Hamile Halde Ağacın Altında Terk Ettiler – Yörük Onu Yalnız Bırakmadı!

Ayşe ve Çoban Yusuf’un Hikayesi
Ayşe’ye kasabanın en şişko ve işe yaramaz kızı diyorlardı. Ama kendi babası onu ceza olarak dağdaki bir çobana verdiğinde kimse onun hayatının en saf aşkını bulacağını hayal edemezdi.
I. Altın Yaldızlı Konaktaki Utanç (1955)
Bursa’nın Keles ilçesindeki Hüseyinoğlu konağının altın yaldızlı salonlarında kristal avizeler Türkiye’nin en zengin ailelerinden birinin ihtişamını yansıtıyordu. 1955 yılıydı. Ayşe, 24 yaşında, tombul bedeni, yuvarlak yanakları ve bal rengi gözleriyle 15 yaşından beri ailesinin utancı olmuştu. Toplum karşısında ilk kez çıktığında tek bir talip bile bulamamıştı.
“Şu kıza bak, gene tatlı tıkınıyor,” diye fısıldıyordu annesi Fatma Hanım, mermer balkondan bahçeye bakan kızını izlerken. “Onun konumundaki bir hanımefendi kendini kontrol etmesini bilmeli.” Sözler zehir damlası gibi düşüyordu Ayşe’nin halihazırda yaralı kalbine. Kız, kimse görmediğinde kilerlere girip tatlı çaldığında teselli bulmayı öğrenmişti. Ayrıca babaannesinin kitaplarında da teselli buluyordu.
Hüseyin Ağa, 60 yaşında, ak saçlı bir adamdı. Yıllarca ömrü aile imparatorluğunu kurmakla geçmişti. Diğer beş çocuğu ailenin hem servetini hem de siyasi nüfuzunu artıran evlilikler yapmıştı. Ama Ayşe, onun tek kız çocuğu, her geçen bekar yılıyla birlikte büyüyen bir yük haline gelmişti.
II. Düğün Gecesi ve Zalim Eğlence
Sezonun büyük düğün gecesi son çaresiz bir fırsat olarak gelmişti. Fatma Hanım, paranın satın alabileceği en pahalı elbiseyi diktirmişti. Mavi atlas kumaştan, altın tel işlemeli; belki de gösterişli kıyafetin Ayşe’nin tombul bedeninden dikkatleri dağıtabileceğini umarak. Ama Ayşe konağın mermer merdivenlerinden büyük salona indiğinde, fısıltılar ve acıma dolu bakışlar bir kılıç gibi saplanıyordu ruhuna.
“Kim dans etmek ister ki böyle bir filikaya?” demişti genç Tarık Bey, sesini alçaltma gereği bile duymadan. Sözleri, diğer zengin gençler tarafından sinsi kahkahalarla karşılandı. Onlar için Ayşe’nin aşağılanması zalim bir eğlenceydi. Kız, mermer zeminin altında açılıp onu yutacağını hissetti ama aristokrat eğitiminin ona öğrettiği soğukkanlılığı korudu.
Tüm gece boyunca Ayşe, yaşlı hanımların yanında oturdu. Kendi yaşındaki genç kızların talipleriyle zarifçe dans etmesini izledi. Hiçbir erkek ona yaklaşmazdı. Sedef yelpazesi ellerinde hafifçe titriyordu. Saygın bir gülümseme takınmaya çalışırken, içi parça parça oluyordu. Düğün bitip aile altın yaldızlı arabasıyla eve döndüğünde sessizlik herhangi bir azarlamadan daha belirgindi.
III. Hüseyin Ağa’nın Kararı: Sürgün
Ertesi gün Hüseyin Ağa kızını makamına çağırdı. Hukuk kitapları ve mülk haritalarıyla kaplı duvarlar, Ayşe’nin kaderini değiştirecek konuşmanın sessiz tanıkları oldu. Adam ağır meşe bastonuyla bir aşağı bir yukarı yürüyor, hayal kırıklığını ifade edecek uygun kelimeleri ararken bastonun ahşap zemine ritmik bir şekilde vuruyordu.
“Ayşe,” diye başladı sonunda gözlerine bakmadan. “24 yaşındasın. Senin yaşında annen üç çocuk doğurmuş ve bu aileye fayda sağlayan ittifaklar kurmuştu. Ama sen…” Eliyle ona doğru belirsiz bir işaret yaptı. “Sen başarısız bir yatırım, Hüseynoğlu soyadına bir utanç oldun.”
Sözler çekiç gibi çarptı Ayşe’ye. Yıllardır bu konuşmanın çeşitlerini duymuştu ama hiçbir zaman bu kadar acımasızca ifade edilmemişti. Elleri kucağında yumruk oldu. Soğukkanlılığını korumak için mücadele ederken, “Kesin bir çözüm bulma zamanı geldi,” diye devam etti babası.
