Göçebe Yalnız Ölmek İçin Yıkık Kulübe Aldı… Ama Kapıda Anne ve Çocuğu Bulunca!

Göçebe Yalnız Ölmek İçin Yıkık Kulübe Aldı… Ama Kapıda Anne ve Çocuğu Bulunca!

Bozkırın Sırrı

Güneş erimiş kurşun gibi Konya ovasına çöküyordu. Kürşat son tepeyi aşıp terk edilmiş kulübeye vardığında ter sırtından akıyor, pamuklu gömleği cildine yapışıyordu. Ama gölge aramak için durmadı. İki kış geçmişti; karısı ve oğlu aynı hafta humma ateşine yenik düşeli. O günlerin anıları aç kurtlar gibi peşini bırakmıyordu. Oğlunun küçük elleri soğurken, karısının gözleri sonsuza dek kapanırken, kimse onu istemedi. Kendi halkı ona kuşkuyla bakıyordu çünkü yerleşikler için rehberlik yapmıştı. Yerleşikler ise onu asla başka türlü görmedi. Göçebe, tehlike, iki dünya arasında sıkışıp kalmıştı. Hiçbirine ait olmadan.

Kulübeyi ilk gördüğünde çürük tahta yığını ve çatlamış kerpiçten ibaretti. Duvarlar bir yana yatıyordu. Çatıda kiremit delikler vardı. Toz her yeri kefen gibi sarmıştı. Ama yerin sessizliği dürüst geldi ona. Burada yalan yoktu. Reddediş yoktu. Sadece durgunluk vardı. Tüccara yıpranmış birkaç kuruş verdi. Rehberlik günlerinden kalan son parası. Adam buruşuk bir kağıt uzattı. Soru sormadan. Kürşat harfleri okuyamazdı. Ama anladı. Bu toprak parçası artık ona aitti.

İlk günler sessiz çalışmayla geçti. Çürük tahtaları söküyordu. Akşam yakıyordu. Yılların tozunu yarı kuru kuyudan çektiği bulanık suya ıslatılmış bezle siliyordu. Elleri silah tutmaya ve iz sürmeye alışıktı. Şimdi tahta zımparalıyor ve eğri çiviler çakıyordu. Ter gözlerini yakıyordu ama durmuyordu. Bedeni düşünemeyecek kadar yorulana dek çalışmalıydı. Uyku hayaletler getirmeden gelene dek.

Bir öğleden sonra salonun tahtalarını sökerken çekiç içi boş bir şeye çarptı. Ses garip yankılandı. Farklıydı. Daha fazla tahta kaldırdı. Yerin altında gizli bir boşluk buldu. Eski bir bezle kaplıydı. Dokunduğunda bez parmaklarının arasında dağıldı. Orada çatı deliklerinden süzülen ışığın altında İspanyol gümüş paraları ve yerli mücevherler parlıyordu. Firuze bilezikler, kutsal sembollerle oyulmuş, geyik kirişine dizilmiş deniz kabuğu kolyeler, güneş ve ay tasarımlı küpeler… Kürşat işçiliği tanıdı. Bu parçalar yörük elleriyle yapılmıştı. Belki de kendi atalarının savaş zamanlarında çalınmış eşyalardı. Bir daha geri alınmamak üzere gizlenmiş. Hazinenin arkasındaki hikayeyi hayal edebiliyordu. Yağmalanan yerleşimler, dağılan aileler, ölüm ve kan. Her parçanın bir trajedinin ağırlığı vardı.

Her şeyi tekrar gömmeyi düşündü. Çıkmaması gereken yerden çıkmış toprağa geri vermeyi. Ama bir şey onu durdurdu. Karanlık bir merak, bu paraların ve mücevherlerin kendi kaderine bir şekilde bağlı olduğu hissi, henüz anlamadığı bir şekilde. Her şeyi aynı çürük bezle sardı, odanın en uzak köşesinde odun yığının altına sakladı. Sonra karar verirdi ne yapacağına.

