Bir Ressam Fırçayı Tutma Yetisini Bir Kaza Sonrası Kaybetti. Aynı Kazada Hayatını Kaybeden Eşinin Son Portresini Ayağıyla Yaptı.

Bir Ressam Fırçayı Tutma Yetisini Bir Kaza Sonrası Kaybetti. Aynı Kazada Hayatını Kaybeden Eşinin Son Portresini Ayağıyla Yaptı.

Bir gün güneş, eski şehrin ufkunda kaybolmak üzereyken ve binaların cepheleri solgun, melankolik bir altınla yıkanmışken, Ahmet tuvalinin önünde duruyordu; aylardır kabul etmesi gecikmiş beyaz tuvali izliyordu. Kaza her şeyi değiştirmişti: bir zamanlar ertesi gece iki eliyle uzun ve hassas fırça darbeleriyle resim yapabilen o adam artık parmakları acıyla büzülmeden fırçayı tutamıyordu. Kaza. Gökgürültüsü. Bisikletin ani freni, düşüş, ambulans, çaresiz bekleyiş… Ve ardından boşluk: Elif’in kaybı.

Elif, onun eşi, ilham perisi, her sabah ve her akşam yanında olan yol arkadaşıydı. Elif, o çiçek sepetini taşıdığı sırada — ve bir kamyonet bakmadan döndüğünde — kaldırım taşları ve neon ışıkları arasında kaybolmuştu. Elif artık yoktu. Elif, Ahmet tarafından binlerce kez resmedilmişti: kolay gülümsemesi, güneşte kızıl saçları, onun tarafına uzanmış yumuşak elleri, birlikte dalmak için davet ettiği dünyası.

Şimdi Ahmet ellerini kullanamıyordu. Doktorlar sinirlerinin ciddi şekilde zarar gördüğünü, “biraz” hareket kazanabileceğini ama eskisi gibi olmayacağını açıkladılar. Ahmet, kalbi paramparça halde onları dinliyordu; stüdyosunun neşesi, kahkahaları, tuval önündeki bakışları birer birer yok olmuştu. Her şey kaybolmuştu. Ama bir şey hâlâ kalmıştı: Elif’in son portresini tamamlamaya olan takıntısı — o sözünü verdiği portre: «Her şey yerinde olduğunda, birlikte resmedelim» demişti. Şimdi o yoktu, ve yalnız yapmalıydı. Ve elleri olmadan.

İlk günler karanlıktı. Geniş pencerelerden gün doğarken ışık dolan yüksek oda — stüdyo — her sabah ötüşüyle dolan bülbülün kokusuyla, yağlıboya kokusuyla, rustik ş easely’nin ağacının kokusuyla, gerilmiş tuvalin kokusuyla, birlikte kahve içip renkler ve biçimler hakkında konuştukları kahvenin kokusuyla doluydu. Ama stüdyo sessiz kaldı. Ahmet saatlerce tuvalin önünde oturdu: elleri titriyordu, masaya dayalıydı. Fırçası kenarda, dokunulmamış bir tanık gibi duruyordu.

Haftalarca tuvali izledi ve düşündü: “Fırçayı tutamadan seni nasıl resmedebilirim? Ellerim olmadan gözlerini, gülümsemeni nasıl yansıtabilirim?”. Ve fark etti: yalnızca bir aracı kalmıştı. Vücudu hâlâ başka kısımlarını hâlâ çalıştırabiliyordu: sağ ayağı. Hastane yatağında bir gece, Elif’i hatırlarken — nasıl yüzünü kaldırıp onu öpmüştü — bir epifani yaşadı: “Ayağımla resim yapmayı deneyebilirim”. Absürt bir düşünceydi ama özgürleştiriciydi. Başta saçma geldi ama ertesi gün denedi. Yatağın demirini kaldırdı, bacaklarını indirdi, tuvalin karşısına oturdu, ve ayak parmakları arasında fırça tutarak ilk darbesini yaptı. Utangaç, beceriksiz, hatalı bir darbe. Ama bir darbe.

Dünya anında değişti. Sonbahar esintisi pencereden giriyor, ince perdeleri kaldırıyor ve o resim yaptığını — sadece bir portre değil, bir kurtuluş olduğunu — hissediyordu. Kolay değildi: baş parmağı fırçadan kaydığında ya da ayağı kaydığında, hüsrana kapılıyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. Ama Elif bunun denenmesini hak ediyordu. O her zaman demişti ki: sanat ruhun özgürlüğüdür, bir portre yalnızca bir görüntü değildir: paylaşılan bir hayatın aynasıdır. Ve o çizdi, sildi, yeni baştan boyadı. Ayağıyla karıştırdı yağlıboyaları, tuvali uygun açıyla tuttu. Biri ayak için küçük bir ahşap platform kurdu kabaletenin yanında, diğeri boyaların kavanozlarını uzattı.