“Yarın bir adam gelecek. Dağlarda yaşayan bir çoban. Devlet onu sınır bölgesinde kontrol altına almak istiyor. Yetkililer teklifimi kabul etti.” Hüseyin Ağa masasındaki resmi belgeyi eline aldı. “Bu adama eş olarak verileceksin. En azından bir işe yarayacaksın: sorunlu bir adamı sakinleştirmeye.”
Ayşe’nin dünyası sallandı. Birkaç saniye yanlış duyduğuna inandı. “Baba,” diye mırıldandı titreyerek. “Ciddi misiniz?”
“Tamamen ciddiyim,” diye yanıtladı buz gibi bir soğuklukla. “Sana bir şey katkısı olmayan bir kızı daha fazla tutmaya devam edemem. En azından bu şekilde varlığının bir amacı olacak. O çobanı kontrol altında tutacaksın ve sonunda sen de bir koca sahibi olacaksın. Bir köylü de olsa.”
Ayşe yavaşça ayağa kalktı. Sanki kendi bedeninin dışındaymış gibi hissediyordu. “Beni bir dağlı çobana mı veriyorsunuz?” diye sordu. Sesi neredeyse fısıltıydı. “Sana hayatında ilk kez yararlı olma fırsatı veriyorum,” diye karşılık verdi Hüseyin Ağa, merhametin zerresi olmadan. “O adamın adı Yusuf. Yarın ona tahsis edilen Yayla bölgesine götürüleceksin. Bunu senin düzenlenmiş evliliğin olarak düşün. Sadece senin seviyende biriyle.”
O gece Ayşe deri bavuluna birkaç kişisel eşyasını koyarken yıllardır ilk kez ağladı. Ama gözyaşlarının acısı ve aşağılanması arasında beklenmedik bir şey filizlenmeye başladı: Tuhaf bir özgürleşme hissi. Hayatında ilk kez hor gören bakışlardan, zalim yorumlardan, sürekli başarısızlık hissinden uzakta olacaktı. Ertesi sabah şafakta araba aile konağından uzaklaşırken Ayşe arkasına bakmadı. Bilinmeyene doğru gidiyordu ve orada hayal bile edemeyeceği bir karşılaşmayla buluşacağını bilmiyordu.
IV. Yayla’da İlk Karşılaşma
Yayla toprakları öğlen güneşinin acımasız sıcağı altında uzanıyordu. Kayalık arazi, yeşil çayırlar ve ufukta yükselen dağlar Ayşe’nin bildiği şehir hayatından bambaşka bir dünyaydı. Uludağ’ın eteklerinde, hükümetin çobanlara ve dağlarda yaşayanlara tahsis ettiği bölgelerden biriydi burası. Deneme niteliğinde bir projeydi: Yakalanmış dağ adamlarının idam edilmek yerine kontrollü bir alanda barış içinde yaşayabilecekleri, hatta onlara Türk kadınları eş olarak verilerek medenileşebilecekleri düşünülüyordu.
Tozlu araba Ayşe’nin yeni evi olacak toprak damlı evin önünde durduğunda genç kadın bacakları titrerken indi. Dağ havası şehirde bildiği her şeyden farklıydı: Kuru, sıcak, içinde hiç tanımadığı bir özgürlük enerjisi taşıyordu. Atlas elbisesi şehrin salonları için çok uygundu ama bu çorak arazide gülünç derecede yersiz duruyordu.
Yusuf evin gölgesinden bir görüntü gibi çıktı. 30 yaşlarında, uzun boylu ve güçlü bir adamdı. Güneşte bronzlaşmış ten ve omuzlarına düşen siyah saçlarıyla etkileyiciydi. Koyu gözlerinde yaşamış olduğu hem zafer hem de trajedinin derinliği vardı. Bakışları Ayşe’ye doğru kaydığında genç kadın sanki dışarıdan bir yargıç tarafından değerlendiriliyormuş gibi hissetti.
“Bu mu bana gönderilen kadın?” diye sordu açık Türkçesiyle ama ağır aksanıyla, onu getiren yüzbaşıya. Sesinde inanılmazlık vardı. Kabul etmeyi reddetmişçesine, “Başka seçeneğin yok, Yusuf,” dedi yaşlı yüzbaşı sert bir ifadeyle. “Bu kadın anlaşmanın bir parçası. Ona saygıyla davranacaksın. Yoksa askeri karakola geri dönersin.” Sözler tehdit gibi havada asılı kaldı ve her iki mahkumun da aynı şeyi anladığı belliydi.
Ayşe ilk kez konuşma cesaretini buldu. “Ben de buraya gelmek istemedim,” diye açıkladı hiçbirinden beklenmeyen bir onurla. “Ama işte buradayız ikimiz de. Bir şekilde bunu çalıştırmamız gerekecek.” Sözleri doğrudan, kendini acımadan söylenmişti ve Yusuf onu yeni bir dikkatle süzdü.
