Herkes Dev Kadından Korkuyordu… Göçebe onu satın alıp “Benimle Evlenir Misin?” Dedi !

Kafesten Bahçeye – Filiz Yıldız’ın Hikayesi
Ağustos sıcağı Kayseri yakınlarındaki Tomarza’yı kavuruyordu. 1879 yılında, Erciyes Dağı’nın gölgesinde, Panayır’ın her köşesine toz ve ter kokusu sinmişti. Filiz Yıldız her sabah aynı acıyla uyanıyordu; omuzları kafesin alçak tavanına çarpıyordu çünkü 2,5 metre boyundaydı. Diz çökmek zorunda kalıyor, saman döşeğinde kıvrılmış yatıyor, kollarını gövdesine sarıyordu; ölü gibi. Üç yıldır böyleydi. Hareket ettiğinde saman şıkırdıyordu. Saatlerce hareketsiz kalmayı öğrenmişti. Çürük tahtaların arasından gökyüzüne bakıyor, Panayır’ın uyanış seslerini dinliyordu: önce atların kişnemesi, sonra işçilerin bağrışmaları, en son Hüseyin Ağa’nın kahkahaları…
Filiz gözlerini kapadı, yumruklarını sıktı. Üç yıldır aynı sözleri duyuyordu. İlk gün gibi acıtıyordu hâlâ. Kocası İbrahim değildi aslında; sadece bir hayvan bakıcısıydı. Onu garip bir mahluk olarak görüyordu. Ağır yükler taşıyabiliyor, dinlenmeden çalışabiliyordu. Ama o gece, İbrahim elini kaldırdığında Filiz sadece kendini savunmuştu. Bir itme… Ama üç adamın gücü vardı ellerinde. İbrahim kötü düştü. O an hep aynı yerde donuyordu: kuru dal kırılması gibi bir ses. O ses…
Dört kuruş verin, dünyanın en korkunç manzarasını görün! Meraklılar yaklaşıyordu. Zeynep (Filiz) yavaşça oturdu. Omurları acı veriyordu. Kocaman elleri titredi. Saçlarını düzeltmeye çalıştı, biraz haysiyetle görünmek için. Gösteri başlamadan önce ilk taş sabah 10’da geldi. Demir parmaklıklara çarptı. Sonra daha fazlası geldi. Kahkahalar, hakaretler eşliğinde. Şu devasa yaratığa bakın! Gerçekten kadın mı bu? Bir adamı ikiye bölebilirmiş diyorlar…
Filiz başını eğik tuttu. Elleri kucağında kenetliydi. Üç yılda öğrenmişti: tepki vermek onları daha çok coşturuyordu. Ağlarsa gülerlerdi, öfkelenirse bağırırlardı. Gözlerine bakarsa bazıları korkuyla geri çekilirdi, ama bazıları daha acımasız olurdu. Sessizlik tek korunmasıydı.
Bir gün, panayıra uzaktan bakan Köksal Kara isimli eski bir göçebe savaşçı, Filiz’in acısını fark etti. Köksal, kendi acısından sonra yeniden koruyucu olmayı hatırladı. Yıllarca biriktirdiği gümüşlerle Filiz’i Hüseyin Ağa’dan satın aldı. Onu özgür bırakacağını söyledi. Filiz, kafesin kapısı açıldığında inanamadı. Yavaşça Köksal’ın elini tuttu; ilk kez üç yılda bir insan dokunuşu hissetti.
Köksal’ın çiftliğine vardıklarında Filiz yeni bir hayata başladı. İlk kez yıkandı, temiz giysiler giydi, kendi odasında özgürce hareket etti. Bahçede çalıştı, toprakla barıştı. Köksal ona saygı gösterdi, yük gibi görmedi. Filiz, Aynur Nine’den şifalı bitkileri öğrendi. Genç Güler ile dostluk kurdu. Zamanla Filiz’in bahçesi ve şifacılığı obada ün kazandı.
Bir gün, obadan dört yaşında bir kız fırtınada kayboldu. Filiz, boyunun avantajını kullanarak kızı buldu, kurtardı. O gece obada ilk kez kutlamanın merkezindeydi. Ait olmanın gözyaşlarını döktü. Köksal, ona evlenme teklif etti. Filiz, “Çok büyüğüm, farklıyım, insanlar konuşacak,” dedi. Köksal, “Olduğun için seviyorum,” diye karşılık verdi.
Düğünleri göçebe geleneklerine göre yapıldı. Filiz, nihayet kabul gördü. Ama mutluluğu, Hüseyin Ağa’nın panayırı tekrar kasabaya geldiğinde gölgelendi. Bu sefer kafeste bir çocuk vardı: Kerem. Filiz ve Köksal, Kerem’i de özgür bıraktı; ona bahçeciliği ve şifacılığı öğrettiler.
Yıllar geçti. Filiz ve Köksal’ın bir kızı oldu: Birgül. Kerem büyüdü, evlendi, kendi şifa bahçesini kurdu. Filiz’in bahçesi efsane oldu. Herkes ona ve Kerem’e şifa için geliyordu. Filiz, yıldızların altında, annesinin bitkileriyle çevrili, evinin sıcaklığında huzur buldu. Çünkü özgürdü, sevilmişti, evdeydi.
Kafeste başlayan hikaye, bahçede, sevgide ve huzurda bitti. Filiz Yıldız, farklılığını armağana dönüştürdü. Utanç gurura, yalnızlık aileye, lanet armağana dönüştü. Çünkü bazen en karanlık yerler en parlak ışıklara yol açar. Ve bazen dünya sana yer açmayı reddettiğinde, kendi yerini yaratırsın ve o daha güzel olur.
SON