O gece rüzgar değişti. Güneyden esiyordu. Hiç gelmeyen yağmur kokusu getiriyordu. Kürşat’ın kulübeye yakın bağlı atı huzursuz kişnemeye başladı. Gerginlikle yeri tırnaklıyordu. Kürşat çıplak ayakla dışarı çıktı. Eli her zaman belindeki bıçaktaydı. Ay zar zor aydınlatıyordu ama gözleri karanlığa alışıktı. Kulübenin etrafını yavaşça dolandı. Çocukken öğrendiği izleri takip ederek küçük izler buldu. Hafif, yorgun yürüyen birinin ağırlığıyla güney duvarına dayanmış buldular. Genç bir kadın kucağında bir çocuk onu görünce ayağa kalkmaya çalıştı ama bacakları tutmadı. Dizlerinin üstüne düştü. Çocuğu göğsüne bastırdı. Sanki dünyada önemli olan tek şeymiş gibi.

Kürşat hareketsiz durdu. Kadının yüzü toz ve kuru kanla kaplıydı. Elbisesi birçok yerden yırtıktı. Altı yaşından büyük olmayan çocuk kesik nefeslerle uyuyordu. İkisi de çöküşün eşiğindeydiler.

“Bizi öldürmeyin,” kadın susuzluktan kısılmış sesle fısıldadı. “Lütfen bizi öldürmeyin.”

Kürşat bıçağı kılıfa koydu. Yavaşça yaklaştı. Elini uzattı. Kadın dehşetle baktı. Ama mutlak bir teslimiyetle de kaçmaya gücü kalmamış biri gibi. “Su,” dedi Kürşat, kulübeyi işaret etti. “Yemek, uyku.” Kadın şaşkınca göz kırptı. Kürşat tekrarladı. Bu sefer net hareketlerle eşlik etti. Sonunda kadın başını salladı. Ayağa kalkmasına yardım etmesine izin verdi. Yorgunluk ve korkudan nasıl titrediğini hissetti.

Kulübenin içinde Kürşat ateş yaktı. Suyu kaynatmaya koydu. Kadın çocukla kucağında yere oturdu. Her hareketi tedirginlikle izliyordu. Kürşat ılık su dolu bir çanak verdiğinde kadın yavaş içti. Gerçek olduğuna inanamıyormuş gibi.

“Adım Emel,” dedi uzun bir sessizlikten sonra. “Emel Yıldız, o da Kerem. Oğlum.”

Kürşat başını salladı. “Kürşat.”

Emel onu yorgun gözlerinde kalan azıcık berraklıkla inceledi. Göçebe, kuşkusuz, çöl savaşçıları hakkında korku hikayeleri dinleyerek büyümüştü. Acımasızca öldüren adamlar, geceleri çocuk çalan. Ama bu adam ona su vermişti. Evini sunmuştu.

“Neden yardım ediyorsunuz?” diye sordu. Sesi zar zor bir fısıltı.

Kürşat hemen cevap vermedi. Ateşe baktı. Sessizlikte dans eden alevlere sonunda kendi dilinde bir şey söyledi. Emel anlamadı ama ton açıktı. Hüzün, yalnızlık, merhamete benzer bir şey.

O gece Emel ve Kerem ateşin yanında katlanmış bir battaniyenin üzerinde uyudular. Kürşat kapıda oturdu, ufku gözetledi. Bu kadını ve çocuğu kapısına hangi kaderin getirdiğini bilmiyordu ama içindeki bir şey söylüyordu. Hayatının sessizliği kırılmak üzereydi.

Yanılmıyordu.

Bozkırda Direniş

İlk günler tedbirli sessizlikle geçti. Emel kulübede dikkatle hareket ediyordu. Her zaman tetikteydi. Gerektiğinde kaçmaya hazır. Kerem hala zayıftı. Zamanının çoğunu uyuyarak geçiriyordu. Küçük bedeni yavaşça yorgunluk ve açlıktan toparlanıyordu.

