü olsun, yaşasın,” dedi. Son sözleriydi bunlar. Adam ağlamaya başladı. Hıçkırıkları göğsünü sarsıyordu. “Zeynep’im, ah Zeynep’im, seni kurtaramadım ama oğlumuzu kurtaracağım,” demiştin. “Git demiştin. Köyün kenarındaki eve git. Pembe perdeleri olan eve. Orada yaşayan kadın. O anlayacaktır,” demiştin. Nasıl bildin? Nasıl?
Ayşe bebeği göğsüne yasladı. Üç aydır kurumuş olan göğsünden süt gelmesi imkansızdı ama denemek zorundaydı. Adam başını çevirdi. Mahcup olmuştu. “Ben dışarı çıkayım,” dedi utançla. “Hayır,” dedi Ayşe kesin bir tavırla. “Kalın. Bebeğiniz sizi görsün. Sesinizi duysun, kokunuzu alsın. Ölmek üzere olan bebeklerin son duyuları koku duyusudur. Babasını hissetsin.”
Bir süre sessizlik oldu. Ayşe bebeği göğsüne yerleştirmeye çalışıyordu ama bebek emme refleksini bile kaybetmişti. Ayşe bebeğin dudaklarını okşadı, yanaklarını hafifçe sıktı. Çenesini aşağı çekti. “Hadi yavrum, hadi canım,” diye fısıldıyordu. “Em biraz, yaşa biraz.” Sonra mucize gerçekleşti. Ayşe’nin üç ay önce kaybettiği bebeğinden sonra kuruduğu düşünülen göğsünden süt gelmeye başladı. İlk damla bebeğin dudaklarına değdi. Bebek içgüdüsel bir hareketle dilini oynatmaya çalıştı.
Sonra bir damla daha, bir damla daha. Bebek Alp birden canlanır gibi oldu. Zayıf elleri hareket etti, emmeye başladı. Önce çok yavaş, sonra biraz daha hızlı. Ayşe’nin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Bu bir mucizeydi. Kendi bebeği için akmayan süt, bu yabancı bebek için akıyordu. Belki de acının, merhametin, anneliğin mucizesiydi bu.
Yörük savaşçı Kaya bu mucizeye tanık olurken dizlerinin üzerine çöktü. “Allah senden razı olsun,” diye fısıldadı. “Allah belanı vermesin karımın sözleri. O biliyormuş. Sen de bir anneydin değil mi? Sen de kaybettin. Kokusundan anladım. Bu evde yakın zamanda bebek ölmüş. Beşik hala köşede duruyor. Bebek kıyafetleri sandıkta. Gördüm.”
Ayşe başını salladı, konuşamıyordu. Boğazı düğümlenmişti. “Üç ay önce,” dedi sonunda. “Adı Mehmet’ti. Altı aylıkken hastalandı. Humma hastalığı. Üç gün üç gece ateşler içinde yandı. Doktor getirtmek köye, para etmedi. İlaç aldık şehirden, para etmedi. Dualar ettik, adaklar adadık. Sabaha karşı gözlerini yumdu. Minik elleri elimde soğudu.”
Sesi kısılmıştı. “O günden beri her gece ağlıyorum. Kollarım boş, yüreğim boş, evim boş. Kocam Mustafa da savaşta şehit düşeli iki yıl oldu. Yapa yalnızım ama şimdi bebeğe baktı. Alp gözlerini açmıştı ve ilk defa üç gündür huzurla emiyordu. Şimdi bir sebebim var yaşamak için.”
Yeni Bir Aile
Gece boyunca Ayşe ile Kaya nöbetleşe bebeğin başında beklediler. Her yarım saatte bir Ayşe bebeği emziriyordu. Azar azar sabırla. Bebeğin midesi küçülmüştü, fazla alamıyordu ama her seferinde biraz daha canlanıyordu. Kaya bu sırada hayatını anlatıyordu. “Karacadağ yörüklerindenim,” diyordu. “Babamdan kalan sürülerim var. 100 koyun, 30 keçi, beş at. Yazın yaylaya çıkarız, kışın oaya ineriz. Zeynep’le üç yıl evliydik. İlk iki bebek doğumda öldü. Bu üçüncüydü. Bu yaşayacak,” demişti doğum sancıları başlayınca. “Hissediyorum bu yaşayacak ama ben gidemem belki,” demişti.
