Sivil Kılığıyla Gelen Kadın Koramiralin Acımasız Adalet Operasyonu
.
Bölüm 1: Toz ve Sır
Emekli Albay Levent Akın, İstanbul’un gürültüsünü ve kalabalığını on yıl önce geride bırakmıştı. Şimdi, hayatını, İç Anadolu’nun kalbinde, Kayseri’ye bağlı küçük bir köy olan Gümüşsu’da, eski bir taş evde sürdürüyordu. Gümüşsu, adının aksine, ne gümüşü ne de bol suyu olan, ancak tarihi binlerce yıl öncesine uzanan, tozlu ve sessiz bir yerdi. Levent, 30 yılını Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) geçirmiş, sayısız operasyonda bulunmuş, ancak en büyük savaşını, emekli olduktan sonra bulduğu bu dinginlikte veriyordu: Unutma savaşı.
Levent, 55 yaşındaydı. Saçları tamamen ağarmış, yüzündeki çizgiler, haritalanmış bir coğrafya gibi, yaşadığı her zorlu anı işaret ediyordu. Sabahları, evinin avlusunda, eşi Meryem’in hazırladığı demli çayını içerken, Torosların sisli zirvelerine bakardı. Bu dağlar, ona eski görevlerini, gizli kodları ve karanlık anlaşmaları hatırlatmak yerine, sadece huzur veriyordu.
Meryem, Levent’in aksine, bu sessizliğe kolay adapte olmuştu. O, kocasının geçmişini biliyor, ancak asla sorgulamıyordu. Tek istediği, kocasının huzur içinde yaşlanmasıydı.
“Levent,” dedi Meryem, bir sabah, elinde taze pişmiş bir bazlama ile avluya girerken. “Muhtar, seni çağırıyor. Yine o definecilerle başı dertte olmalı.”
Gümüşsu’nun muhtarı, yaşlı ve iyi niyetli bir adamdı. Levent’in eski mesleğini bilen tek kişi oydu ve bu bilgiyi, sadece çok sıkıştığında kullanırdı.
Levent, bazlamasından büyük bir ısırık aldı. “Defineciler mi? Bu köyde define kalmadı Meryem. Herkes, benden önce bulduğunu sanıyor.”
Köy, gerçekten de eski medeniyetlerin izlerini taşıyordu. Hititler, Frigyalılar, Romalılar… Her biri, bu topraklara bir şeyler bırakıp gitmişti. Son yıllarda, yasa dışı define avcıları, köyün tarihi dokusunu bozmaya başlamıştı.
Muhtar, Levent’in evine geldiğinde, yüzü bembeyazdı. Elinde, nemli toprağa bulanmış, küçük, bronz bir heykelcik tutuyordu.

“Albayım,” dedi Muhtar, sesi titreyerek. “Bu seferki farklı. Bu, sadece altın arayan serseriler değil. Bunlar, profesyonel.”
Levent, heykelciği eline aldı. Yaklaşık 15 santimetre boyunda, kanatlı bir figürdü. Figürün yüzü, ne insan ne de hayvan; tuhaf, geometrik desenlerle kaplıydı. Heykelciğin altındaki tabanında, Levent’in daha önce hiç görmediği, karmaşık bir sembol kazınmıştı.
“Nerede buldunuz bunu?” diye sordu Levent.
“Köyün hemen dışındaki eski Rum mezarlığında. Gece, büyük bir kazı yapmışlar. Jandarma geldi, ama onlar çoktan kaçmıştı. Bu heykelciği, aceleyle düşürmüşler.”
Levent, heykelciği dikkatle inceledi. Bronz, yaklaşık 2500 yıllık gibi görünüyordu, ancak üzerindeki işçilik, o dönemin Anadolu sanatından çok farklıydı. Daha çok, Mezopotamya ya da Pers etkilerini taşıyordu.
“Muhtar, bu heykelciği Jandarma’ya teslim etmediniz mi?”
“Ettim, Albayım. Ama Jandarma Komutanı, bunun sıradan bir kaçakçılık vakası olduğunu söyledi. Ben inanmadım. Bu adamlar, kazı yaparken, bir şeyi daha arıyorlardı. Heykelciğin tabanındaki sembolü.”
Levent, sembole odaklandı. Sembol, üçgenler ve iç içe geçmiş dairelerden oluşuyordu. Bu, ona, eski bir görevini hatırlattı. Yıllar önce, İran sınırında, terör örgütlerinin finansmanını araştırırken, benzer bir sembolle karşılaşmıştı. O zamanlar, sembolün, bir uyuşturucu kaçakçılığı şebekesinin imzası olduğu düşünülmüştü.
“Muhtar, bu heykelciği bana bırak. Jandarma’ya, kaybolduğunu söylersin.”
Muhtar, rahat bir nefes aldı. “Size güveniyorum Albayım. Siz, bu köyün sessiz bekçisisiniz.”