Yüzbaşı gittikten sonra tozlu bir bulut bırakarak Ayşe ve Yusuf toprağın önünde yalnız kaldılar. Sessizlik çöl kadar geniş, rahatsız ediciydi ama keşfedilmemiş olasılıklarla doluydu.
“Bu gerçek bir evlilik olmayacak,” dedi Yusuf sonunda kollarını çıplak göğsünde kavuşturarak. “Sen hükümetin bana dayattığı bir şeysin. Beni daha fazla aşağılamak için kullandıkları bir yol.” Sözleri sertti ama zalim değildi. Sanki birlikte yaşayacakları için temel kuralları belirliyormuş gibiydi.
“Anlıyorum,” diye yanıtladı Ayşe kendi sakinliğine şaşırarak. “Ben de bunu seçmedim. Ailem benden kurtulmak için beni buraya gönderdi. Sanırım ikimiz de farklı şekillerde mahpusuz.” Bu sözler Yusuf’a çarptı ve genç kadını ilk kez gerçekten gördü.
V. Şifalı Otlar ve Ortaklık
İlk günler dikkatli bir dansı andırıyordu. Çatışmadan kaçınmak için yapılan bir danstı. Yusuf erkenden çıkıyor, av için veya küçük ekili arazide çalışmak için. Ayşe ise evde kalıyor, yeni yuvasını keşfediyor ve çok farklı bir yaşama alışmaya çalışıyordu. Ev basitti ama işlevseldi. İki ayrı oda, taş ocaklı bir mutfak ve çobanlık yeteneğini gösteren el yapımı mobilyalar vardı.
Mutfakta kuruyan şifalı otları bulduğunda Ayşe ile Yusuf arasında beklenmedik bir bağlantı noktası keşfetti. Hemen birkaç bitkiyi tanıdı. Babaannesi ona aile bahçesinde göstermişti: papatya sinirleri sakinleştirmek için, kekik yaraları iyileştirmek için, söğüt ağrıyı dindirmek için. Düşünmeden şifalı özelliklere göre düzenlemeye başladı.
O akşam Yusuf eve döndüğünde durdu. “Şifalı bitkiler hakkında nasıl biliyorsun?” diye sordu. Yaptığı işi incelemek için yaklaşarak, sesindeki düşmanlık kaybolmuştu.
“Babaannem evlenmeden önce şifacıydı,” diye açıkladı Ayşe kurumuş yaprakları nazikçe dokunarak. “Bana gizlice öğretti. Çünkü annem bunu toplum kadını için uygun görmüyordu. Ama her zaman insanlara yardım etme fikri beni büyüledi.”
Yusuf ilk kez ona saygıya benzer bir şeyle baktı. “Bu bitkileri av yaraları ve küçük hastalıkları tedavi için kullanıyorum ama bazılarını nasıl doğru hazırlayacağımı bilmiyorum.” Duraksadı. Sanki sözlerini dikkatle tartıyormuş gibi. “Bana öğretebilir misin?”
O basit soru, ikisi arasındaki ilişkide ince ama derin bir dönüşümün başlangıcı oldu. Takip eden haftalarda Ayşe ve Yusuf, öğleden sonraları şifalı bitkilerle çalışarak geçirdiler. O dağ bitkilerinin özel özellikleri hakkında ona öğretirken Ayşe babaannesinden öğrendiği hazırlama tekniklerini paylaşıyordu. Elleri bazen merhemler ve tentürler hazırlarken değiyordu, farkına bile varmadan yakınlaşan, kazara samimi anlar yaratıyordu.
VI. Yaralı Kalplerin İtirafları
Bir öğleden sonra güneş yanığı için merhem hazırlarken Ayşe kişisel bir soru sormaya cesaret etti. “Yakalanmadan önce aileniz vardı mı?”
Yusuf uzun bir süre hareketsiz kaldı. “Bir karım vardı,” dedi sonunda. Sesi yoğun bir hüzünle yüklü. “Adı Zehra’ydı. Askerler köyümüze saldırdığında öldü. Bu yüzden savaşta bu kadar dikkatsiz oldum. Artık kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.”
Ayşe başını kaldırıp adamın gözlerindeki ham acıyı gördü. Düşünmeden elini uzattı ve yumuşakça onunkine dokundu. “Çok üzgünüm,” diye mırıldandı. “Çok sevdiğiniz bir kadın olmalıydı, böyle bir aşka ilham vermek için.”
“Öyleydi,” diye yanıtladı elini çekmeden. “Küçük, narin, hep gülümsüyordu. Seninle tam tersi.” Durdu, ani bir şekilde ne söyleyeceğini fark ederek.
“Yani, benimle tam tersi,” diye tamamladı Ayşe üzgün ama acı olmayan bir gülümsemeyle. “Sorun değil. Tam olarak nasıl bir kadın olduğumu ve olmadığımı biliyorum. Bütün hayatım boyunca o gerçeklikle yaşadım.”
Yusuf onu yeni bir yoğunlukla inceledi. “Ailen sana kötü davrandı mı?”