Sabaha karşı bebek ilk kez ağladı. Güçlü değildi sesi ama ağlıyordu işte. Yaşıyordu. Kaya sevinçten ağladı. “Oğlum ağlıyor. Zeynep, duyuyor musun? Oğlumuz ağlıyor.” Ayşe bebeği kucağına aldı, salladı. “Şşş yavrum, şşş. Baban burada, annen. Annen de seni seviyor yukarıdan.” Kelimeler ağzından dökülüverdi. “Anne,” demişti kendine. Bebek sanki anlamış gibi sustu. Ayşe’nin yüzüne baktı. İlk kez odaklanmıştı bakışları.
Gün doğarken köyün kadınları haber almıştı olan biteni. Pencerelerden bakıyorlardı. Fatma, köyün en yaşlısı, ilk gelenlerden biriydi. “Ayşe kızım,” dedi kapıdan girer girmez. “Doğru mu duyduğum? Bir yörüğü evine almışsın, bebeğini emzirmişsin?” Ayşe başını kaldırdı. Gözlerinde meydan okuma vardı. “Evet Nine. Bebek ölüyordu. Ne yapmalıydım? İzlemeli miydim?”
Fatma bebeği gördü. Rengi dönmeye başlamıştı. Nefesi düzelmişti. “Maşallah,” dedi yaşlı kadın. “Bu bir mucize. Senin sütün kurumuştu. Nasıl?” Ayşe omuz silkti. “Bilmiyorum Nine. Belki Allah’ın hikmeti, belki annelik duygusu, belki de merhametin gücü.”
Günler geçti. Kaya her sabah erkenden kalkıyor, Ayşe’nin bahçesinde çalışıyordu. Kırılan çatıyı tamir ediyor, odun kesiyordu. Ayşe’ye yaklaşmıyor, mesafeli duruyordu. Namuslu bir adamdı. Gece köyün hanına gidip yatıyor, sadece gündüz bebeğini görmek için geliyordu. Ayşe ise Alp’e anne şefkatiyle bakıyordu. Bebek her geçen gün güçleniyordu. Pembe yanaklar belirmeye başlamıştı. Gözlerindeki ışık geri gelmişti. Tombul bacakları tekmelemeye, elleri tutmaya başlamıştı.
İlk gülümsemesini Ayşe’ye yaptığında kadının yüreği yeniden atmaya başladı sanki. “Kaya,” diye seslendi bahçede çalışan adama. “Gel çabuk. Alp gülümsüyor.” Kaya koşarak geldi. Ellerini önlüğüne sildi. Bebeğe baktı. Gerçekten de Alp gülümsüyordu. Babasını görünce daha da genişledi gülümsemesi. Kaya dizlerinin üzerine çöktü, bebeğin minik elini tuttu. “Oğlum aslanım benim, yaşıyorsun.”
Köylüler başta dedikodu yaptılar. “Ayşe bir yörüğü evine aldı,” diye fısıldaşıyorlardı. “Dul kadın, genç adam, ne olacak bu işin sonu?” Ama zamanla gördüler ki Kaya namuslu bir adamdı. Ayşe’ye saygıyla yaklaşıyor, sadece bebeği için oradaydı. Köye zarar vermiyor, aksine yardım ediyordu. Yaşlı Cemi ile teyzenin bahçe duvarını tamir etti. Hasan amcanın kuyusunu temizledi. Muhtarın ahırının çatısını onardı.