Kürşat şafakta avlanmaya veya su aramaya çıkıyordu. Batıdaki kuru dereye bulduğu şeyle dönüyordu. Sıska bir tavşan, acı otlar, toprak tadı veren kökler. Emel azıcık şeyle yemek yapmayı öğrendi. Kürşat’ın çatlamış cam kavanozda sakladığı tuzu ekleyerek.

Üçüncü gün Emel konuştu. Tavşan artıklarıyla çorba hazırlarken sesi alçak, tereddütlüydü. Kayseri’den geliyorum. Süleyman Ağa adında bir adam için çalıştım. O insanları hayvan gibi alıp satıyor. Ben onlardan biriydim. Kerem Süleyman Ağa’nın malikanesinde çalışmak zorunda bırakıldığım bir adamdan doğdu. Adını hiç bilmedim ama Kerem beş yaşına geldiğinde Süleyman Ağa onu satacağını söyledi. Benden ayıracaktı.

Emel gözlerini kapattı. Gözyaşları izinsiz geldi. Kirli yanaklarından süzüldü. Onu bırakamazdım. Bu yüzden kaçtık. Ha haftadır koşuyoruz.

“Süleyman Ağa seni arıyor mu?” Kürşat sordu.

“Evet. Kendisine ait olduğunu düşündüğü bir şeyi çaldığıma inanıyor. Yıllar önce burada gizlediği bir hazine.”

Kürşat bıçağı bilemeyi bıraktı. Gözleri yeni bir yoğunlukla Emel’e sabitlendi. “Hazine?”

Emel başını salladı. Eliyle gözyaşlarını sildi. “Gümüş paralar, yerli mücevherler. Süleyman Ağa bunları savaş sırasında çeşitli yerleşimlerden çaldı. Bu kulübe onun sığınağıyken sakladı. Ama sonra terk etti, hiç geri gelmedi. Bir gece adamlarıyla konuşurken duydum. Kaçtığımda buraya geldim. Belki bulur, özgürlüğümüzü satın almak için kullanabilirim diye düşündüm.”

Kürşat kelimelerin ağırlığını hissetti. Bulduğu hazine tesadüf değildi. Emel’i, Süleyman Ağa’yı, kendisini birbirine bağlayan bağdı. Her şey o paraların lanetli parıltısıyla bağlantılıydı.

“Hazine burada,” dedi Kürşat. Sesi ağırdı. “Yerin altında buldum.”

Emel şaşkınca başını kaldırdı. “Buldun mu? Nerede?”

Kürşat bezi ve mücevherleri sakladığı köşeyi işaret etti. Emel yavaşça yaklaştı. Çok hızlı hareket ederse kaybolacakmış gibi korkuyordu. İçeriyi gördüğünde nefesi kesildi.

“Bu Süleyman Ağa’nın aradığı her şey bu…”

“O zaman gelir,” dedi Kürşat. “Senin için.”

Emel başını salladı. Yüzü soluktu. “Evet. Geldiğinde ikimizi de öldürür. Sana yardım ettiğin için, bana onu çaldığım için. Ve Kerem… Kerem’e ne yapar bilmiyorum.”

Kürşat bezi sertçe kapattı. “Bulamayacak.”

“Ne? Kimsenin göremeyeceği yere saklayacağım.”

Emel ona inanmazlık ve umut karışımı bir bakışla baktı. “Neden yaparsın bunu? Bizi tanımıyorsun. Bize borçlu değilsin.”

Kürşat sessiz kaldı. Net bir cevabı yoktu. Ama bu kadın ve çocuğu geldiğinden beri içinde bir şey değişmişti. İki yıl sonra ilk kez hayatının ölümü beklemekten başka bir amacı olduğunu hissediyordu.

“Ailemi kaybettim,” sonunda dedi. “Senin aileni kaybetmene izin vermem.”

Emel göğsünde bir şeyin kırıldığını hissetti. Hıçkırık dudaklarından kaçtı. Engelleyemedi. Elini ağzına kapattı. Kendi zayıflığından utandı. Kürşat ona dokunmadı. Başka bir şey söylemedi. Sadece hazineli bezi aldı. Kulübeden çıktı. Mülkün arkasına doğru yürüdü. Kayalar arasında gizli eski kuru kuyu vardı. Eski bir ip kullanarak aşağı indi. Hazineyi gevşek taşlar arasına bıraktı. Kum ve molozla örttü.

