Milyarder seyahatten döndü ve oğlunu yalnız yaşarken buldu… gördüğü şey onu dondurdu.

Misafir Baba: Geri Dönüş
Serkan Yılmaz, İstanbul Boğazı manzaralı, iki milyon liralık lüks dairesinin kapısını açtığında, içeriye yayılan sessizlik, yanlış giden bir şeyin ilk ve en keskin işaretiydi. O, dünyanın en büyük holdinglerinden birinin uluslararası ilişkiler direktörüydü ve bu daireyi, ailesine “en iyi hayatı” sunmak için gece gündüz çalışarak kazanmıştı. Ancak bu sessizlik, kazanılan her şeyin bir bedeli olduğunu fısıldıyordu.
Almanya’daki iki haftalık yorucu iş gezisinden dönen Serkan, elindeki İtalyan deri çantayı salonun ortasına bıraktı. Gözleri, yüksek tavanlı, kristal avizelerle aydınlatılmış alana alıştıkça, karşısındaki manzara netleşti ve kalbine bir yumruk gibi indi.
Sekiz yaşındaki oğlu Barış, parlak halının üzerinde, koltuk minderlerini kullanarak kurduğu küçük bir kamp alanının ortasında, plastik askerleriyle tek başına oynuyordu. Kamp, çocuğun dünyasıydı; koltuk minderleri bir siper, ince bir battaniye bir çatı görevi görüyordu. Barış, kendi kendine fısıldayarak, minik askerlerini stratejik pozisyonlara yerleştiriyordu.
“Barış?” Serkan’ın sesinde yorgunluktan çok, tarif edilemez bir şaşkınlık vardı. Çocuk, başını kaldırdı. Gözlerinde ne bir babayı görmenin coşkusu ne de yabancı birini görmenin şüphesi vardı. Sadece, uzun süredir yalnızlığa alışmış bir kabulleniş ve durgunluk vardı.
“Merhaba baba. Erken döndün,” dedi, sanki babasının iki haftalık yokluğu günlük rutininin sıradan bir parçasıymış gibi.
Serkan, etrafına bakındı. Mutfak tezgahında, birkaç gündür yıkanmamış tabaklar yığılmıştı; yağ lekeleri ve kurumuş yemek kalıntıları parlıyordu. Buzdolabının kapısı hafifçe aralıktı; içi neredeyse boştu, sadece yarım kutu süt ve birkaç domates kalmıştı. Oturma odasında, Barış’ın küçük ayakkabıları bir köşede, yanında da sırt çantası duruyordu.
“Sevim Hanım nerede?” Serkan, dadısını kastederek sordu. Barış, omuz silkti. “Bir hafta önce gitti. Bir daha gelmedi. Maaşlar düzensiz geliyormuş sanırım. Telefonu da kapalıydı.”
Bu sözler Serkan’ın midesini bulandırdı. Flaubert’in en keskin gözlem gücüyle o an, kendi yaşamının çirkin gerçeğiyle yüzleşiyordu. İki hafta boyunca Almanya’da milyonlarca liralık anlaşmalar yaparken, oğlu burada, lüks bir kafesin içinde tek başına hayatta kalmaya çalışıyordu.
“Yemek… ne yaptın?” Serkan’ın sesi titriyordu. “Hazır çorba. Bazen Gonca teyze yemek getiriyor.” “Gonca teyze kimdir?” “Alt kattaki komşu. Emekli öğretmen. Çok iyi biri,” dedi Barış, Gonca Hanım’dan bahsederken yüzünde nadir görülen bir sıcaklık belirdi.
Serkan, lüks dairesinin her köşesinin nasıl duygusal bir çöl haline geldiğini görüyordu. İtalyan deri koltuklar, dev ekran televizyon, sanat eserleri… hepsi oğlunun yalnızlığını vurgulayan sessiz, pahalı tanıklar gibiydi.
Çocuk, babasının varlığını bir anlığına kabul ettikten sonra tekrar askerlerle oynamaya döndü. Bu doğallık, Serkan’ı derinlemesine yaraladı.
“Barış, gel buraya.” Serkan, dizleri üzerine çökerek oğluyla aynı hizaya geldi. Çocuk yaklaştı, gözlerinde ihtiyatlı bir merak vardı. “Baba yokken korkuyor musun?” Barış düşündü. “Bazen. Ama Gonca teyze der ki, ‘Cesur olman gerek.’ Çünkü sen önemli işler yapıyorsun.”