“Bana sürekli bir hayal kırıklığı gibi davrandılar,” diye yanıtladı Ayşe vahşi bir dürüstlükle. “Hatırladığım kadarıyla hiçbir işe yaramayan şişko kız oldum. Tek değerim taşıdığım soyadıydı ve bu bile bir koca bulmama yetmedi.” Omuz silkti. Yılların acısıyla geliştirdiği bir kabulle.
O gece, her biri ayrı odasına çekildiğinde, her ikisi de yeni bir anlayışla ayrıldılar. Sadece yabancılar olarak zorla birlikte yaşamaya mahkum olmuşlardı değil, iki yaralı insan olarak belki birbirlerinin toplumunda teselli bulabilirlerdi.
VII. Topluluğun Şifacısı Ayşe
Aylar, değişimin ince ama derin bir dönüşüm getirmesiyle geçti. Hem çöl manzarasına hem de onları orada yaşamaya zorlayan iki kalbe. Ayşe yayla yaşamın rutinine yerleşmişti. Yusuf’la birlikte her gün şifalı otlar üzerinde çalışarak geçiriyordu.
Ayşe’nin fiziksel dönüşümü evin dışında yaşayan herkes için açıktı. Yayla güneşi altında sürekli çalışmak tenini bronzlaştırmış ve bedenini güçlendirmişti. Kilo vermişti, annesinin ona dayattığı sıkı diyetler nedeniyle değil, aktif bir yaşam ve basit, besleyici yemekler sayesinde. Ama herhangi bir fiziksel değişimden daha önemlisi gözlerindeki yeni ışıktı. Hayatında ilk kez gerçekten yararlı hissetmişti.
Yakındaki köylerden çobanlar ve dağda yaşayanlar yaralandıklarında veya hastalandıklarında ona gelmeye başlamıştı. Ayşe, eski bilgiyle yeni şifa tekniklerini birleştirerek tek başına hiçbirinin yapamayacağından daha etkili tedaviler geliştiriyordu.
“Şehirli kadın iyileştiriyor, başkalarının yapamadığını,” diyorlardı çobanlar kendi köylerine döndüklerinde. Bazı yaşlılar bir Türk kadınından şüphelenseler de sonuçlar kendi adına konuşuyordu. Tehlikeli ateşli çocuklar tamamen onun bakımı altında iyileşiyordu. Enfekte yaralar iyileşiyor, kronik ağrı çeken kadınlar yıllardır ilk kez rahatlama buluyordu.
Yusuf bu değişimleri gurur ve daha adını koyamadığı derin bir şeyle izliyordu. Hükümetin dayattığı kadın, vazgeçilmez bir varlık haline gelmişti. Sadece kendi hayatında değil, tüm toplulukta. Her geçen gün onu hayranlık duymanın yeni nedenlerini buluyordu: Gücünü, şefkatini, adapte olma kapasitesini.
VIII. Gerçek Aşk Doğuyor
Bir dolunay gecesi, Ayşe yaşlı bir kadının artriti için merhem hazırlarken Yusuf evlerine taze avladığı etlerle döndü. İkisi yemek yedi, basit ama besleyici bir yemek. Sonra dışarı çıktılar, eve yakın bir kayanın üzerine oturdular. Ay Yayla’yı gümüş ışığa boyadı.
“Eski hayatını özlüyor musun?” diye sordu Yusuf aniden. Uzun zamandır sormak istediği bir soruydu ama asla uygun anı bulamamıştı.
Ayşe Kaya’ya yaslandı, yıldızlara baktı. “Babaannemi özlüyorum,” diye yanıtladı düşünceli bir şekilde. “Beni sadece bir hayal kırıklığı olarak görmeyen tek kişiydi. Ama geri kalanı…” Duraksadı doğru kelimeleri arayarak. “Hayır, her gün yararsız hissetmeyi özlemiyorum. Acıma dolu bakışları ya da zalim yorumları. Burada hayatımda ilk kez bir amacım olduğunu hissediyorum.”
Yusuf onun profilini ay ışığında inceledi. Yayla’da geçirdiği aylar onu sadece fiziksel olarak değil, tüm varlığını dönüştürmüştü. Nerede bir yenilmiş kadın görmüştü, şimdi kendi savaş alanını bulmuş sessiz bir savaşçı görüyordu. Yaraları iyileştirme ve hayatlara dokunma sanatında.
“Ben de eski hayatımı özlüyorum,” diye itiraf etti. “Dağlarda özgürce at sürme, istediğim yerde avlanma özgürlüğünü, atalarımın geleneklerine göre yaşamayı…” Duraksadı. Sesi daha yumuşak oldu. “Ama artık yalnızlığı özlemiyorum. Zehra’yı kaybettikten sonra uzun süre kalbimin onunla birlikte öldüğünü düşündüm. Hiç kimse için bir daha asla hissedemeyeceğimi…”
Ayşe ona döndü. Gecedeki heyecanın onun ne söylemek üzere olduğunu hissederek kalbi hızla attı.