İşi bittiğinde yukarı baktı. Gökyüzü kurumuş kan rengindeydi. Rüzgar hiç gelmeyen fırtına kokusu getiriyordu.

Direniş ve Son

O gece Emel kapıda nöbet tutan Kürşat’ın yanına geldi. Yanına oturdu konuşmadan. İkisi sessizce yıldızlara baktılar. Kerem içeride uyuyordu. Nefesi artık daha sakin.

Büyük annem yörüktü, Emel birden söyledi. Büyük babam Rumdu. Hiçbir yere sığmadım. Türkler bana gavur dedi. Rumlar bana Türk dedi. Ama Kerem onun iki dünya arasında doğmasında suçu yok.

Kürşat başını salladı. O duyguyu fazlasıyla biliyordu. Göçebeler der ki bozkır yargılamaz. Sadece vardır. Belki bizim de ondan öğrenmemiz gerek.

Emel bakışla ona baktı. Haftalardır ilk kez barışa benzer bir şey hissetti. Fazla değildi ama şimdilik yeterliydi.

Teşekkür ederim, fısıldadı.

Kürşat cevap vermedi ama karanlıkta Emel daha önce fark etmediği bir şey gördü. Güneşten çizilmiş yüzünde gölge bir gülümseme.

Günler haftalara dönüştü. Emel kulübede Kürşat’ın öğrettiği dikkatle hareket etmeyi öğrendi. Hangi bitkilerin yenilebileceğini, gökyüzünün işaretlerini nasıl okuyacağını, hayvan izlerini insan izlerinden nasıl ayıracağını. Kerem zayıflıktan kurtulmuştu artık. Gölge gibi Kürşat’ı takip ediyordu. Her hareketini çocukların dünyayı keşfettiği hayranlıkla izliyordu.

Ama barış kırılgandı. İlk tehlike işareti bir sabah geldi. Kürşat kulübenin yakınında at izleri buldu. Tazeydi. Önceki geceden biri onları gözetliyordu. Süleyman Ağa, Emel dedi, bizi bulmamız için adam gönderdi.

Kürşat izleri dikkatle inceledi. Üç at belki, dört. Ağır adamlar, yıpranmış eğerler. Eğitimli asker değillerdi ama silah kullanmasını biliyorlardı. Tehlikeliydiler.

Hazırlanacağız, dedi Kürşat. Sonraki günlerde kulübeyi doğaçlama bir kaleye çevirdi. Pencereleri tahtalarla kapattı. Çevreye basit tuzaklar kurdu. İpler ve taşlar kullanarak yangına karşı kovalar dolusu su hazırladı. Emel sessizce yardım etti. Talimatlarını sorgusuz takip etti. Kerem her şeyi yaşına uymayan bir ciddiyetle izledi.

Bir öğleden sonra Emel akşam yemeğini hazırlarken çocuk Kürşat’a yaklaştı. “Kötü adamlar bizi bulmaya gelecek mi?” küçük sesle sordu.

Kürşat önünde diz çöktü. Gözlerine baktı. “Evet.”

“Bize zarar verecekler mi?”

“Engelleyebilirsem hayır.”

Kerem kelimeleri işledi. Sonra çocukların acımasız masumiyetiyle sordu. “Neden bize yardım ediyorsun? Senin ailen değiliz.”

Kürşat göğsünde bir şeyin sıkıştığını hissetti. Emel’e baktı. Yemek yapmayı bırakmış dinliyordu. Gözleri buluştu. O anda sessiz bir şey geçti aralarında. Bir anlayış. Belki kan bağıyla değil.

Kürşat yavaşça dedi: “Ama bozkır bizi bir araya getirdi. Bunun anlamı var.”