Bölüm 2: Kartalın Gözü
Levent, heykelciği alıp, evinin alt katındaki, eski görevlerinden kalma teçhizat ve belgelerle dolu gizli çalışma odasına indi. Odanın duvarları, ses yalıtımlıydı ve dış dünyadan tamamen izole edilmişti.
Heykelciği, mikroskop altında inceledi. Sembol, gerçekten de dikkat çekiciydi. Ancak, asıl şaşırtıcı olan, heykelciğin içindeki boşluktu.
Levent, heykelciği X-ışınlarıyla taradı. Heykelciğin içinde, bronzdan farklı yoğunlukta, küçük, silindirik bir nesne vardı.
“Akıl almaz,” diye mırıldandı Levent. “Bu, bir tür gizli bölme.”
Heykelciği, dikkatlice, minik bir testereyle kesti. İçinden, kurumuş, ancak hala okunaklı, parşömenden yapılmış bir rulo çıktı. Parşömen, Yunanca ve Latince karışımı, eski bir dilde yazılmıştı.
Levent, eski dilleri okumakta uzmandı. Parşömen, bir harita ve bir günlük parçasıydı. Günlük, 13. yüzyılda, bölgede yaşamış, bir Bizans rahibi tarafından tutulmuştu.
Rahip, günlükte, kendisinin ve cemaatinin, Haçlı Seferleri sırasında, Anadolu’nun derinliklerine kaçtığını anlatıyordu. Yanlarında, sadece kutsal emanetler değil, aynı zamanda, “Kartalın Gözü” adını verdikleri, çok değerli bir eser taşıyorlardı.
Harita, bu “Kartalın Gözü”nün saklandığı yeri gösteriyordu. Haritadaki işaretler, Gümüşsu köyünün hemen yakınındaki, yer altı mağara sistemlerini işaret ediyordu.
Ancak, haritadaki asıl dikkat çekici detay, heykelciğin tabanındaki sembolün, haritanın kilit noktası olarak kullanılmasıydı.
Levent, bu sembolün, sadece eski bir Bizans rahibi tarafından değil, aynı zamanda modern bir suç şebekesi tarafından da kullanıldığını biliyordu. Bu, bir tesadüf olamazdı.
Levent, hemen eski bağlantılarını devreye soktu. Yıllardır kullanmadığı, şifreli bir uydu telefonunu çıkardı ve İstanbul’daki eski MİT amiri, şimdi emekli olan General Rıza’yı aradı.
General Rıza, Levent’in sesini duyduğunda şaşırdı. “Levent? Sen mi arıyorsun? Yıllardır sesin çıkmıyordu. Ne oldu? Huzurunu bozan bir şey mi var?”
“Rıza, sana bir sembol göndereceğim. Bu sembol, eski bir Bizans eserinin üzerinde. Ama aynı sembol, 10 yıl önceki o İran sınırındaki uyuşturucu şebekesinin de imzasıydı. Hatırlıyor musun? ‘Üçgen ve Daire’ operasyonu.”
General Rıza, bir an duraksadı. “Hatırlıyorum. O operasyon, aniden durdurulmuştu. Dosyalar, ‘yüksek siyasi hassasiyet’ nedeniyle kapatılmıştı. Ne buldun, Levent?”
“Sanırım, o şebeke, sadece uyuşturucu kaçırmıyordu. Onlar, aynı zamanda, tarihi eser kaçakçılığı da yapıyorlardı. Ve bu eser, çok değerli olmalı. Adı, Kartalın Gözü.”
Levent, parşömenin fotoğrafını ve heykelciğin sembolünü, şifreli kanallar üzerinden Rıza’ya gönderdi.
Rıza, dakikalar sonra geri aradı. Sesi, endişeliydi.
“Levent, bu sembol… Bu, sadece bir kaçakçılık şebekesi değil. Bu, ‘Anadolu’nun Yedi Eli’ olarak bilinen, çok eski ve güçlü bir örgütün imzası. Bu örgüt, Osmanlı döneminden beri, tarihi eser kaçakçılığı, yasa dışı silah ticareti ve siyasi suikastlarla uğraşıyor. Ve evet, o İran sınırındaki operasyon, bu örgütün bir koluna dokunduğu için durdurulmuştu.”
“Yani, bu örgüt, hala aktif ve benim köyümdeki bir Bizans emanetinin peşinde.”
“Sadece bir emanet değil, Levent. Kartalın Gözü… Efsaneye göre, bu eser, Anadolu’nun en büyük hazinelerinden biri. Ve bu örgüt, onu bulmak için her şeyi yapar. Levent, hemen oradan ayrıl. Bu, senin ligin değil.”
“Rıza, ben bu köyün bekçisiyim. Onlar, benim toprağıma izinsiz girdiler. Ayrılmayacağım. Ama bana yardım etmelisin. Bu örgütün, günümüzdeki lideri kim?”
Rıza, derin bir nefes aldı. “Sana, sadece bir isim verebilirim. Bu, örgütün yüzü. Herkesin tanıdığı, saygı duyduğu bir iş adamı. Büyükşehir Belediye Başkanı, Kenan Sancaktar.”