“Ama sen,” diye devam etti Yusuf. “Hayatıma beklenmedik bir şey getirdin. Her sabah bahçende çalışırken seni görmeyi bekliyorum. Gece konuşmalarımızı bekliyorum. Toplumumun insanlarını nasıl iyileştirdiğini görmeyi bekliyorum. Bana bir şey getirdin ki onu kaybettiğimi düşünmüştüm.” Durdu doğru kelimeyle mücadele ederek. “Umut getirdin bana.”
Gözyaşları Ayşe’nin yanaklarından süzüldü ama bu sefer mutluluk gözyaşlarıydı. Yusuf’un nasıl hissettiğini biliyordu. Çünkü o da aynı şeyi hissediyordu. Yavaşça elini uzattı. Yusuf onu aldı, güçlü ama nazik parmaklarıyla.
“Seninle olmak çok kolay,” dedi Ayşe.
“Neden?” diye sordu Yusuf gerçekten merak ederek.
“Çünkü seninle kendim olabiliyorum. Rol yapmıyorum.” Zehra’nın adı her bahsedildiğinde aralarına bir duvar örülürdü. Her ikisi de susardı. Ama bu sefer Yusuf’tan bir şey beklenmedik geldi.
Ayşe’nin yanağını okşadı. “Zehra’yı hep seveceğim,” dedi sakin bir kesinlikle. “O benim ilk aşkımdı. Kalbimde her zaman bir yer olacak. Ama şimdi anlıyorum ki insan kalbi tek bir kişi için ayrılmış değildir. İkiden fazla sevebilir. Sen Zehra değilsin ve seni onunla değiştirmeye çalışmıyorum. Sen Ayşe’sin. Ruhum en karanlık olduğunda gelip beni kurtaran kadın. Bana hayatın sadece hayatta kalmaktan daha fazlası olduğunu öğreten kadınsın.”
Bu sözler göğsünde bir şeyin kırıldığını hissettirdi Ayşe’ye. Tüm yaşamı boyunca yetersiz, değersiz hissetmişti. Şimdi karşısında duran bu adam, toplumun en dışlanmış kabul ettiği adam, onu hiç kimsenin görmediği şekilde görüyordu. Öne eğildi. O da dudakları buluştu. Ay ışığı altında. İlk öpücük yavaştı, çekingen ama saniyeler geçtikçe derinleşti. Aylar boyunca bastırdıkları duyguların, dürtülerin patlamasıydı bu. İnsan bazen bir anın içine tüm bir ömrü sığdırır. İşte tam böyleydi. O geceyi birlikte geçirdiler. İlk kez Yusuf’un odasında ayrı değil, birlikte ve her şey değişti.
IX. Gerçek Bir Aile
Ertesi sabah Ayşe uyandığında Yusuf yanındaydı. Uyuyordu. Elini kalbinin üstüne koydu. Uzun uzun dinledi atışlarını. İçinden geçen binlerce duygu vardı. Bir yanı mutluydu. Başka bir yanı hala inanamıyordu. Ama kesin olan bir şey vardı: O gece her şey değişmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Günler haftaları, haftalar ayları buldu. Ayşe ve Yusuf artık gizlice değil, açıkça birlikteydiler. Sabahları birlikte kalkıyorlardı. Günü birlikte planlıyorlardı. Geceleri sarmaş dolaş uyuyorlardı. Topluluk da fark etmişti değişimi. Çobanlar gelip Ayşe’yi tedavi istediğinde artık Yusuf da yanında oluyordu. İkisi bir çift olarak konuşuluyordu.
Bir gün Yusuf’un abisi Yayla’yı ziyaret etti. Topluluk arasında bir ittifak kurmayı planlıyordu ve Yusuf’un da katılmasını istiyordu müzakerelere. “Kardeşim,” dedi. “Senin yeni karın hakkında haberler aldım. Şehirli kadın diyorlar. Toplumumuza çok yardım ediyormuş.”
Yusuf başını salladı gururla. “Sadece hastaları iyileştirmiyor. Beni de iyileştirdi. Zehra’yı kaybettikten sonra kalbimin bir daha atamayacağını sanıyordum. Ama Ayşe bana tekrar yaşamayı öğretti.”
Abisi dikkatle dinledi. “O zaman bu sadece hükümetin dayattığı bir evlilik değil. Gerçek bir evlilik.”
“En gerçek evlilik,” diye onayladı Yusuf. “Ailemizin törenleriyle evlenmek istiyorum onunla. Herkese göstermek istiyorum ki bu kadın sadece bana verilmiş biri değil. Seçtiğim kadın.”