Kerem gülümsedi. Yaklaştı, beceriksizce Kürşat’a sarıldı. Adam şaşkınca hareketsiz kaldı. Sonra elini kaldırdı, yavaşça çocuğun başına koydu.

Emel başını çevirdi. Gözlerini yakan gözyaşlarını hissetti. Hüzün mü, rahatlama mı olduğunu bilmiyordu. Belki ikisi de.

Savaş ve Özgürlük

O gece tehlike tek bir adamla geldi. Yusuf Kara adında bir adamdı. Alkolden ve zor yıllardan yüzü çizilmiş eski bir madenci. Akşam üzeri atla geldi. Kayıp bir yolcu gibi davranarak, “İyi akşamlar,” uzaktan bağırdı. Silahsız geldiğini göstermek için ellerini kaldırarak, “Bir gecelik sığınak arıyorum. Yemek ve uyuyacak yer için para vereceğim.”

Kürşat kulübeden çıktı. Tüfek elinde. Aşağı doğru tutuyordu ama kaldırmaya hazırdı.

Burada han yok.

Biliyorum dostum ama en yakın köy iki günlük yolda. Atım topal. Sadece dinleneceğim bir yere ihtiyacım var.

Emel pencereden izliyordu. Adamın aksanını tanıdı. Kayseri’dendi. Emin.

Kürşat durumu değerlendirdi. Adam ani tehdit gibi görünmüyordu ama konuşma şekli samimi değildi. Yine de reddetmek şüpheli olurdu.

Bir gece sonunda dedi ama dışarıda uyursun.

Silahsız Yusuf Kara sararmış dişlerini göstererek güldü. Tabii dostum nasıl isterseniz.

Kürşat onu avluya girmesine izin verdi. Her hareketini izleyerek Yusuf beceriksizce attan indi. Atını girişe yakın bağladı. Bağlarken gözleri kulübeyi fazla ilgiyle taradı.

Akşam yemeği sırasında Yusuf durmadan konuştu. Altın madenleri hakkında uydurma hikayeler anlattı. Meyhanelerdeki kavgalar, tanıdığı kadınlar. Emel tek kelime etmedi. Olabildiğince uzakta durdu. Kerem annesinin arkasında saklandı. Havadaki gerginliği hissetti.

Kürşat sessizce yedi, izledi. Bitirdiklerinde Kürşat Yusuf’u avluya götürdü, ona eski bir battaniye verdi.

Burada uyu, kulübeye girme.

Elbette, elbette. Yusuf fazla nazik. “Misafirperverliğiniz için teşekkürler dostum.”

Kürşat içeri döndü. Kapıyı sürgüledi. Bütün gece uyanık kaldı. Karanlıkta tüfekle oturdu. Emel de uyumadı. İkisi bildikleri şeyi bekledi. Kötü bir şey olacaktı. Haklıydılar.

Gece yarısında Yusuf Emel’in uyuduğu odanın penceresinden girmeye çalıştı. Tahtaları zorlamıştı, ses çıkarmamaya çalışarak. Ama Kürşat duydu. Gölge gibi hareket etti. Karanlıkta bekledi. Yusuf pencereden kafasını soktuğunda Kürşat boynundan yakaladı. Güçle içeri çekti. Adam sert bir sesle yere düştü. Bağırmadan önce Kürşat bıçağı boğazına dayadı.

Kim gönderdi seni?

Yusuf nefes nefese kaldı. Gözleri dehşetle doluydu.

Kimse yemin ederim sadece istedim.

Kürşat bıçağı biraz daha bastırdı.

Kim?

Süleyman Ağa! Yusuf bağırdı. Kayseri’den Süleyman Ağa bir kadın ve çocuk bulmam için bana 50 kuruş verecek dedi.

Emel kapıda belirdi. Hayalet gibi solgundu.

Biliyordum.

Kürşat Yusuf’a tiksintiyle baktı.

Kaç tane daha geliyor?

Bilmiyorum. Yemin ederim. Süleyman Ağa farklı yönlere birkaç adam gönderdi. Ben sadece köyde bir söylenti takip ettim. Bozkır’da yalnız yaşayan bir göçebe belki diye düşündüm.