Levent, şaşkınlıkla dondu. Kenan Sancaktar, Kayseri’nin en popüler, en hayırsever ve en güçlü siyasetçisiydi.
“Bu, imkansız Rıza. O, her yerde. Medyada, siyasette…”
“İşte bu yüzden, ‘Anadolu’nun Yedi Eli’dirler. Güçleri, karanlıkta değil, ışıkta gizlidir. Levent, dikkatli ol. Bu adam, sana, Muhtar’a ya da o definecilere benzemez. O, bir kartalın gözüdür ve seni izliyor.”
Bölüm 3: Sessiz Tehdit
Levent, General Rıza ile konuşmasından sonra, durumu Meryem’e anlatmak zorunda kaldı. Meryem, kocasının tekrar tehlikenin içine girmesinden korkuyordu, ama kocasının vatanseverliğini de biliyordu.
“Sana yardım edeceğim,” dedi Meryem, kararlılıkla. “Ama söz ver. Bana, her şeyi anlatacaksın.”
Levent, ilk iş olarak, Kenan Sancaktar’ın faaliyetlerini araştırmaya başladı. Sancaktar, son yıllarda, Gümüşsu köyü çevresindeki arazilere büyük ilgi göstermişti. Resmi gerekçe, “bölgesel turizmi canlandırmak”tı. Ancak, Levent, Sancaktar’ın, Kartalın Gözü’nü bulmak için, yasal yolları kullandığını anladı.
Sancaktar’ın adamları, köyde, “turistik kazı” adı altında, haritadaki kilit noktaları kazıyorlardı.
Levent, bu yasa dışı kazıları durdurmanın tek yolunun, Sancaktar’ın kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak olduğunu biliyordu. Ancak, Sancaktar’ın arkasında, sadece siyasi güç değil, aynı zamanda “Anadolu’nun Yedi Eli” örgütünün tüm kaynakları vardı.
Levent, köydeki eski taş evini, bir istihbarat merkezine dönüştürdü. Köyün etrafına, gizli kameralar ve dinleme cihazları yerleştirdi.
Tehdit, çok geçmeden geldi.
Bir öğleden sonra, Levent, avluda çay içerken, siyah, lüks bir araba, evinin önünde durdu. Arabadan inen adam, Kenan Sancaktar’ın özel kalem müdürüydü.
“Albay Levent Akın?” diye sordu, adam, kibar ama soğuk bir ses tonuyla.
“Benim.”
“Belediye Başkanımız, Kenan Sancaktar, size bir mesaj gönderdi. ‘Geçmişin gölgeleri, huzuru bozmasın. Herkes, kendi toprağında kalmalı.’ dedi.”
Levent, gülümsedi. “Başkan’a söyle. Ben, sadece kendi toprağımda kalıyorum. Ve bu toprağın, izinsiz misafirleri sevmediğini.”
Kalem müdürü, Levent’in bu cevabına şaşırmadı. Elindeki, küçük, kadife bir kutuyu, Levent’e uzattı.
“Bu, Başkan’ın size hediyesi. Küçük bir emeklilik ikramiyesi.”
Levent, kutuyu açtı. İçinde, Muhtar’ın bulduğu, bronz heykelciğin tıpatıp aynısı vardı. Ancak, bu heykelciğin tabanında, sembol yoktu.
“Başkan, sizin, tarihi eserlere olan ilginizi biliyor. Bu, bir replika. Orijinalinin, Jandarma’ya teslim edildiğini umuyor.”
Bu, açık bir tehditti. Sancaktar, Levent’in heykelciği aldığını biliyordu.
Levent, kutuyu kapattı. “Başkan’a teşekkürlerimi ilet. Ama ben, replikalarla ilgilenmiyorum. Ben, her zaman orijinallerin peşinden giderim.”
Kalem müdürü, arabasına bindi ve hızla uzaklaştı.
Levent, elindeki kutuya baktı. Sancaktar, sadece tehdit etmiyordu, aynı zamanda bir oyun oynuyordu.
Levent, hemen Jandarma Komutanı’nı aradı. “Komutanım, o definecilik olayında, heykelciği buldunuz mu?”
“Hayır, Albayım. Kaybolduğunu söylediler. Zaten sıradan bir bronz parçasıydı.”
“Peki, o gece, kazı alanında, herhangi bir şey daha buldunuz mu? Özellikle, bir araç izi, bir ayak izi?”
“Albayım, kazı, çok büyüktü. Ama evet, bir ayak izi vardı. Çok büyük bir bot izi. Sanırım, 47 numara.”
Levent’in zihninde, bir ışık yandı. Kenan Sancaktar’ın, her zaman, özel yapım, büyük botlar giydiği, magazin dergilerinde yazıyordu.
“Rıza haklı,” diye mırıldandı Levent. “Kartalın Gözü, bizzat Kartalın kendisi tarafından aranıyor.”