Günler geçti. Solgun ışıklı kış geçti, uzun ve sessiz saatler. Stüdyo yas ve yaratımın mabedi oldu. Ahmet — yarı uykuda yarı uyanık halde — Elif’in sesini duyuyordu: “Vazgeçme, ressam”. Ve hafızasındaki yankılar ona güç verdi. Her gece, saat on civarı, o yumuşak masa lambasını yakıyor, bir-iki saat resim yapıyor, sonra gözlerini kapatıyor ve onun gülümsemesini hayal ediyordu. Sabahleyin bülbül yine ötüyordu, sanki adanmışlığının şahitliğini ediyordu.

Portre yaşam kazanmaya başladı. İnce çizgilerle bir siluet, hafifçe seyreltilmiş renkler. Güneşte kızıl saçları, Elif’in yaydığı o turuncumsu ışık, dalga dalga beliriyordu. Solgun yanaklar, birlikte geçirdikleri son seansında giymiş olduğu mavi tunik. Gözler: izleyiciye şefkat ve bir tutam melankoliyle bakan derin yeşil gözler. Ahmet hissediyordu ki ayak parmakları fırça darbeleri haline gelmişti. İlk haftalar yavaş geçti; günde yalnızca birkaç santimetre. Ama sonra ressam olarak deneyimi ona avantaj sağladı: bütünü zihninde canlandırıyordu — darbeler, kompozisyon — ayağı eli kadar çevik olmasa da.

Bir gün, mavi ile okeri karıştırırken arkasında bir ses duydu. Döndü — çoraplı, bakımsız ayaklarıyla — ve bülbülün pencere pervazına konduğunu gördü, ona bakıyordu. Kuş uzun bir nota öttü. Ahmet iç geçirdi, selamlama gibi. Ve o öttü, sessiz bir alkış gibiydi, acıya rağmen hayata karşı bir alkış. Resim yapmaya devam etti ve tuval ilerledi.

Zaman geçerken ruhunun bir köşesinden umut parçaları kopardı ama beklemediği bir şey de verdi: kendine karşı şefkat. O artık yalnızca gurur parlatılmış bir ressam değildi. Yeniden keşfetmesi gereken yaralı bir adamdı. Ve bunu ayağıyla resim yaparak yapıyordu. Ateşlerin bastırdığı öğleden sonralar oldu. Sinirlerin acısı uykusunu aldı. Fırçayı ayağıyla tutarken alnından terler süzülüyordu. Ama yanında bir fotoğraf taşıyordu: Elif’in, o altın ışıklı gün batımında poz verdiği fotoğraf — mavi etek, el ele oldukları o son seans. Ona bakıyordu. “Bitireceğim” diyordu.

Ve nihayet, bir bahar sabahı, stüdyo Elif’in bayıldığı taze lale buketleriyle doluydu — onun çok severdiği — o laleleri onurlandırmak için almıştı — karşısında en zor kısmı duruyordu: gözler. Gözler ruhun penceresidir diyordu. Ve Elif’in gözleri: derin zümrütler. Ahmet fırçayla çizdi konturu ayağıyla, sonra ince uçla ışığı, her baktığında gözlerinde oluşan o küçücük yansımayı ekledi. Yavaşça yaptı. Kendi durumunu unutacak kadar sabırla. Sonra şeffaf biraz kırmızı karıştırdı parlama için, göz kapağının altına gölge ekledi, kaşının eğimini kaldırdı — o oyuncu gülümsemesini yaptığı eğimi — ve sonunda, bir adım geri çekilince fark etti: tablo ona yaşamla bakıyordu.

Ayağa kalktı — hâlâ destekle — ve eserine baktı. Bu, kendi kendinden daha fazla kendine ait bir portreydi; acının, anının, hayranlığın, kurtarma isteğinin karışımıydı. O anda içinden bir fısıltı duydu: “Sonunda”. Ve ayakları titredi. Masaya yaklaştı, suya batırdığı fırçayı temizledi ve sevgiyle fırçayı kavanoza bıraktı. Sessizce, bu sessiz vaadini yerine getirdiğini biliyordu.