Bu konuşma Ayşe’yi çok duygulandırdı. Abisi geldiğinde saklıydı ama Yusuf her şeyi anlattı ona. Yusuf geleneksel bir törenle evlenmek istiyordu. Kendi halkının önünde Ayşe’yi karısı ilan etmek istiyordu. Törenin hazırlıkları başladı. Topluluktan kadınlar Ayşe’ye yardım ettiler. Ona geleneksel kıyafetler diktiler. Saçını nasıl öreceğini öğrettiler. Ayşe şaşkındı. Hayatında ilk kez bir topluluğun parçası gibi hissediyordu. Kabul görmüş, sevilmiş gibi.
Tören dolunay gecesi yapıldı. Topluluk toplandı. Yaşlılar, gençler, çocuklar, herkes oradaydı. Ateş yakıldı. Davullar çalındı. Yusuf ve Ayşe ateşin etrafında durdular. Yaşlı bir adam töreni yönetti.
“Bu kadın ve bu adam,” dedi yaşlı, “farklı dünyalardan geldiler. Ama burada, bu topraklarda birbirlerini buldular. Bugün onları birleştiriyoruz. Sadece beden olarak değil, ruh olarak.”
Yusuf Ayşe’nin elini tuttu, gözlerinin içine baktı. “Sen benim ruhuma geldin. En karanlık zamanımda bana ışık getirdin. Seni sonsuza kadar seveceğim.”
Ayşe gözyaşları içinde gülümsedi. “Sen beni ilk kez değerli hissettirdin. İlk kez sevildim hissettirdin. Seninle sonsuza kadar kalacağım.”
Yaşlı onları kutsadı. Topluluk alkışladı, bağırdı, kutladı. O gece şenlik vardı. Dans, müzik, yemek. Ayşe hayatında ilk kez gerçek bir düğün yaşadı. Ama bu sefer dışlanmış biri olarak değil, kutlanan biri olarak. O gecenin sonunda Yusuf Ayşe’yi kucağına aldı, evlerine götürdü. Eşikte durdu. “Hoş geldin evimize, karım,” dedi. “Artık bu sadece benim evim değil. Bizim evimiz.”
Ayşe’nin kalbi doldu. “Bizim evimiz,” diye tekrarladı. Ve ilk kez anladı ki gerçek yuvayı sadece duvarlar yapmıyor, sevgi yapıyor.
X. Fatma Hanım’ın Ziyareti ve Özür
Aylarca mutluluk içinde geçtiler. Ayşe ve Yusuf artık gerçek bir çift olarak yaşıyorlardı. Sabahları birlikte uyanıyorlar, günü birlikte planlıyorlar, akşamları ateş başında oturup konuşuyorlardı. Ayşe’nin şifa işi büyümeye devam etti. Artık sadece yakın köylerden değil, uzak yerlerden bile insanlar geliyordu ona.
Bir gün yüzbaşı ve iki askeri Yayla’ya geldi. Resmi üniformalar giymişlerdi. Yusuf hemen tetikte oldu. Resmi ziyaretler genellikle kötü haber getirirdi.
“Yusuf,” dedi yüzbaşı ciddi bir sesle. “Ankara’dan emir geldi. Projemiz başarılı görülüyor. Başka bölgelere genişletilecek ama önce denetim yapılacak. Müfettişler gelecek. Senin ve karının nasıl yaşadığını görecekler.”
Yusuf’un içi rahatladı. “Sadece denetimdi. Sorun değil,” dedi. “Görebilirler. Saklayacak bir şeyimiz yok.”
“Bir şey daha var,” diye devam etti yüzbaşı. “Senin karın şehirli bir aileden. Babası Hüseyin Ağa vefat etmiş. Annesi Fatma Hanım kızını görmek istiyor. Yayla’yı ziyaret edecekmiş.”
Bu haber Ayşe’yi şok etti. Babası ölmüş ve annesi geliyordu. Yıllardır görüşmemişti ailesiyle. Şimdi ne olacaktı? Yusuf elini tuttu. “Korkma,” dedi. “Ben yanındayım. Ne olursa olsun birlikte karşılarız.”
Bir hafta sonra görkemli bir araba Yayla’ya geldi. Fatma Hanım indi. Yanında hizmetçiler ve bir de genç adam vardı: Ayşe’nin erkek kardeşi Mehmet. Fatma Hanım etrafına baktı. Basit evlere, çobanlara, dağlara. Yüzünde tiksinti ifadesi vardı. Sonra Ayşe’yi gördü ve dondu. Karşısında duran kadın kızı değil gibiydi. Bronz ten, güçlü beden, parlak gözler. Şehirdeki o korkak, ezik kızdan eser yoktu.
“Anne,” dedi Ayşe sakin bir sesle. “Hoş geldiniz.”
Fatma Hanım yaklaştı. İnceledi kızını. “Sen… sen çok değişmişsin.”
“Evet,” diye onayladı Ayşe. “Değiştim. Burada kendim olmayı öğrendim.”
Mehmet öne çıktı. Yusuf’a baktı küçümseyerek. “Sen misin kız kardeşimin kocası? Bir çoban.”