Kürşat onu itti. Yusuf geriye sürünerek gitti. Titriyordu.

Git, Süleyman Ağa’ya söyle. Burada onun için bir şey yok.

Yusuf başka davet beklemedi. Kırık pencereden çıktı. Atına koştu. Dakikalar içinde karanlıkta kayboldu.

Emel yere çöktü. Kendini kucakladı.

Şimdi nerede olduğumuzu biliyor. Daha fazla adamla gelecek.

Kürşat bıçağı kınına koydu.

Biliyorum. Gitmeliyiz. Daha uzağa kaçmalıyız.

Daha ne kadar kaçacaksın?

Emel başını kaldırdı. Gözleri gözyaşlarıyla parlıyordu.

Bilmiyorum. Sadece biliyorum ki size yardım ettiğiniz için size zarar gelmesine izin veremem.

Kürşat önünde diz çöktü.

O zaman kaçmayı bırak. Burada bekleyelim. Bununla bitirelim.

Deli misin? Süleyman Ağa silahlı adamlarla gelecek. Bizi öldürecekler belki.

Ya da belki bozkır onlara öğretir. Bazı hazineler hayata değmez.

Emel gözlerine baktı. Mantık aradı ama bulduğu kararlılıktı. Bükülmeyecek demir bir irade. Hayatında ilk kez kavgasında yalnız olmadığını hissetti.

Peki, fısıldadı. Kalacağız ama bana söz ver. Kerem’i koruyacaksın. Ne olursa olsun. O yaşamalı.

Kürşat başını salladı.

Söz veriyorum.

Ve o an bozkırın ortasında yıkık kulübenin çatısı altında kandan daha güçlü bir anlaşma yapıldı. Hayatta kalma anlaşması. Sadakat. Sevgiye benzemeye başlayan bir şey.

Gerçek Zenginlik

Sonraki günler sessiz hazırlıktı. Kürşat Emel’e yıllar önce aldığı eski tüfeği kullanmayı öğretti. Kadın hiç silah tutmamıştı. Başta elleri o kadar titriyordu ki nişan alamıyordu. Ama sabırla Kürşat ona nefes almayı gösterdi. Ağırlığı nasıl taşıyacağını, geri tepmesini nasıl karşılayacağını.

“Öldürmeyi düşünme,” dedi. “Korumayı düşün.”

Emel elleri titremeyi bırakana kadar pratik yaptı. Korku daha soğuk, daha faydalı bir şeye dönüşene kadar. Kararlılık.

Kerem kapıdan izledi. Kürşat’ın ona oyduğu küçük tahta figürlerle oynadı. Bozkır hayvanları, çakal, baykuş, kertenkele. Çocuk onları toprakta yürüttü, zihninde hikayeler yaratarak. Ama o bile kötü bir şeyin yaklaştığını biliyordu. Gergin havada hissediyordu. Annesinin endişeli bakışlarında.

Bir öğleden sonra Kürşat kulübe çevresindeki tuzakları kontrol ederken Emel yanına oturdu. Güneş batmaya başlıyordu. Gökyüzünü turuncu ve mora boyuyordu.

“Hiçbirini öldürdün mü?” birden sordu.

Kürşat çalışmayı bıraktı. Elleri bağladığı ip üzerinde hareketsiz kaldı.

“Evet.”

“Kaç tane?”

“Saymadım.”

Emel kendi ellerine baktı. Artık serttiler. Çamaşır yıkamak ve yemek yapmaktan nasırlar vardı.

“Ben hiç kimseyi öldürmedim. Yapabilir miyim bilmiyorum.”

“Umalım yapmak zorunda kalmazsın,” Kürşat ona doğrudan baktı. “Ama an gelirse oğlunu korumak için gerekeni yaparsın. Önemli olan tek şey bu.”

Emel ürperdi. Haklı olduğunu biliyordu. Kerem’i incitmeye çalışan biri olursa her şeyi yapabilirdi. Bu kesinlik onu korkuttu ama aynı zamanda güçlendirdi.