Köyün muhtarı Bekir abi ile ikna olmuştu. Bir gün Ayşe’yi ziyarete geldi. “Kızım,” dedi, “Bu adam iyi adama benziyor. Namuslu, çalışkan.” Belki de duraksadı. Ayşe anlamıştı ne demek istediğini. “Muhtar amca,” dedi, “Henüz erken. Kocamın ölümünün üzerinden iki yıl geçti sadece. Hem Kaya da karısını yeni kaybetti. Biz sadece bu bebeğe bakıyoruz.” Ama köyün bilge kadını Hatice Nine başka düşünüyordu. Bir gün Ayşe’yi kenara çekti. “Kızım,” dedi, “Hayat beklemez. Mutluluk kapıya her gün gelmez. Bu adam sana Allah’ın bir lütfu. Bebek de öyle. İkiniz de yaralısınız. Birbirinizi iyileştirirsiniz. Düşün.”
Bir ay geçti. Alp artık tamamen sağlıklıydı. Tombul yanakları, parlak gözleri, güçlü sesiyle köyün neşesiydi. Kadınlar “maşallah” deyip nazardan korunması için muska takıyorlardı. Erkekler “aslan gibi olmuş,” diyorlardı. Kaya artık köyde kabul görmüştü ama yaylaya çıkma zamanı yaklaşıyordu. Bir akşam Kaya Ayşe’ye döndü. Alp uyuyordu kucağında. “Ayşe Hanım,” dedi resmi bir sesle. “Yakında gitmem gerekecek. Yaylaya çıkma zamanı. Sürülerim var. Obam beni bekliyor ama…” Duraksadı. Yutkundu. “Alp’i bırakamam. O artık sana alıştı. Seni anne biliyor. Eğer kabul edersen bizimle gel.”
Ayşe şaşırdı. “Ben köylüyüm. Yörük hayatı bilmem. Çadırda yaşamayı, göçebeliği bilmem.” Kaya başını salladı. “Öğrenirsin. Zor değil. Hem obada sana ihtiyacımız var. Kadınlarımız doğumda ölüyor. Bebek bakımı bilmiyorlar. Sen biliyorsun. Şifalı otları tanıyorsun. Belki, belki hayat kurtarırsın.”
O gece Ayşe uyuyamadı. Düşündü, düşündü. Köyde ne vardı ki onu tutan? İki mezar sadece. Ama onlar da kalbindeydi zaten. Belki de yeni bir başlangıç zamanıydı. Belki de Zeynep’in ruhu onu bu yüzden seçmişti. Belki de kader buydu. Sabah olduğunda kararını vermişti. “Geleceğim,” dedi Kaya’ya. “Ama bir şartla, Alp’in annesi olarak kalacağım. Resmi olarak gerçekten herkes bilecek. O benim oğlum.”
Kaya yüzü aydınlandı. “Elbette zaten öyle. Sen onun annesisin. Kan bağı değil, süt bağı, sevgi bağı önemli olan.” Kaya mezar ziyaretine gitti. Önce Zeynep’in mezarında dua etti, konuştu. “Zeynep’im,” dedi. “Oğlumuz yaşıyor. Güçlü, sağlıklı. Dediğin kadını buldum. O artık Alp’in annesi. Belki belki ileride benim de…” Sustu. Henüz erken diyordu bunu için.
Dönüşte yüzü huzurluydu. “Karım sevinmiştir,” dedi. “Oğlumuzun iyi ellerde olduğunu bilmek onu rahatlatmıştır.” O akşam üçü birlikte sofraya oturdular. İlk kez gerçek bir aile gibi Ayşe yemek yapmıştı. Bulgur pilavı, yoğurt, köy ekmeği. Kaya şükran duası etti. Bebek Alp mutlu gülücüklerle ikisine bakıyordu. Dışarıdan bakan biri bunun bir aile olduğunu düşünürdü ve belki de öyleydiler.
Köyden ayrılış günü geldiğinde herkes uğurlamaya geldi. Muhtar Bekir ağa Ayşe’ye seslendi. “Kızım, her zaman bir yuvam var burada. Unutma. Mutlu olmazsan dön.” Ayşe teşekkür etti ama biliyordu ki yuvası artık başka yerdeydi. Alp’in gülümsediği, Kaya’nın beklediği yerde. Yolculuk üç gün sürdü. Dağları açtılar, vadileri geçtiler. Kaya yol boyunca yörük hayatını anlatıyordu.