Yusuf dik durdu. Gözleri kardeşin gözlerinin içine baktı. “Evet ben Yusuf. Ve karın hakkında kötü konuşursan bu konuşma buraya kadar gelir.”
Mehmet şaşırdı. Kimse ona böyle konuşmazdı. Ama Yusuf’un bakışında bir şey vardı: Tehlike, güç. Geri çekildi. Fatma Hanım araya girdi. “Ayşe, içeri girebilir miyiz? Konuşmamız lazım.”
Ayşe onları eve davet etti. Basit evdi ama tertemizdi. Fatma Hanım etrafına baktı. Şifalı otlar, el yapımı mobilyalar. Yoksul ama onurlu bir ev. Oturdular. Ayşe çay yaptı, sundu. Fatma Hanım içti. Uzun bir sessizlik oldu.
Sonra Fatma Hanım konuştu. “Baban öldüğünde seni çağırmadık. Çünkü utanıyorduk seni bir çobana verdiğimiz için. Ama sonra haberler geldi. Sen burada bir şifacı olmuşsun. İnsanlara yardım ediyormuşsun. Topluluk seni seviyor, diyorlar.”
Ayşe başını salladı. “Evet. Burada buldum kendimi. Burada değerliyim.”
Fatma Hanım’ın gözleri doldu. “Ayşe, özür dilerim. Ben kötü bir anne oldum. Seni sevmek yerine değiştirmeye çalıştım. Seni olduğun gibi kabul etmek yerine kusurlarını saydım ve sonunda seni buraya sürdüm. Ama şimdi görüyorum. Seni kaybettim diye ağlarken aslında sen kazanmışsın. Bir hayat, bir aşk, bir amaç. Benim sana veremediğim her şey.”
Ayşe şaşırdı. Annesi özür diliyordu. Hayatında ilk kez. “Anne,” dedi yumuşakça, “Ben artık kızgın değilim. Bir zamanlar acı çektim. Ama o acı beni buraya getirdi. Yusuf’a getirdi. Bu hayata getirdi. Eğer siz beni sürmeseydiniz belki hiç mutlu olamazdım.”
Fatma Hanım ağladı. Kızına sarıldı. İlk kez gerçekten sarıldı. “Affeder misin beni?”
Ayşe başını salladı. “Affediyorum. Ama artık geri dönmeyeceğim. Benim yerim burası. Yusuf’un yanı.”
Mehmet ayağa kalktı. “Bu kabul edilemez. Sen Hüseyinoğlu’sun. Bir köylünün karısı olamazsın.”
“Oldum bile,” dedi Ayşe sertçe. “Ve çok mutluyum. Senin soyluluk anlayışından daha mutluyum.”
Kapı açıldı. Yusuf girdi. Yanında yaşlı bir adam vardı. Topluluktan en yaşlı kişi. Saygın biri.
“Fatma Hanım,” dedi yaşlı adam. “Ben bu topluluğun büyüğüyüm. Size bir şey söyleyeceğim. Kızınız buraya geldiğinde biz de şüpheliydik. Şehirli, nazlı, işe yaramaz diye düşündük ama yanıldık. O kadın hayat kurtardı. Çocukları, yaşlıları, hastaları iyileştirdi. Toplumumuza bereket getirdi. Yusuf’a mutluluk getirdi. Kızınızı bizden alamazsınız. Çünkü o artık bizden biri.”
Fatma Hanım başını eğdi. “Almak istemiyorum,” dedi. “Sadece görmeye geldim ve gördüm ki kızım sonunda yerini bulmuş. Ben artık karışamam.”
Mehmet itiraz etmek istedi ama annesi onu susturdu. “Yeter. Ayşe haklı. Biz ona mutluluk veremedik. Burada buldu. Saygı duymalıyız.”
Ailesi iki gün kaldı. Yayla’da iki gün boyunca Ayşe’nin nasıl yaşadığını gördüler. Sabah erkenden kalktığını, hastalara baktığını, Yusuf’la birlikte çalıştığını, akşamları ateş başında oturup güldüğünü izlediler. Gün gelmeden önce Fatma Hanım kızına sarıldı. “Mutlu ol,” dedi. “Benim yapamadığım şeyi sen yaptın. Gerçek aşkı buldun. Gerçek mutluluğu.”
“Evet anne,” dedi Ayşe. “Buldum ve sonsuza kadar koruyacağım.”
Araba gitti. Toz bulutu kayboldu. Ayşe ve Yusuf el ele durdular. İzlediler gidişi.
“Pişman mısın?” diye sordu Yusuf. “Onlarla gitmeye mi?” Ayşe başını salladı. “Asla. Benim yerim senin yanın.”