Levent, artık sadece bir tarihi eserin peşinde olmadığını biliyordu. O, Anadolu’nun en güçlü ve en tehlikeli yeraltı örgütlerinden biriyle, tek başına bir savaşa girmişti.
Bölüm 4: Kartalın Gölgesi
Levent, Kenan Sancaktar’ın gönderdiği replika heykelciği, gizli çalışma odasında, orijinal parşömenin yanına koydu. Bu, sadece bir tehdit değil, aynı zamanda Sancaktar’ın kendine olan sarsılmaz güveninin bir göstergesiydi. Levent’in her hamlesini biliyordu.
İlk öncelik, parşömeni güvence altına almaktı. Levent, köydeki evinin, artık güvenli bir sığınak olmadığını biliyordu. Meryem’e, parşömeni, yıllardır kullanmadıkları, eski bir aile yadigârı olan, Kayseri’deki bir bankanın kasasına koymasını söyledi. Meryem, kocasının talimatlarına harfiyen uydu.
Sıra, karşı hamleye gelmişti. Levent, eski bir MİT uzmanı olarak, “gözetim altındayken gözetim kurma” sanatında ustaydı. Köydeki evinin çevresine, çıplak gözle görülemeyecek, ancak termal ve kızılötesi kameralarla tespit edilebilecek bir dizi karşı gözetim teçhizatı yerleştirdi.
Birkaç saat içinde, Levent’in şüpheleri doğrulandı. Köyün eteklerindeki eski bir su deposunun çatısında, Sancaktar’ın adamlarından biri, yüksek güçlü bir dürbünle evi izliyordu. Bu, Levent’in beklediği bir şeydi.
Ancak, asıl sürpriz, gözetim ekibinin profesyonelliğiydi. Adam, sadece izlemiyor, aynı zamanda şifreli bir frekanstan rapor veriyordu. Levent, MİT’ten kalma özel bir frekans tarayıcı kullanarak, bu iletişimi dinlemeye başladı.
Konuşmalar, kaba kuvvetten çok, stratejik planlamayı işaret ediyordu.
“Hedef, 24 saat gözetim altında. Herhangi bir hareket yok. Başkan’ın emri: Sabır. Sivil hassasiyet önemli.”
“Sivil hassasiyet mi?” diye mırıldandı Levent. Sancaktar, siyasi imajını korumak için, Levent’e doğrudan saldırmaktan kaçınıyordu. En azından şimdilik.
Levent, parşömendeki rahibin günlüğünü tekrar inceledi. Günlük, Kartalın Gözü’nün sadece bir mücevher olmadığını, aynı zamanda “Anadolu’nun Yedi Anahtarı” adı verilen, yedi farklı Bizans kalesinin gizli geçitlerini açan bir mekanizmanın parçası olduğunu yazıyordu. Bu kaleler, sadece askeri değil, aynı zamanda ekonomik ve lojistik açıdan da stratejik noktalardı.
“Anadolu’nun Yedi Eli,” diye düşündü Levent. “Yedi kale. Yedi Anahtar. Örgütün adı, tesadüf değil.”
Eğer Sancaktar, bu yedi kalenin gizli geçitlerine ulaşabilirse, örgüt, bölgedeki tüm yasa dışı faaliyetlerini, yer altı tünelleri ve gizli depolama alanları üzerinden, devletin gözünden uzak bir şekilde gerçekleştirebilirdi. Bu, sadece bir tarihi eser kaçakçılığı değil, aynı zamanda bölgesel bir egemenlik savaşıydı.
Bölüm 5: Belediye’nin Darbesi
Sancaktar’ın “sivil hassasiyeti” uzun sürmedi. Ertesi sabah, Levent’in avlusuna, gürültülü bir buldozer ve birkaç belediye görevlisi girdi.
“Ne oluyor burada?” diye bağırdı Levent, hızla dışarı fırlayarak.
Belediye görevlisi, elinde bir evrak tutuyordu. “Albayım, üzgünüz. Eviniz, yeni ‘Köy İmar Planı’ çerçevesinde, ‘Yol Genişletme Projesi’ alanında kalıyor. Avlunuzun bir kısmı, derhal yıkılmak zorunda.”
Levent, evrakı kaptı. Evrak, yasal görünüyordu, ancak Levent, bunun, Sancaktar’ın bir hamlesi olduğunu biliyordu. Yol genişletme projesi, sadece Levent’in evini hedef alıyordu.
“Bu, bir komplo,” dedi Levent. “Başkanınız, benimle kişisel bir sorunu olduğu için mi bunu yapıyor?”

“Başkanımız, sadece kamu yararını düşünüyor, Albayım. İtirazınızı, Kayseri Büyükşehir Belediyesi İmar Komisyonu’na yapabilirsiniz.”
Levent, buldozerin avlusundaki asırlık dut ağacına doğru ilerlediğini gördü. Bu, Meryem’in en sevdiği ağaçtı.
“Durun!” diye kükredi Levent. Sesi, eski bir komutanın sesiydi.