“Yazın serin yaylalarda kalırız. Çadırlarımız keçi kılından yapılmıştır. Serin tutar. Kadınlar kilim dokur. Erkekler hayvanlara bakar. Çocuklar özgür büyür. At biner, ok atar. Akşamları ateş başında türküler söyleriz, hikayeler anlatırız.” Yaylaya vardıklarında Kaya’nın obası onları bekliyordu. 20 çadır vardı, yüzlerce koyun, keçi, at. İnsanlar merakla bakıyorlardı. Başta tereddütlü bakışlar vardı. Ama Kaya’nın annesi Elif Ana öne çıktı.
Yaşlı kadın Ayşe’yi tepeden tırnağa süzdü. “Sen misin oğlumun bebeğini kurtaran?” diye sordu sert bir sesle. Ayşe başını eğmeden “Benim,” dedi. Elif Ana yaklaştı. Ayşe’nin yüzüne baktı. Gözlerinin içine baktı. Sonra ani bir hareketle onu kucakladı. “Hoş geldin kızım. Oğlumun ve torunumun hayatını kurtaran kadın başımızın tacıdır.” Oba halkı alkışladı. Kadınlar Ayşe’yi aralarına aldı.
O gece oba şenlik yaptı. Ateşin başında türküler söylendi. Hikayeler anlatıldı. Koyun kesildi, pilav pişirildi. Ayşe ilk kez yörük kültürünü yakından tanıyordu. Kadınlar onu hemen benimsediler. “Ablam,” dediler, “bacım,” dediler. Ona çadır kurmasını, kilim dokumasını, yoğurt mayalamayı öğrettiler. Kaya Ayşe’nin yanına oturdu ateş başında. “Pişman mısın?” diye sordu. Ayşe kucağında uyuyan Alp’e baktı. Bebeğin yüzü huzurluydu. Bir eli Ayşe’nin yakasını tutmuştu sıkıca. “Hayır,” dedi.
Kaya elini uzattı çekinerek. Ayşe tuttu. Elleri birleştiğinde ateşin ışığı ikisinin yüzünü aydınlattı. “Biliyorum ki,” dedi Kaya. “Karım bizi bir araya getirdi. O istedi bunu. Rüyamda gördüm geçen gece. ‘Oğluma anne buldun. Şimdi kendin için bir eş bul,’ dedi.” Ayşe şaşırdı. “Ben de rüya gördüm,” dedi. “Mustafam ve oğlum Mehmet, ‘Mutlu ol anne,’ dediler. ‘Biz huzur içindeyiz. Sen de mutlu ol. Kaya iyi adam, sana layık,’ dediler.”
İkisi de sustular. Ateşin çıtırtısı, uzaktan gelen zurna sesi, Alp’in huzurlu nefesi, her şey yerli yerindeydi. “Nikah kıyalım mı?” diye sordu Kaya çekinerek. “Alp’e gerçek bir aile verelim. Hem seni seviyorum Ayşe. Başta minnettarlıktı belki ama şimdi, şimdi gerçekten seviyorum.”
Ayşe’nin gözleri doldu. “Ben de seni seviyorum,” dedi. “Sen bana umut verdin. Yaşama sebebi verdin. Alp bizi birleştirdi. Belki de kaderimiz buydu.” Kayanın yüzü sevince parladı. “Hem imam nikahı hem yörük geleneğiyle evlenelim,” dedi. “İki kültürü birleştirelim.” Düğün bir hafta sonra yapıldı. Yakın köyden imam getirildi. Nikah kıyıldı. Sonra yörük gelenekleri yerine getirildi. Kına yakıldı. At yarışları yapıldı. Güreşler tutuldu. Ayşe’ye yörük kıyafetleri giydirildi. İşlemeli şalvar, renkli yelek, gümüş takılar. Başına al duvak örtüldü. Kaya da en güzel kıyafetlerini giymişti.