XI. Çocuklar ve Sonsuz Mutluluk
İki hafta sonra müfettişler geldi. Resmi adamlar. Defterler, kalemler, her şeyi not ettiler. Nasıl yaşadıklarını, nasıl çalıştıklarını, toplulukla ilişkilerini. Sonra gittiler. Bir ay sonra haber geldi. Proje başarılı bulunmuş, genişletilecek ve Ayşe’nin yaptığı şifa çalışması örnek gösterilecek. Başka bölgelerde de benzer şekilde şehirli kadınlar eğitilecek.
Yusuf gurur duydu. “Görüyorsun, sen sadece beni değil herkese umut oldun.”
O gece yemek yedikten sonra Ayşe ciddi bir ifadeyle Yusuf’a döndü. “Bir şey söylemem lazım,” dedi.
“Ne oldu?” diye sordu Yusuf endişeyle.
“Ben hamileyim.”
Yusuf dondu. Gözleri büyüdü. “Gerçekten mi?”
“Evet. İki aydır biliyorum ama söylemekten korkuyordum. Belki çok erken. Belki sen hazır değilsindir diye.”
Yusuf kalktı. Ayşe’yi kucağına aldı. Döndürdü havada. “Hazır değil miyim? Ben en hazır adamım. Senin bebeğini istiyorum. Bizim bebeğimizi.” İkisi gülüyordu, ağlıyordu, seviniyordu.
“Bir çocuğumuz olacak,” dedi Ayşe. “Gerçek bir aile olacağız.”
“Zaten gerçek bir aileyiz,” dedi Yusuf. “Ama şimdi daha da büyüyeceğiz.”
Hamilelik haberi toplulukta sevinçle karşılandı. Kadınlar Ayşe’ye yardım etti. Hamileler için özel yemekler pişirdiler. Özel otlar hazırladılar. Ayşe hem hasta bakıyordu hem de kendi hamileliğini yaşıyordu.
5 yıl sonra Ayşe ve Yusuf’un kurdukları şifalı ot kliniği etrafında gelişen müreffeh bir toplulukta çift, yeni inşa ettikleri evlerinin verandasından gün batımını izliyordu. İki küçük çocukları bahçede oynuyordu. Topluluk Ayşe ve Yusuf’un yardımıyla çok değişmişti. Farklı kültürlerden aileler buraya gelmişti. Farklılıkların kutlandığı, korkulmadığı bir yer arıyorlardı. Ayşe artık bölge çapında tanınan bir şifacı olmuştu ve şifa becerilerinin ünü tüm bölgeye yayılmıştı.
Yusuf eşine yaslanarak içten bir memnuniyetle gülümsedi. “Hiç pişman oldun mu?” diye sordu. Yıllar boyunca birçok kez sorduğu gibi.
“Asla,” diye yanıtladı Ayşe çocuklarını izleyerek. “Burada amacımı buldum. Gerçek aşkı buldum. Senin bebeğini taşımak dışında daha ne isteyebilirim?”
Gecenin ilerleyen saatlerinde, Ayşe ve Yusuf verandada oturdular. Ay parlıyordu. Dağları gümüş ışıkla kaplıyordu.
“Biliyor musun,” dedi Ayşe bazen düşünüyorum. “Eğer babam beni buraya göndermeseydi ne olurdu?”
“Ne olurdu?” diye sordu Yusuf merakla.
“Muhtemelen hala kasabada olurdum. Mutsuz, yalnız, değersiz hissederek. Belki hiç evlenemezdim. Belki çocuk sahibi olamazdım. Belki hiç gerçek mutluluğu tatmazdım.”
Yusuf elini tuttu. “Ama buraya geldin ve her şey değişti.”
“Evet,” diye onayladı Ayşe. “Her şey değişti ama sadece benim için değil, senin için de. Zehra’yı kaybettiğinde sen de kaybolmuştun. Ama birlikte ikimiz de kendimizi bulduk.”
Yusuf başını salladı. “Zehra’yı her zaman seveceğim. O benim ilk aşkımdı. Ama sen benim ikinci şansımsın. Hayatıma yeniden anlam getirdin.”
-
yıl sonra Ayşe ve Yusuf’un hikayesi efsane oldu. İnsanlar şunu söylüyordu: “Bir zamanlar toplumun dışladığı iki insan vardı. Biri şişko bir şehirli kız, diğeri dağlı bir çoban. Ama birlikte en güzel aşk hikayesini yazdılar.”
Çocukları büyüdü. Elif bir şifacı oldu, annesi gibi. Oğulları Mustafa bir çoban oldu, babası gibi. İkisi de ebeveynlerinin değerlerini taşıdılar: Merhamet, cesaret, sevgi. Fatma Hanım sık sık torunlarını görmeye geldi. Artık yaşlıydı ama mutluydu. “Kızım,” derdi Ayşe’ye. “Sen bana bir ders öğrettin. Gerçek değer dışarıda değil içeride ve gerçek mutluluk kendi olabildiğin yerde.” Mehmet de değişti. Abiliğini ciddiye aldı. Ayşe’nin topluluk projelerini destekledi. Para gönderdi. Yardım etti. Artık küçümsemiyordu, saygı duyuyordu.