Sonra birkaç arkadaşı — diğer ressamlar, heykeltıraşlar, eski galerisi — stüdyosuna davet etti. Bu an mahremdi. Onlar esere bakındı. Elif’in gözleri onları yakaladı. “Bakın”, dedi Ahmet, “ellerimle değil resmettim. Kalmış olanla resmettim.” Ve sessizce bekledi; gelenler teker teker yaklaştı ve hafifçe eğildi. Hikâyeyi, çabayı, tutkuyu hissettiler. Bir kadın arkadaş: “Böyle güçlü bir portre hiç hissetmemiştim” dedi. Başka biri ağladı.

Sonra galeri, çalışmayı yaz sergisinde asacağını onayladı. Duyuruldu: “Ahmet’in kazasından sonraki son eseri.” Ve birçok kişi bunun bir direnç tanığı, tamamlanmamış aşkın, insan iradesinin kanıtı olduğunu söyledi. Ama Ahmet için bu bir sergi değildi: bu onun Elif’e saygısıydı. Fırçayla bir hayat… fırça ayağı olsa bile.

O gece stüdyo kendi ışığıyla sorgulanıyordu. Ahmet bir kahve aldı — iki şekerle — ve sıcak masa lambasının önünde oturdu, yalnız o ve lamba. Kaza olduğundan beri tuttuğu günlüğünü açtı. İlk sayfaya yazmıştı: “Elif, hazır olduğunda birlikte yapacağız.” Sonra kazanın açıklaması geldi. Ameliyat. Rehabilitasyon. Doktor ziyaretleri. İnatçı fizyoterapi. Gözyaşları. Sessizlik. Ve nihayet: ayakla çizim. Altı çizili: “Asla bırakma”. Son sayfaya ekledi: “Bugün bitirdim.” Ve defteri kapattı.

Portreye baktı. Ve Elif’ı orada gördü: bir varlık, tuvalin ötesinde. Bir ışık. Gitmeyen bir anı. Ve gerçekleşmiş bir vaat. Başını eğdi ve gözlerini kapattı. Onun yanında olduğunu hissetti. Stüdyoda, tualler arasında, yağlıboyalar arasında, bülbülün şarkısı ve taze çiçekler arasında, Elif’in varlığı bir çınlama gibi titreşiyordu. Ve o gülümsedi.

Ertesi gün galeri sergiyi açtı. Portre ortadaydı, diğer sanatçıların üstünlük üzerine konuşan eserleriyle çevrili. Ama Ahmet’in eseri öne çıktı: teknik değil; hikâye nedeniyle. Bir ziyaretçi dedi ki: “Bu portre bana sanatın kurtardığına inandırdı.” Ve Ahmet, salaonda, koltuk değnekleriyle desteklenmiş olarak, insanların durup izlediğini gördü. Renkler yaşıyordu. Tonlar bir yolculuğu anlatıyordu. Ellerini kaybetmiş bir ressamın, yeni bir boyama şekli bulmuş ve aynı anda yeni bir sevme şekli bulmuş bir yolculuğu.

Aylar sonra, sergi satışları sayesinde Ahmet ücretsiz bir atölye açabildi — engelli sanatçılar için; burada öğretiyordu: “Yaratmak için ellerimize ihtiyacımız yok. Kalbe, vizyona ve kararlılığa ihtiyacımız var.” Birçok kişi geldi. Kimi bir eli eksikti, kimi daimî kırık bir bacağı vardı. Ama hepsinin kayıp ve arzu hikâyesi vardı. Ve o kendi hikâyesini paylaştı: ellerini kaybettiği için ayağıyla resim yapan ressamın, karısını kaybettiği için portresini yapan adamın hikâyesini.

Fırçayla bir hayat. Evet, fırça ayağı olsa bile, portre hâlâ formu aşan bir tanıktı, aşk beden parçalandığında sönmüyordu ve yaralar kanatlara dönüşebilirdi. Ahmet resim yapmaya devam etti. Yaşamaya devam etti. Sevmeye devam etti. Ve acı hâlâ oradaydı — bazen saplantılı — ama her baktığında Elif’in portresine, kazanın her şeyi bitirmediğini hissediyordu. Yeni bir şeye yol açmıştı. Daha saf, daha öz bir yaratım eylemine.

Eser bir sembole dönüştü. Ve onun için ziyaretçilere, öğrencilere, meraklılara hikâyesini anlatma eylemi sürecin bir parçası haline geldi. Çünkü Elif’in portresi yalnızca bir görüntü değildi, canlı bir anıydı, başka insanları iten bir güçtü. Ve bu onu kurtardı. Çünkü nihayet, yalnızca sevdiği bedeni değil, onun olduğu ışığı da resmetti. Ve onu oraya, sonsuza dek bıraktı; ayağının yönlendirdiği, kalbinin fırçaladığı tuvalde.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News