Oğlu Babasının Eski Bordo Bereli Olduğunu Bilmiyordu – Teröristler Köyü Basana Kadar

Sessiz Güç: Bordo Bereli Emekli
Doğu Anadolu’nun sarp dağları arasına gizlenmiş, zamanın yavaş aktığı sessiz bir köyde, 62 yaşındaki Mehmet Kaya adında emekli bir adam yaşardı. Her sabah erkenden kalkar, bahçesindeki fidelerle konuşur gibi domatesleri sular, öğle vakti köy kahvehanesinde bir bardak demli çay içer ve akşam ezanını camide karşılardı. Mehmet, sessiz, sade ve kimseye zararı dokunmayan bir insandı.
Köyde herkes onu severdi. Çocuklar ona “Mehmet Amca” der, elini öpmek için sıraya girerdi. Kadınlar en iyi bahçe tüyolarını ondan öğrenir, sebzelerin bereketi hakkında tavsiye isterdi. Köyün erkekleri ise onu biraz sıkıcı bulurdu. Çünkü Mehmet Kaya, ne büyük kahramanlık hikayeleri anlatır ne de geçmişinden tek kelimeyle bahsederdi. Sadece dinler, hafifçe gülümser ve susardı. Bütün hayatı, o bahçedeki birkaç kök domatesle sınırlıymış gibi görünüyordu.
Mehmet’in otuzlu yaşlarda, adı Emre olan bir oğlu vardı. Emre, İstanbul’un yüksek plazalarında, büyük bir teknoloji şirketinde proje mühendisi olarak çalışıyordu. Yılda en fazla bir veya iki kez köye gelir, birkaç gün kalırdı. Babasını severdi, evet, ama köyün o ağır, yavaş ritmi ona dar ve anlamsız gelirdi.
Emre babasına saygı duyardı ama gurur duymazdı. Çünkü onun gözünde gurur duyulacak hiçbir şey yoktu: Küçük bir ev, küçük bir emekli maaşı, büyük bir başarı yok, özel bir hikaye yok. Sadece sıradan bir adam. Çocukken defalarca sormuştu: “Baba, sen eskiden ne iş yapardın?” Mehmet’in cevabı hep aynıydı, kısaydı: “İşte oğlum, devlet işi. Sıkıcı şeyler.” Emre ısrar ettiğinde ise Mehmet derin bir nefes alır, hafifçe gülümserdi: “Ortalık yerde konuşulacak şeyler değil. Geçmişi karıştırmanın faydası yok.” Ve konu orada biterdi.
Emre büyüdükçe artık sormayı bıraktı. Babasının arşivde veya yazı işlerinde çalışan, kimsenin tanımadığı, kimsenin önemsemediği sıradan bir devlet memuru olduğunu düşünüyordu. Arkadaşlarından biri doktordu, diğeri avukat, öbürü iş insanıydı. Emre, toplantılarda veya düğünlerde babalarıyla gururla övünen arkadaşlarının yanında hep susardı. “Benim babam köyde domates yetiştiriyor,” diyecek hali yoktu.
1 Ağustos sabahı, Emre yine kısa bir hafta sonu ziyareti için köye geldi. Mehmet onu kapıda, elleri nasırlı ve yüzü güneşten yanmış halde karşıladı. Emre arabadan iner inmez, elindeki telefonu kontrol etti. Babası yine domateslerden, emeğin karşılığından bahsediyordu. Emre dinlemiyordu bile. Bu sözleri yüzlerce kez duymuştu: Emek ver, sabırlı ol, alçak gönüllü ol. Hep aynı, heyecansız cümleler.
Akşam yemeğinde Mehmet, “İşler nasıl oğlum?” diye sordu. “İyi, baba. Terfi aldım. Artık proje müdürüyüm.” Mehmet’in gözleri parladı. “Maşallah, gurur duydum oğlum. Sen bizim gururumuzsun.” Emre’nin içinden acı bir gülümseme geçti. Oğul babasıyla gurur duymalıydı. Ama nasıl gurur duysun?
Gece, evin küçük odasında yatağa uzandı. Duvarlarda ne bir fotoğraf, ne bir madalya, ne de bir hatıra vardı. Sanki bu evde hiç geçmiş yaşanmamış gibiydi. Emre kendi kendine sordu: “Ben babam hakkında ne biliyorum?” Sadece bir isim ve bir bilgi: Mehmet Kaya, emekli memur. Ama bu adam gerçekte kimdi?
Ertesi sabah İstanbul’a dönerken, son kez bahçe kapısında el sallayan yaşlı, yorgun, sıradan babasına baktı. İçinden pişmanlıkla karışık bir düşünce geçti: Keşke gurur duyabileceğim biri olsaydı. Bilmiyordu ki, bu düşüncesinden çok yakında pişman olacak ve babasını ilk kez gerçekten tanıyacaktı.
Emre İstanbul’a döndükten üç gün sonra, Ağustos sıcağı köyü kavuruyordu. Öğle ezanı yeni bitmiş, her şey olağandı. Ta ki köyün girişindeki tozlu yoldan iki kamyonetin yaklaşma sesi duyulana kadar.