Buldozer şoförü, Levent’e baktı, ancak durmadı.
Levent, bir anlık öfkeyle, çalışma odasına koştu ve eski MİT teçhizatından kalma, küçük, ancak güçlü bir elektronik karıştırıcı (jammer) aldı. Cihazı çalıştırdı ve buldozerin motoruna yöneltti.
Elektronik darbe, buldozerin motorunu anında durdurdu. Şoför, şaşkınlıkla makineyi kontrol etmeye çalıştı.
“Motor arızası,” dedi Levent, sakin bir sesle. “Bugün, burada hiçbir şey yıkılmayacak. Şimdi, hepiniz, Başkanınıza geri dönün ve ona, benim, itirazımı bizzat getireceğimi söyleyin.”
Belediye görevlileri, şaşkınlık ve korku içinde, geri çekildiler.
Meryem, Levent’in yanına geldi. “Levent, bu çok tehlikeli. Onu kışkırtıyorsun.”
“O, zaten kışkırtılmış Meryem. Şimdi, sıra bende. Onu, kendi sahasında, Kayseri’de ziyaret edeceğim.”
Bölüm 6: Kartalın Yuvası
Levent, ertesi gün, Kayseri’ye gitti. Sancaktar’ın, Büyükşehir Belediyesi’ndeki makamı, adeta bir kale gibiydi.
Levent, sıradan bir emekli vatandaş kılığında, belediye binasına girdi. Üzerinde, eski bir ceket ve yıpranmış bir pantolon vardı. Ancak, gözleri, etrafındaki her detayı kaydediyordu.
Belediye binası, sadece bir idari merkez değil, aynı zamanda Sancaktar’ın gücünün bir sembolüydü. Her köşe başında, Sancaktar’ın fotoğrafları, hayırseverliğini ve başarılarını gösteren plaketler vardı.
Levent, randevusuz olarak, Sancaktar’ın özel kalemine gitti.
“Başkan’la görüşmek istiyorum,” dedi.
Özel kalem müdürü, Levent’i tanımıştı. Yüzünde, alaycı bir ifade belirdi.
“Başkanımız, çok meşgul, Albayım. İmar Komisyonu’na itirazınızı yapmanız gerektiğini söylemiştim.”
“Benim itirazım, doğrudan Başkan’a. Ona, Gümüşsu’dan geldiğimi söyleyin. Ve Kartalın Gözü’nü getirdiğimi.”
Özel kalem müdürü, bu son cümleyi duyduğunda, yüzündeki alay kayboldu. Bir anlık tereddütten sonra, Sancaktar’ın ofisine girdi.
Birkaç dakika sonra, Levent, Sancaktar’ın makam odasına alındı.
Kenan Sancaktar, devasa, ahşap bir masanın arkasında oturuyordu. Kırklı yaşlarının sonunda, bakımlı, karizmatik ve güçlü bir adamdı. Gözlerinde, Levent’in MİT yıllarından tanıdığı, soğuk bir zeka parıltısı vardı.
“Levent Albay,” dedi Sancaktar, ayağa kalkmadan. Sesi, yumuşak ve ikna ediciydi. “Sizi burada görmek ne büyük sürpriz. Yol Genişletme Projesi’nden dolayı yaşadığınız rahatsızlıktan dolayı üzgünüm. Ancak, kamu yararı…”
“Kamu yararı, senin kişisel çıkarınla ne zaman kesişti, Kenan?” diye kesti Levent.
Sancaktar’ın yüzündeki sahte gülümseme, anında dondu. “Bu ne demek, Albay?”
Levent, cebinden, Muhtar’ın bulduğu bronz heykelciği çıkardı ve masanın üzerine koydu.
“Bu, Gümüşsu’dan. Ve bu da, senin imzan.” Levent, heykelciğin tabanındaki “Üçgen ve Daire” sembolünü işaret etti. “Anadolu’nun Yedi Eli. Eski bir Bizans hazinesi, modern bir suç örgütü. Güzel bir kombinasyon.”
Sancaktar, bir anlığına bile olsa, şaşırmadı. Gözleri, sadece heykelciğe odaklandı.
“Demek, onu buldun. Rahibin kutusu. Senin gibi bir emeklinin, bu kadar derinlere inebileceğini düşünmemiştim.”
“Ben, emekli bir Albay’ım, Kenan. Sen ise, bir Belediye Başkanı kılığındaki, ulusal güvenliği tehdit eden bir suçlusun. Aramızdaki fark bu.”
Sancaktar, yavaşça arkasına yaslandı. “Fark, sadece kılıktır, Albay. Sen ve ben, aynı oyunu oynuyoruz. Sadece, senin oyuncağın, artık paslandı. Sen, eski bir MİT ajanı olabilirsin, ama ben, bu toprakların gerçek sahibiyim. Yedi El, bu bölgeyi, yüzlerce yıldır yönetiyor.”
“Neden, Kartalın Gözü? Neden bu kadar önemli?”
