Zarar Verenin Yardım İsteyene Dönüştüğü An: Bir Kazadan Doğan Ders
Yıllar önce, Bursa yakınlarındaki küçük bir kasabada Emir adında bir genç yaşardı. Emir, kendini bildi bileli başkalarının önünde öne çıkma isteğiyle yanıp tutuşurdu. Bu istek, onu kibirli, mağrur ve kendisinden zayıf gördüğü kişilere her zaman yukarıdan bakan biri haline getirmişti. Lisede, hedeflerini seçerdi: koridorda iteklediği halde savunamayan utangaç Kerem; kıyafetleriyle veya aksanıyla alay ettiği Zeynep; bir gün sadece “eğlence olsun” diye çantasını yırtıp savunmaya çalıştığında üstüne tükürdüğü Can… Onun zorbalığı sadece fiziksel değildi; hakaretler, alaylar, başkalarının önünde yapılan küçük düşürmeler… Kimse onu gerçekten durdurmadı. Bazıları korktu, bazıları görmezden geldi, bazıları ise sadece sıranın kendisine gelmemesini umdu. Ama Emir bir şeyi fark etmiyordu: içindeki kötülüğün onu içten içe çürüttüğünü, o sahte gücün aslında bir zırh olduğunu.
Bir kış akşamı, her zamanki gibi Kerem’e sataştıktan sonra —onu dolaba o kadar sert itti ki başını çarptı— garip bir tatmin duygusuyla birlikte tuhaf bir boşluk hissetti. Kerem cevap vermedi. “Kesin saklanıyordur,” diye düşündü Emir. Eve dönerken dar bir Arnavut kaldırımlı sokakta yürüyordu. Sabahın ayazından kalma buz, şık botlarının altından kaydı ve aniden dengesini yitirip geriye düştü. Başını sertçe kaldırıma vurdu ve bir anlığına hayatın elinden kayıp gittiğini hissetti. Uyandığında, beyaz bir odadaydı; makineler bipliyordu, damarında serum, başucunda ağlamaklı annesi vardı.
Düşüş, sadece birkaç kırıkla kalmamıştı. Sağ bacağı paramparça olmuş, çenesi ve burnu kırılmış, omuriliğinde hafif bir hasar oluşmuştu. Doktorlar dürüsttü: “Uzun süre tekerlekli sandalyeye bağlı kalacaksın, belki bastonla yürüyebilirsin.” dediler. Hayatı boyunca gücüne, hareketliliğine, varlığıyla korku salmaya alışkın Emir kendini çıplak hissetti. Zırhı sökülmüştü sanki.
Bilincini tamamen kazandığında iki gerçeği kabullenmek zorundaydı: sürekli bir acı ve mutlak bir kırılganlık. Eskiden emreden, şimdi yardım isteyen olmak… O sırada kapı açıldı. İçeri giren, yıllarca eziyet ettiği Kerem’di. Emir’in hastaneye kaldırıldığını duymuş, annesinin odadan çıkmasını beklemiş, makineleri, kabloları sessizce izlemişti. Hemşire çıkınca Kerem yatağa yaklaştı —yüzünde nefret yoktu, intikam yoktu; sadece merhamet vardı.
—Merhaba, dedi Kerem titrek bir sesle. “Aramızda olanlar kolay değildi biliyorum ama… istersen sana yardım edebilirim. Sandalyeyi sürebilirim, yemek yemene yardım edebilirim, ne istersen.” Emir şaşkınlıkla baktı. Gururu hâlâ içten içe duvar örüyordu. Bu nasıl olabilirdi? Yıllarca alay ettiği biri, şimdi ona yardım mı ediyordu? Ama hiçbir tuzak yoktu. Kerem, intikamdan değil, insanlıktan bahsediyordu. Ve Emir ilk kez başını eğdi. Boğuk bir sesle fısıldadı: —Üzgünüm… sana yaptıklarım için.
Ve orada, devlet hastanesindeki o odada, kimsenin beklemediği bir yolculuk başladı. Kerem, Emir’in tekerlekli sandalyesini iten, çarşaflarını değiştiren, ona kitap okuyan, acı çektiğinde yanında sessizce oturan bir yardımcı haline geldi. Emir, başta utanarak, sonra minnetle yardımı kabul etmeye başladı. Her “teşekkür ederim” dediğinde, eski bir anı —bir alay, bir itiş, bir kahkaha— zihninde yankılanır ve yüzü kızarırdı.