Bu cümleler, Serkan’ın kalbine bir hançer gibi saplandı. Sekiz yaşındaki bir çocuk, babasının yokluğunda cesur olmayı, kendi kendine yetebilmeyi öğrenmişti. Bu, bir babanın oğluna öğreteceği korkunç bir ders değil miydi?
“Seni özledim,” diye fısıldadı Serkan. “Ben de seni özledim baba, ama artık alıştım.”
Bu son cümle en acısıydı. Çocuğunun babasının yokluğuna alışması, Serkan’ın babalıkta başarısızlığının en net kanıtıydı.
Serkan ayağa kalktı. Milyonluk anlaşmalar, kendi evinde bir yabancı gibiyse ne işe yarardı ki? “Barış,” dedi kararlılıkla, “Bugün birlikte vakit geçireceğiz.” “Ama yarın seyahatin var, değil mi?” Barış’ın sesi umutsuzdu. Serkan duraksadı. Evet, yarın Rotterdam’a gitmeliydi. Ama ilk kez hayatında, oğlunun gözlerindeki o kabulleniş ifadesi, iş dünyasındaki hiçbir anlaşmadan daha önemli geldi. “Belki iptal ederim,” diye mırıldandı. Barış şaşırdı. “Gerçekten mi?”
Bu şaşkınlık, Serkan’ın ne kadar öngörülebilir bir baba olduğunu gösteriyordu. Çocuk, babasının iş için her şeyi feda edeceğini o kadar iyi biliyordu ki, bu küçük değişiklik bile inanılmazdı.
Gonca Hanım’ın Gerçeği
Serkan, Barış’ın yanına oturup plastik askerlere bakarken, asıl savaşın burada, kendi evinde verilmesi gerektiğini anlıyordu. Ama asıl şok, kapının çalmasıyla geldi.
Kapıyı açtığında, ellili yaşlarında, gözleri şefkatli ama endişeli bir kadınla karşılaştı.
“Serkan Bey misiniz? Ben Gonca. Alt kattan. Barış’ın bahsettiği komşu.” “Ah evet. Merhaba. Buyurun.”
Gonca içeri girdi ve Barış’ı görünce yüzü aydınlandı. “Nasılsın canım? Bugün yemek yedin mi?” Bu sıradan soru Serkan’ı derinden sarstı. Bir yabancı, kendi oğlunun beslenmesiyle ilgili o kadar doğal bir şekilde konuşuyordu ki, kendisi bunun farkında bile değildi.
“Gonca Hanım, kusura bakmayın ama sizi tanımıyorum.” Kadın gülümsedi ama gözlerinde hafif bir eleştiri vardı. “Bu normal. Ben emekli bir öğretmenim. Barış’la tanışmamız tesadüftü. İki ay önce gece saat 23:30 sıralarında yukarıdan ağlama sesi geliyordu. Çıkıp baktım. Barış kapının önünde oturmuş. Anahtarını kaybetmiş. O gece sizin yokluğunuzda, ben ilgilendim.”
Serkan’ın yüzü kızardı. O geceyi hatırlıyordu; Paris’te önemli bir toplantıdaydı.
“O zamandan beri,” diye devam etti Gonca, “Ara sıra kontrol ederim onu. Bazen yemek yapar getiririm. Bazen birlikte ödev yaparız. Sevim Hanım’ın gittiğini fark ettiğimde daha da sık geldim. O da bir hafta önce gitti zaten. ‘Bu çocukla tek başıma baş edemiyorum, maaş da düzensiz geliyor,’ dedi.”
Bu sözler Serkan’ı yıktı. Sadece oğlunu ihmal etmekle kalmamış, aynı zamanda dadısının maaşını da geciktirmişti.
“Barış bunları hiç söylemedi.” Gonca, Serkan’ın gözlerine baktı. “O çocuk, sizin ona ne kadar değer verdiğinizi kanıtlamaya çalışıyor. Hiç şikayet etmiyor. Hiç sizi suçlamıyor. Ama geceleri bazen ağladığını duyuyorum.”
Sekiz yaşındaki bir çocuk, babasını üzmemek için kendi acısını gizliyordu.