Sancaktar, masanın üzerindeki heykelciğe baktı. “O, sadece bir hazine değil. O, meşruiyetin anahtarıdır. Yedi Anahtar, yedi kalenin gizli geçitlerini açar. Bu kaleler, bizim, Anadolu’daki gücümüzün ve lojistik ağımızın merkezleridir. Onları ele geçiren, bölgenin ticaretini, siyasetini ve hatta güvenliğini kontrol eder.”
Sancaktar, Levent’in gözlerinin içine baktı. “Senin, bu oyunu durdurma şansın yok, Albay. Senin, ne gücün, ne de zamanın var. Sana son bir teklif: Heykelciğin içindeki parşömeni bana ver. Ben, senin avlunu yıktırmayacağım. Hatta, sana, istediğin kadar para veririm. Huzur içinde yaşlan.”
Levent, gülümsedi. “Ben, parşömeni, bankaya yatırdım, Kenan. Ve ben, satılık bir adam değilim. Sen, benim köyüme izinsiz girdin. Şimdi, ben, senin kalene geldim. Savaş, başladı.”
Sancaktar, ilk kez, gerçekten öfkelendi. Yüzü, bir anlığına sertleşti.
“Sen, o parşömeni bankaya yatırarak, sadece kendini değil, Meryem’i de tehlikeye attın, Albay. Unutma, benim elim, sadece bu şehirde değil, her yerde. Ve senin, MİT’teki o eski dostun, Rıza… O da, benim dostumdu.”
Levent, şok oldu. “Ne demek istiyorsun?”
Sancaktar, masanın altındaki bir düğmeye bastı. Odanın kapısı açıldı ve içeri, General Rıza girdi.
Ancak, Rıza, Levent’in tanıdığı, sıcakkanlı, emekli General değildi. Üzerinde, pahalı bir takım elbise vardı ve yüzünde, soğuk, hesapçı bir ifade vardı.
“Merhaba Levent,” dedi Rıza, sesi, ihanetin acı tınısıyla doluydu. “Kartalın Gözü, her zaman, Yedi El’in malıydı. Ve ben, her zaman, Yedi El’in bir parçasıydım.”
Bölüm 7: Rıza’nın İhaneti
Levent’in gözleri, Sancaktar’ın ofisinde, General Rıza’nın yüzüne kilitlendi. Yıllar süren dostluk, vatanseverlik yemini ve paylaşılan tehlikeler, şimdi bu ihanetin acı gerçeğiyle tuzla buz oluyordu.
“Rıza,” dedi Levent, sesi fısıltıdan farksızdı ama öfkesi çelik gibi keskindi. “Sen… sen nasıl?”
Rıza, omuz silkti. Yüzündeki ifade, ne pişmanlık ne de utanç taşıyordu; sadece yorgun bir pragmatizm vardı.
“Nasıl olduğunu mu soruyorsun, Levent? Sen, o dağlarda, o sınırlarda vatan sevgisiyle yanarken, ben, Ankara’daki koridorlarda, gerçek gücün nerede olduğunu öğrendim. Vatan sevgisi, güzel bir hikaye, Levent. Ama Yedi El, bir gerçektir. Onlar, bu ülkenin damarlarındaki kan gibidir. Onlara karşı savaşamazsın, onlara katılırsın.”
Sancaktar, keyifle gülümsedi. “Rıza, sadece bir piyon değil, Albay. O, bizim en değerli varlığımızdı. MİT’in en derin sırlarına erişimi olan bir köstebek. Senin bankadaki kasanın kodlarını ve Meryem’in nerede olduğunu öğrenmek, Rıza için bir dakikalık işti.”
Levent, yumruğunu sıktı. En büyük hatası, Rıza’ya güvenmekti. Meryem’in güvenliği, şimdi doğrudan tehlikedeydi.
“Parşömen nerede, Levent?” diye sordu Sancaktar, sesi artık yumuşak değil, emir vericiydi. “Rıza, kasanın yerini biliyor, ama sen, içeri ne koyduğunu biliyorsun. Bize, kasanın kodunu ver. Ve Meryem’in adresini.”
Levent, bir an düşündü. Sancaktar, Meryem’i tehdit ediyordu. Ancak, Meryem, sadece parşömeni değil, aynı zamanda Levent’in, kasanın içine yerleştirdiği, küçük bir GPS izleyiciyi de biliyordu.
“Sana hiçbir şey vermeyeceğim,” dedi Levent.
Rıza, bir adım öne çıktı. “Yapma Levent. Direnme. Bu, sadece bir tarihi eser. Üniformanı çıkardın. Artık savaşma zamanın bitti.”
“Benim savaşım, üniformayla başlamadı, Rıza. O, benim vicdanımda başladı.”
Sancaktar, sabırsızlandı. Masanın üzerindeki bir interkomu açtı. “Güvenlik. Albay Akın’ı alın. Ama dikkatli olun. Ona zarar vermeyin. Canlı lazım.”