Alp, Ayşe’nin kucağında düğünün en mutlu misafiri gibiydi. Sanki anlıyordu. Artık gerçek bir ailesi vardı. Hem anne, hem baba, hem sevgi hem güven. Düğün gecesi Elif Ana Ayşe’ye altın bir kolye taktı. “Bu bizim soyumuzun kolyesi,” dedi. “Nesilden nesile gelinlere verilir. Şimdi senin.” Yıllar geçti. Alp büyüdü. Güçlü bir delikanlı oldu. Hem köy okulunda okudu hem yaylada at binmeyi, ok atmayı öğrendi. İki kültürün en güzelini aldı. Hem Türkçe hem yörü ağzı konuşuyordu. Hem köy hayatını hem göçebe hayatını biliyordu.
Ayşe ve Kaya’nın üç çocukları daha oldu. İlki kız, adını Zeynep koydular. İkincisi oğlan, dediler Mustafa. Üçüncüsü yine kız, Mehmet’in anısına, Mehmet’in sevdiği çiçeğin adını verdiler: Gülbahar. Her biri sağlıklı, her biri sevgi dolu büyüdü. Ama Alp her zaman özel yerini korudu. O ilk çocuktu. Mucize çocuktu. İki yaralı yüreği birleştiren çocuktu.
Ayşe obada doğumlara yardım etmeye başladı. Bildiği şifalı otlarla ilaçlar yaptı. Birçok anne ve bebeği kurtardı. Obada ona “ana Ayşe” demeye başladılar. Saygı ve sevgiyle anılıyordu. Kaya da mutluydu. Karısını seven, çocuklarına bakan, obasına yararlı bir adam olmuştu. Bir gün Alp on yaşındayken Ayşe’ye sordu. “Anne, biliyorum ki sen benim öz annem değilsin. Babam anlattı. Ama benim için önemi yok. Sen benim annemsin. Sütünle, sevginle, şefkatinle büyüttün beni. Minnettarım sana.”
Ayşe oğlunu kucakladı. “Ben de sana minnettarım oğlum. Sen bana hayat verdin. Ölü yüreğimi dirilttin. Babam ve sen olmasaydınız ben de yaşamazdım belki.” Alp gözleri dolarak sarıldı annesine. “Sen benim annemsin,” dedi. “Hem süt verdin hem can verdin. İki annem oldu. Biri beni doğurdu, diğeri beni yaşattı. İkisine de minnettarım.”
Kaya yaşlandığında torunu kucağındayken Ayşe’ye dedi ki, “O gece kapını çaldığımda sadece süt arıyordum ama sen bize hayat verdin. Bir yuva, bir aile, bir gelecek verdin. Allah senden razı olsun.” Ayşe gülümsedi. “Ben de bir evlat arıyordum. Bir umut, bir sevinç, yaşama sebebi. Sen ve Alp bana bunları verdiniz. Allah sizden de razı olsun.”
Hikayenin sonunda Yaşlı Alp kendi torunlarına bu hikayeyi anlatırken derdi ki, “Kağı aile yapmaz, sevgi yapar, fedakarlık yapar, merhamet yapar. Benim iki annem oldu. Biri beni doğurdu, diğeri beni yaşattı. İkisine de minnettarım. Ama gerçek mucize bir yörük savaşçı ile köylü bir kadının acı ve kayıptan doğan sevgilerinin hikayesidir. Dedem kapıyı çaldı. Anneannem açtı ve hayat başladı. Ve böylece üç gündür ağlayan bir bebeğin hikayesi nesiller boyu anlatılan bir sevgi destanına dönüştü. Torosların eteklerinde hem köyde hem yaylada insanlar bu hikayeyi anlatır ve derler ki merhamet kapıyı çalandadır. Mucize ise kapıyı açandadır. Sevgi beklemez, sevgi aramaz. Sevgi sadece bulur.”
Bu hikayemizi beğendiyseniz kanalımıza abone olmayı ve videoya like atmayı unutmayın. Desteğiniz bizim için çok önemli.