Barış, mutfaktan elinde iki bardak çayla geldi. “Gonca teyze, sana da getirdim,” dedi gururla. Serkan, oğlunun bu küçük jestinde bile nasıl özenli ve düşünceli olduğunu gördü. Bu çocuk, ihmal edilmesine rağmen sevgi dolu bir insan olarak büyüyordu.
“Barış, babanla konuşmamız gerekiyor,” dedi Gonca nazikçe. Çocuk anlayışla başını salladı ve odasına gitti.
“Gonca Hanım, sizin bu çocuğa gösterdiğiniz ilgi neden?” “Çünkü benim hiç çocuğum olmadı. Kocam erken vefat etti. Barış bana, ben de ona ihtiyacımız olan şeyi veriyoruz. Aile sıcaklığı.”
Bu dürüst itiraf, Serkan’ı daha da utandırdı. Yabancı bir kadın, kendi oğluna, kendisinden daha fazla aile sıcaklığı veriyordu.
“O çocuk sekiz yaşında ama yetişkin sorumluluklarını taşıyor. En son ne zaman birlikte oynadınız?” Serkan düşündü. Hatırlayamıyordu.
“Ben ne yapmalıyım?” Serkan’ın sesinde çaresizlik vardı. “Önce kendinize şu soruyu sorun: Oğlunuzun parasına mı, yoksa varlığınıza mı ihtiyacı var? Hangi hayat daha güzel? Lüks bir dairede yalnız yaşamak mı, yoksa mütevazı bir evde sevgiyle yaşamak mı?”
Gonca, kapıya yönelirken döndü. “Barış geçen hafta bana, ‘Gonca teyze, benim babam beni seviyor mu?’ diye sordu. Ben ona ‘Evet,’ dedim ama artık kendi kendime bundan emin değilim. Barış sizin gururunuz olabilir ama bunun için önce sizin onun babası olmanız gerekiyor.”
Kapı kapandığında, Serkan büyük bir sessizlikte tek başına kaldı.
Resimlerin Acı Gerçeği
Serkan, oğlunun odasına doğru yavaşça ilerledi. Kapı aralıktı ve içeriden kalem sesleri geliyordu. Barış masasında oturmuş, resim çiziyordu.
“Ne yapıyorsun canım?” “Resim çiziyorum.” “Görebilir miyim?”
Çocuk tereddüt etti, sonra defteri uzattı. Serkan’ın eli titredi defteri alırken.
İlk sayfa: Barış tek başına, büyük bir evde küçücük bir figür olarak çizilmişti. Başlık: Ben Evde. İkinci sayfa: Bir uçak çizimi. İçinde takım elbiseli bir adam. Başlık: Babam Seyahatte. Üçüncü sayfa: Masada tek başına oturan çocuk figürü, önünde hazır çorba kutusu. Başlık: Yemek Zamanı.
Her çizim, Serkan’ın kalbine bir hançer saplar gibiydi. Oğlu, kendi dünyasını tamamen babasının yokluğu etrafında kurmuştu.
Altıncı sayfa farklıydı. İki figür birlikte yürüyordu ama büyük figürün yüzü belirsizdi. “Bu kim?” “Bu sen ve ben… ama senin yüzünü hatırlayamıyorum bazen.”
Bu cümle Serkan’ı paramparça etti. Sekiz yaşındaki çocuğu, babasının yüzünü unutur hale gelmişti.
Serkan son sayfaya geldi ve dondu kaldı. Sayfanın başlığı:
Babam Benimle Ne Zaman Yaşayacak?
Resimde iki figür aynı çatının altındaydı, birlikte gülümsüyorlardı.
“Barış, ben hep seninle yaşıyorum.” Çocuk kafasını salladı. “Hayır baba, sen evde misafir gibisin. Biraz geliyorsun, sonra gidiyorsun.”
Bu sözler Serkan’ın dünyasını altüst etti. Kendi evinde, kendi oğlu gözünde bir misafirdi.
“Beni sevmiyor musun?” Barış’ın gözleri dolmuştu. “Tabii ki seviyorum. Neden böyle düşünüyorsun?” “Çünkü insanlar sevdikleriyle birlikte olmak ister. Sen hep gidiyorsun.”