Bölüm 8: Kaçış Planı
Kapı açılır açılmaz, iki iri güvenlik görevlisi içeri girdi. Levent, MİT’teki en yakın dövüş eğitimini hatırladı. İki kişiye karşı, kapalı bir alanda, silahsızdı. Ancak, Sancaktar’ın masasının üzerinde, hala bronz heykelcik duruyordu.
Levent, ani bir hareketle, masaya doğru atıldı. Sancaktar, şaşkınlıkla geriye çekildi. Rıza ve güvenlik görevlileri, Levent’i durdurmaya çalıştı.
Levent, heykelciği kaptığı gibi, ilk güvenlik görevlisinin şakağına indirdi. Darbe, tam isabetliydi. Adam, bir çuval gibi yere yığıldı.
İkinci görevli, Levent’e doğru hamle yaparken, Levent, MİT’ten kalma, basit ama etkili bir numara kullandı. Heykelciği, Sancaktar’ın ofisindeki devasa, pahalı bir cam vazoya doğru fırlattı.
Vazo, kulak tırmalayıcı bir gürültüyle parçalandı.
“Yangın!” diye bağırdı Levent, tüm gücüyle. “Yangın var!”
Belediye binası, kalabalık bir yerdi. Yangın alarmı, panik yaratacaktı.
Rıza ve Sancaktar, Levent’in bu beklenmedik hamlesi karşısında şaşkına döndüler. Rıza, silahını çekmeye çalışırken, Levent, masanın üzerine sıçradı ve Sancaktar’ın başının üzerinden, odanın penceresine doğru atladı.
Pencere, Sancaktar’ın kibrinin bir eseriydi; kurşun geçirmez, ancak Levent, amacının pencereyi kırmak olmadığını biliyordu. Amacı, dikkat dağıtmaktı.
Levent, pencerenin kenarındaki, dekoratif amaçlı kullanılan, ağır, bronz bir şamdanı kaptı. Şamdanı, Rıza’nın elindeki silaha doğru fırlattı.
Şamdan, Rıza’nın elini sıyırdı ve silah, yere düştü.
Levent, pencereden aşağı baktı. Üçüncü kattaydı. Atlama imkansızdı. Ama hemen alt katta, bir klima ünitesi ve geniş bir balkon vardı.
Levent, tereddüt etmeden, pencereyi açtı ve kendini aşağı bıraktı. Klima ünitesine tutundu, bir anlık dengesizlikten sonra, alt kattaki balkona indi.
Belediye binasında, yangın alarmı çalmaya başlamış, panik yayılıyordu. Levent, balkonun demir korkuluklarından atladı ve Kayseri’nin kalabalık caddelerine karıştı.
Bölüm 9: Banka Yarışı
Levent’in önünde, iki acil görev vardı: Meryem’i güvence altına almak ve parşömeni kurtarmak.
Hemen bir taksi çevirdi ve Meryem’in kaldığı, köyün yakınındaki küçük bir pansiyona doğru yola çıktı. Yolda, Meryem’i aradı.
“Meryem, hemen pansiyondan ayrıl. Kimseye görünme. Sana, bir buluşma noktası göndereceğim. Hızlı ol.”
“Ne oldu, Levent? Rıza… o da mı işin içinde?”
“Evet. O, Yedi El’in bir parçası. Şimdi, konuşma zamanı değil. Güvenli bir yerde bekle.”
Levent, taksiden indiği an, pansiyonun önünde, Sancaktar’ın adamlarının beklediğini gördü. Rıza, MİT’teki tüm protokolleri biliyordu. Meryem’in ilk saklanacağı yeri tahmin etmişti.
Levent, pansiyona yaklaşmadı. Meryem’e, pansiyonun arkasındaki, eski bir su değirmenini bulmasını söyleyen şifreli bir mesaj gönderdi.
Meryem, Levent’in talimatlarına uyarak, arka kapıdan kaçmayı başardı. Levent, uzaktan, Meryem’in değirmene doğru koştuğunu gördü.
Şimdi, sıra parşömendeydi. Levent, Kayseri’nin merkezindeki bankaya doğru yola çıktı.
Levent, bankaya ulaştığında, Sancaktar’ın adamlarının, bankanın güvenlik müdürüyle konuştuğunu gördü. Rıza’nın MİT bağlantıları sayesinde, yasal olmayan yollarla bile olsa, kasanın içeriğine ulaşmaya çalışıyorlardı.
Levent, bankaya girmek yerine, General Rıza’yı aradı.
“Rıza,” dedi Levent, sesi sakindi. “Bankanın önündeyim. Biliyorum, kasanın kodlarını biliyorsun. Ama içeride ne olduğunu bilmiyorsun.”
“Ne saçmalıyorsun, Levent? Sadece parşömen var.”