O gece Kürşat ateş başında bir hikaye anlattı. Atalarından bahsetti. Nesiller boyu direnen göçebe savaşçılardan, dünyanın en acımasız bozkırında yaşamayı öğrenmiş halktan.

“Bozkır affetmez,” dedi. Sesi alçak ve ağırdı. “Ama unutmaz da. Ona ne verirsen bir şekilde sana geri verir.”

Kerem annesine sokulmuştu. Sordu: “Sen bozkıra ne verdin?”

Kürşat alevlere baktı.

“Acı, yalnızlık, kan.”

“Peki sana ne verdi?”

Kürşat başını kaldırdı. Emel’e baktı. Sonra Kerem’e.

“Sizi.”

Ardından gelen sessizlik hem ağır hem sıcaktı. Emel içinde bir şeyin kırıldığını hissetti. Yıllarca kapalı tuttuğu bir şey. Korku, güvensizlik, umutsuzluk. Her şey çöküyordu. Yeni bir şeye yer bırakıyordu. Tehlikeli bir şey. Güven.

Bozkırın Tanığı

Aylar sonra Konya Ovası’nın kuzeyinde yeni bir kulübe inşa ettiler. Aynı yerde değil ama daha kuzeyde. Hiç kurumayan küçük bir nehrin yanında. Duvarlar sağlamdı. Çatıda delik yoktu. Bahçe ekecek yeterli toprak vardı. Kerem güçlü büyüyordu. Hem göçebe hem yerleşik gelenekleri öğreniyordu.

Atabey arada ziyarete gelirdi. Hediyeler getirirdi. Deriler, aletler, hikayeler. Emel getirdiği tohumları ekti. Domates, biber, şifalı otlar. Kürşat avlanıp balık tutuyordu. Kerem’e bozkırın sırlarını öğretiyordu.

Geceleri üçü verandada otururdu. Yıldızlara bakardı. Bazen konuşurlardı. Bazen sadece sessizliği dinlerlerdi ama her zaman birliktelerdi.

Bir akşam Emel sordu: “Süleyman Ağa sözünü tutar mı, düşünüyorsun?”

Kürşat omuz silkti. “Önemli değil. Gelirse yüzleşiriz. Ama çok korkak geri kalanından riske atmak için.”

Emel başını Kürşat’ın omzuna yasladı.

“Hayatının böyle biteceğini düşündün mü hiç, bir aileyle?”

“Hayır. Yalnız öleceğimi düşündüm.”

Şimdi Kürşat Kerem’e baktı. Kollarında uyuyordu. Çocukların kendini güvende hissettiği o huzurla. Sonra Emel’e baktı. Yüzü ay ışığında aydınlanmıştı.

“Şimdi düşünüyorum ki bozkır bana ihtiyacım olanı verdi. Hak ettiğim değil ama ihtiyacım olan.”

Emel gülümsedi. “Belki aynı şey.”

O an Konya Ovası’nın sonsuz gökyüzü altında yıldızlar sessiz vaatler gibi parlarken, biliyorlardı. Duvar ve çatıdan yapılmış değil bir yuva bulduklarını ama güvenden, fedakarlıktan, kuru toprakta büyüyen ve her ihtimale karşı çiçek açan sevgiden.

Rüzgar yumuşak esti. Bu sefer gerçekten gelecek yağmur kokusunu getirdi. İlk damlalar susuz toprağa düştüğünde Emel gözlerini kapadı, gülümsedi. Hayatta kalmışlardı, kazanmışlardı. Artık sonunda yaşayabilirlerdi.

Hazine eski kuyunun altında gömülü kaldı. Unutuldu. Önemsiz çünkü sonunda keşfettiler: Gerçek zenginlik güneş altında parlamıyordu. Toprakta gizlenmiyordu. Gülen çocuğun gözlerinde parlıyordu. Artık korkmayan kadının ellerinde. Nihayet kurtuluş bulan adamın huzurunda bozkır sessiz tanık, sırrını sonsuza dek sakladı.

SON

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News