Serkan yere oturdu, çocuğuyla aynı hizaya gelmek için. “Barış, ben seni çok seviyorum ama bazen yanlış yollarla sevgimi göstermeye çalışıyorum. Sana güzel şeyler alabilmek için çok çalışıyorum ama bu arada seninle vakit geçirmeyi unutuyorum.”
Barış düşündü. “Ama ben oyuncaklar istemiyorum. Ben seni istiyorum.”
Bu basit gerçek, Serkan’ın yıllarca kurduğu kendini kandırma mekanizmasını çökertti.
“Peki şimdi ne yapacağız?” diye sordu Serkan, çaresizce. “Bilmiyorum. Sen bana soruyorsun ama ben sadece bir çocuğum.”
En Önemli Ders: Baba Olmak
“Barış, sana bir şey söyleyeceğim. Ben küçükken babam hep çalışırdı. Ben de onun gibi olmamaya yemin etmiştim.” “Peki neden onun gibi oldun?”
Bu soru o kadar saf ve aynı zamanda kesindi ki, Serkan’ın bütün savunma mekanizmaları çöktü.
“Çünkü kötü baba olmaktan korktum. Bu yüzden sana her şeyi verebilecek zengin bir baba olmaya çalıştım.” “Ama ben zengin baba istemiyorum. Ben sadece babam olmanı istiyorum.”
Serkan, oğlunu kucakladı. İlk kez, hızlı bir selam ya da veda objesi olarak değil, gerçek anlamda kucakladı. “Üzgünüm Barış. Çok üzgünüm.”
Çocuk kafasını kaldırdı. “Beni bırakıp gidecek misin şimdi?” “Hayır. Artık farklı olacak.” “Gerçekten mi? Söz veriyor musun?” “Söz veriyorum. Nasıl anlayacaksın biliyor musun? Çünkü yarın Rotterdam’a gitmeyeceğim.” Barış’ın gözleri büyüdü. “Ama çok önemli demiştiniz!” “Sen daha önemlisin.”
İlk kez, Barış gerçek anlamda gülümsedi. Uzun zamandır görmediği, o saf çocuksu gülümseme.
“Peki birlikte ne yapacağız?” “Bilmiyorum. Sen ne istiyorsun?” “Sadece birlikte olmak.”
Barış ayağa kalktı ve babasının elini tuttu. “Ben sana yardım ederim. Ben sana baba olmayı öğretirim. Sen de bana oğul olmayı öğretirsin.”
“Peki ilk ders nedir?” “Birlikte yemek yapmak. Gonca teyze der ki, ‘Aile, birlikte yemek yapan insanlardır.’ Serkan gülümsedi. “Ama ben yemek yapmayı bilmiyorum.” “Ben biliyorum, size öğretirim.”
O akşam Serkan için hayatında hiç yaşamadığı bir an başladı. Sekiz yaşındaki oğlu ona yemek yapmayı öğretiyordu. Mutfakta, Barış ustaca hareket ediyordu. “Önce soğanı doğrayacağız. Ama ağlamayacağız çünkü erkekler ağlamaz, değil mi?”
Serkan irkildi. “Kim söyledi bunu?” “Hep öyle derler.” “Barış, erkekler de ağlar. Ben bile ağlarım. Bu gece çok ağladım, seni üzdüğüm için.” Barış düşündü. “Peki o zaman soğan bizi ağlatırsa sorun değil.”
Yemek yaparken Barış, babasına günlük rutinini anlattı. Sabah kendi kendine kalktığını, sessizce kahvaltı yapıp okula gittiğini… “Televizyonu da genelde sessizde izliyorum. Çok ses yaparsam komşular rahatsız olur diye Gonca teyze söyledi.”
Serkan kendi evinde, oğlunun sessizce yaşamaya çalıştığını öğrenince yıkıldı. “Bundan sonra istediğin kadar ses yapabilirsin. Burası bizim evimiz. Gerçekten mi? Gerçekten.”
Yemek hazırlanırken Barış bir soru sordu: “Baba, yarın gerçekten gitmeyecek misin?” “Hayır. Asistanımı göndereceğim.” “Peki öbür gün?” “Bilmiyorum ama artık her seyahate çıkmadan önce seninle konuşacağım. Söz mü?” “Söz veriyorum. Ama sen de bana yardım etmelisin. Nasıl? Eğer üzülürsen bana söylemelisin. Saklamak yok.”