“Hayır. İçeride, parşömenin yanı sıra, senin ve Sancaktar’ın, Yedi El’le olan tüm bağlantılarını gösteren, MİT’ten kalma, şifreli bir hard disk var. Eğer, o kasayı açmaya çalışırsanız, hard disk, otomatik olarak, MİT’in ana sunucusuna, tüm bilgileri gönderecek. Ve sen, sadece bir hain değil, aynı zamanda ulusal güvenliği tehlikeye atan bir terörist olacaksın.”
Bu, bir blöftü. Levent, kasanın içine sadece parşömeni koymuştu. Ancak, Rıza’nın MİT’teki geçmişi ve ulusal güvenliğe olan hassasiyeti, bu blöfü ciddiye almasını sağlayacaktı.
Rıza, telefonda sessiz kaldı. “Bana, ne istediğini söyle, Levent.”
“Parşömeni sana vereceğim. Ama önce, Meryem’in güvenliğini sağlamalısın. Ve bana, Sancaktar’ın, Yedi El’deki asıl gücünün ne olduğunu söylemelisin.”
Rıza, çaresizdi. Hard diskin varlığı, tüm planlarını altüst edebilirdi.
“Tamam, Levent. Anlaştık. Meryem’e dokunulmayacak. Sancaktar’ın gücü, yedi kaleden gelmiyor. O, sadece bir yüz. Asıl güç, **’Yedi El’in Kasası’**ndadır. O kasa, Sancaktar’ın tüm yasa dışı fonlarını yönetir ve bu fonlar, Türkiye’nin en büyük bankalarından birinde, gizli bir hesapta tutulur.”
Levent, istediği bilgiyi almıştı. “Şimdi, bankanın önündeki adamlarını çek. Ve bana, Sancaktar’ın, bu kasayı nasıl kontrol ettiğini söyle.”
Rıza, adamlarını geri çekti. Levent, bankaya girdi ve parşömeni aldı.
Bölüm 10: Yeni Müttefik ve Medya Savaşı
Levent, Meryem’le buluştu ve onu, Kayseri’deki güvenilir bir arkadaşının evine yerleştirdi.
Artık, elinde sadece parşömen değil, aynı zamanda Yedi El’in finansal kalbi hakkında da bilgi vardı. Ancak, Sancaktar’ın gücü, hala çok büyüktü.
Levent, resmi kanalların, Rıza’nın ihaneti yüzünden, tamamen kilitlendiğini biliyordu. Savaş, artık medyada verilmeliydi.
Levent, General Rıza’nın MİT’ten atılmasından sonra, onun yolsuzluklarını araştırmış, ancak Rıza’nın gücü nedeniyle başarısız olmuş, genç ve idealist bir gazeteciyi hatırladı: Zeynep Demir.
Levent, Zeynep’i aradı. “Zeynep, ben Levent Akın. Rıza’nın eski amiri. Sana, Rıza ve Kenan Sancaktar hakkında, hayatının haberini vereceğim. Ama bana, tamamen güvenmek zorundasın.”
Zeynep, Levent’in adını duyduğunda, şaşkınlıkla kabul etti.
Levent, Zeynep’le buluştu ve ona, Kartalın Gözü’nün hikayesini, Yedi El’in yapısını, Sancaktar’ın yasa dışı faaliyetlerini ve en önemlisi, Rıza’nın ihanetini anlattı.
“Bu, sadece bir haber değil, Zeynep. Bu, bir operasyon. Bu örgütü çökertmek için, elimizdeki tek silah, kamuoyudur. Sancaktar’ın gücünü, onun imajından almalıyız.”
Zeynep, Levent’in anlattıklarını dinlerken, nefesi kesilmişti. “Elimizde kanıt var mı, Albayım? Sancaktar ve Rıza, çok güçlüler. Sadece bir hikaye, yetmez.”
Levent, gülümsedi. “Kartalın Gözü’nün parşömeni, sadece bir harita değil. O, aynı zamanda, Yedi El’in, Sancaktar’dan önceki liderlerinin, imzalarını ve finansal kayıtlarını içeren, şifreli bir mühür taşır. Ve ben, o mührü, Sancaktar’ın, ‘Yedi El’in Kasası’ adını verdiği, gizli banka hesabının kodunu çözmek için kullanacağım.”
Levent’in planı basitti: Sancaktar’ın gizli banka hesabına sızmak, tüm yasa dışı transferlerin ve rüşvetlerin kaydını almak ve bu kayıtları, Zeynep aracılığıyla, tüm Türkiye’ye aynı anda ifşa etmek.
“Bu, bir intihar görevi, Albayım. Banka, en üst düzeyde korunuyordur.”
“Banka, parayı korur, Zeynep. Ama ben, gerçeği koruyacağım. Sen, haberin yayınlanma anını hazırla. Ben, Kasaya sızacağım.”
Levent, parşömeni ve bronz heykelciği aldı. Artık, sadece bir emekli Albay değil, aynı zamanda, Anadolu’nun sessiz bekçisiydi.
Savaş, Kayseri’nin karanlık sokaklarında, Sancaktar’ın finansal kalesine doğru, yeni başlıyordu.