Emir artık dünyayı farklı bir yerden görüyordu: ihtiyaç duyanın, düşenin gözünden. Ve bu yeni bakış, kibir zırhında derin bir çatlak açtı. Gücün gerçek anlamını keşfetti: Yaralamakta değil, iyileştirmekte; yıkmakta değil, onarmakta; üstün olmada değil, yan yana durabilmekteydi.
Rehabilitasyon süreci zordu. Acı, öfke, gözyaşı. Bazen Emir çılgına dönerdi. Fizyoterapistlere bağırır, makine çalışmadığında tekmeler savurur, bacağı hareket etmediğinde öfkelenir, eski botlarını, hızlı adımlarını, tertemiz kıyafetlerini özlerdi. Ve o anlarda Kerem hep oradaydı. Sabırla, sessizce. Yere defalarca düşmüş ama her defasında kalkmış birinin huzuruyla.
—Neden yapıyorsun bunu? diye sordu bir gün Emir, haftalardır Kerem’in onu bahçeye çıkardığı, kitap okuduğu, tatlıyı kaşıkla yedirdiği bir öğleden sonra.
—Çünkü biz okul arkadaşıydık, dedi Kerem. Sen benim küçülmemi istemiştin. Şimdi, başka bir şekilde, sen küçüksün. Ama yardım edilmeyi hak ediyorsun. Ayrıca… hiç kimse yalnız kalmamalı.
Emir cevap veremedi. O sözler içindeki bir şeyi kırdı. Hayranlıkla suçluluk çarpıştı. Kerem’e baktığında, daha önce hiç fark etmediği bir şeyi gördü: alçakgönüllülüğün gücü, ezmeden doğrulmanın asaleti, gücün gölgesi çekilince doğan ışık.
Aylar geçtikçe, kasabadaki insanlar Emir’e farklı bakmaya başladı. Artık korku salan o çocuk değil, düşüp yeniden ayağa kalkmaya çalışan biriydi. Ama en önemlisi, dersi öğrenmiş biriydi. Hastanenin rehabilitasyon merkezinde gönüllü oldu, liselilere hikayesini anlattı. “Ben sizi ittim, alay ettim, güldüm… şimdi yardım isteyen benim. Gerçek güç, yumruk kaldırmakta değil, el uzatmakta.” diyordu.
Yaralar kalıcıydı: sağ bacağında beyaz bir iz, konuşurken hâlâ çatırdayan bir çene, bazen gece yarısı uyandıran bir ağrı. Ama bunlar da hatırlatıcılardı —kim olduğunu, ne yaptığını ve kim olmaya çalıştığını hatırlatan izler.
Bir gün, liseye konuşma yapmaya geri döndü. Eski arkadaşlarının çoğu şaşkındı: bastonla, yavaş adımlarla sahneye çıkan o kibirli çocuk şimdi mikrofonun başındaydı. Emir derin bir nefes aldı ve dedi ki:
—Mükemmelliğin örneği olmaya değil, seçimlerimizin sonucunu göstermeye geldim. Birine zarar verdiğinde, aslında kendini de savunmasız bırakıyorsun. Ve savunmasız olduğunda, seni ayağa kaldıracak tek şey merhamettir.
Salon sessizleşti, sonra hafif alkışlar duyuldu, ardından daha güçlüleri… Bazı öğrenciler gözyaşlarını sildi. Çünkü Emir ve Kerem’in hikayesi, onların gerçekliğine dokunmuştu: okul koridorlarında yaşanan kavgalar, çalınan bisikletler, utangaç aşklar, başarısızlık korkuları kadar gerçekti.
Konuşma bitince, birinci sınıftan bir çocuk yanına geldi:
—Bir dahaki sefere bastonla gelirsen, sana yardım edebilir miyim? diye sordu. Emir gülümsedi:
—Tabii, dedi. Ve teşekkür etti.
Böylece, bir zamanlar zalim olan kişi, yardım kabul ederek onur buldu. Kurban olan ise rehbere, ışığa dönüştü. Kasabanın küçük dünyasında herkesin bakışı değişti: artık kimse en güçlünün zaferini değil, el uzatanın nezaketini kutluyordu. Çünkü düşmekte ve yeniden kalkmakta, insan olmanın en derin dersi gizlidir.