O akşam, ilk kez gerçek anlamda birlikte yemek yediler. Sadece aynı masada değil, aynı dünyada.
En Önemli Köprü
İlk sabah Serkan’ın hayatında gerçek anlamda değişen bir sabah oldu. Rotterdam uçağını kaçırmamak için değil, oğlunun uyanmasını beklemek için uyandı. Barış, gözlerini açtığında ilk gördüğü, babasının yüzü oldu.
“Baba, gitmedin mi?” “Hayır. Bugün seninle vakit geçireceğiz. Hatırladın mı?”
Öğleden sonra parkta, Serkan oğlunun top oynamasını izlerken, diğer babaların da çocuklarıyla oynadığını gördü. “Baba, diğer babalar da çocuklarıyla oynuyor.” “Evet, görüyorum. Demek ki sen tek değilsin.”
Oynarken, Barış’ın matematikte ne kadar yetenekli olduğunu fark etti. Çocuk, topu hedefe atarken açıları ve mesafeleri hesaplıyordu.
Eve dönerken Serkan önemli bir karar aldı. “Barış, artık bazı seyahatlerimi asistanım yapacak. Ben daha az seyahat edeceğim. Çünkü asıl işim senin baban olmak.” Bu ayrım çocuk için çok netti. Artık babalık bir iş değil, asıl işti.
Üç ay sonra, Serkan oğlunun okul projesine yardım ederken hayatının nasıl değiştiğine şaşırıyordu. Barış, bilim fuarı için bir köprü modeli yapıyordu.
“Baba, bu demir çubuk neden böyle eğik olmalı?” “Çünkü kuvvet dağılımını sağlıyor. Bak böyle.” Serkan, mühendislik prensiplerini anlatırken, oğlunun gözlerindeki merakla içi sevinçle doluyordu.
Kapı çaldı ve Gonca Hanım geldi. “Gonca teyze, babam bana köprü yapmayı öğretiyor.” “Peki Serkan Bey, iş durumları nasıl?” Serkan gülümsedi. “İşler çok iyi gidiyor aslında. Meğer her yere bizzat gitmek zorunda değilmişim. Daha odaklı, daha verimli çalışıyorum.”
Barış heyecanla devam etti. “Artık burası ev gibi. Sesli müzik dinliyoruz. Birlikte yemek yapıyoruz. Ve arkadaşlarımı da davet ediyorum artık. Babam çok misafirperver.” Gonca’nın gözleri doldu. “Demek ki evin de değişmiş.”
Barış araya girdi: “Gonca teyze, artık bizim ailemizdeki babaanne misin?” Gonca’nın gözleri doldu. “Tabii canım. Eğer istiyorsanız…” “İstiyoruz!” Barış ve Serkan aynı anda söylediler ve üçü birden güldü.
O gece yatmadan önce, Barış son üç ayı değerlendirdi.
“Baba sen değiştin.” “Nasıl değiştim?” “Eskiden hep acele ediyordun. Şimdi sakinsin. Sen de değiştin.” “Ben nasıl değiştim?” “Eskiden hep endişeliydin. Şimdi daha mutlusun. Artık geleceği düşünürken korkmuyorum.” “Neden?” “Çünkü sen de oradasın.”
Bu cümle Serkan için en büyük başarı göstergesiydi.
“Barış, sen beni daha iyi bir insan yaptın. Neyin önemli olduğunu hatırlattın bana.” “Nedir önemli olan?” “Sevdiğin insanlarla vakit geçirmek.”
Sabah uyandığında, Barış koşarak geldi. “Baba kalktın mı? Bugün köprü projesini bitireceğiz değil mi? Evet, birlikte bitireceğiz. Ve sonra parkta top oynayacağız. Ve akşam film izleyeceğiz.”
Serkan ayağa kalktı. Ama bu sefer Rotterdam’a yetişmek için değil. Oğluyla birlikte bir köprü yapmak için. Çünkü artık biliyordu: En önemli köprü, kalpler arasında kurulan o görünmez yapıydı.
Serkan artık hiçbir şeyi değiştirmezdi. Çünkü nihayet doğru yerde, doğru kişiyle, doğru zamanda yaşıyordu. Babalık, sonunda eve gelmek gibi hissettiriyordu.