Kamyonetlerin kasasında yüzleri kapalı, silahlı beş adam vardı. Bölgede faaliyet gösteren küçük bir terör grubuna aittiler. Amaçları basitti: Köyü basıp gözdağı vermek. İlk kurşun havaya sıkıldı. Silah sesi dağlarda yankılandı ve köy bir anda buz kesti. Çocuklar kaçıştı, kadınlar kapıları kapattı. Erkekler donup kaldı.
Teröristlerin uzun sakallı lideri, tüfeğini kaldırıp meydanın ortasına çıktı: “Kimse yerinden kıpırdayamayacak! Burası artık bizim kontrolümüzde!” Muhtar, korksa da öne çıktı: “Siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz bizden?” Lider iğrenç bir gülümsemeyle karşılık verdi: “Siz devlete hizmet eden köylüsünüz. Bedel ödeyeceksiniz!” Muhtarı tekmeyle yere savurdu. Ardından silah sesleri tekrar patladı. Beş silahlı adam, evleri dolaşmaya, erkekleri dışarı çıkarmaya başladı. Kısa süre sonra 25 kişi, başları öne eğik, korkudan nefes bile alamadan köy meydanında diz çöktürülmüştü.
O sırada, köyün biraz dışındaki evinde, Mehmet Kaya bahçedeydi. İlk silah sesini duyduğunda bir an dondu. Sonra yüzü değişti. Gözlerindeki yumuşaklık, yerini soğuk ve keskin bir dikkate bıraktı. Vücudu gerildi. Eline aldığı sulama kabı yere düştü.
Mehmet, vakit kaybetmeden eve girdi. Yatak odasındaki dolabın en alt çekmecesini açtı. İçinde tozlanmış, eski bir kutu vardı. Yavaşça kapağını kaldırdı. Kutunun içinde bordo bir bere duruyordu. Rengi solmuştu ama anlamı hala canlıydı. Bereyi eline aldı. Yıllardır dokunmadığı kumaş, parmaklarının ucunda titredi. O an dokunur dokunmaz her şey geri geldi: O günler, o arkadaşlar, o sesler. Kas hafızası, insanı hiç terk etmezdi.
Bereyi başına geçirdi. Aynaya baktı. Karşısında artık sıradan bir emekli yoktu. Karşısında bambaşka biri, gençliğinin gölgesi vardı. Yıllarca unuttuğu asker yeniden uyanmıştı.
Kutudan eski, koyu renkli küçük ama ölümcül bir tabanca çıkardı. Yıllardır gizlice temizlemiş, sessizce saklamıştı. Silahı kontrol etti. Doluydu. Derin bir nefes aldı ve dışarı çıktı.
Artık o, bahçesinde domates yetiştiren Mehmet değildi. Artık Üsteymen Mehmet Kaya geri dönmüştü.
Köy meydanına giden dar yoldan yürüdü. Adımları sessiz, kolları sabitti. Gözleri kararlıydı. Her adımında eski refleksler geri dönüyor, vücudu sanki kendi kendine hareket ediyordu. Meydana ulaştığında köylüleri diz çökmüş halde gördü.
Terörist lideri bağırıyordu: “Siz devletin köpeklerisiniz! İçinizde muhbirler var! Kim olduklarını söyleyin yoksa hepinizi öldürürüm!” Tüfeğini yaşlı bir adamın başına dayadı: “Son kez soruyorum, kimler?”
O anda, meydanın kenarından kararlı, tok bir ses yükseldi:
“Bırak o adamı.”
Beş terörist aynı anda döndü. Köy yolunun başında biri duruyordu. Elinde tabanca, başında bordo bere. Yüzü sert, bakışı kararlıydı.
Lider alayla güldü: “Sen kimsin be ihtiyar? Git evine yoksa seni de vururum.”
Mehmet Kaya ağır adımlarla ilerledi. Elindeki tabanca aşağıdaydı. Sesi sakindi ama her kelimesi kurşun gibiydi:
“Ben Mehmet Kaya. Emekli üsteymen, eski bordo bereli. Ve siz bu köyden şimdi çıkacaksınız.”
Lider bir an duraksadı. Bordo bereli kelimesi beyninde bir yankı oluşturdu, ancak kibri korkusundan büyüktü. “Beş kişiyiz ihtiyar,” dedi. “Sen tek başına ne yapabilirsin?”
Mehmet, on adım kadar uzaktaydı. Gözlerini hiç ayırmadan cevap verdi:
“Tek kişi yeter.”
Terörist liderinin tetiğe parmağını götürdüğü an, zaman yavaşladı gibi oldu. Ama Mehmet çoktan harekete geçmişti. Yılların eğitiminden kalan reflekslerle bir adım yana kaydı, tabancasını doğrulttu. İki hızlı atış. Lider yere yığıldı.
Çevrede şok ve kontrolsüz bir hareket başladı. Kalan dört terörist ne olduğunu anlamaya çalışırken, kimi yere çöktü, kimi ateş açtı. Kurşunlar evlerin duvarlarına çarptı, toz kalktı.
Mehmet hemen bir duvar dibine geçti, siper aldı. Yılların taktiğini kullanıyordu: Hareket, siper, vur-kaç. Sesi soğuk ama emirdi: “Kaçın! Evlerinize girin!” Köylüler ürkek adımlarla kapılara yöneldi.
Teröristler kontrolü ele almak için hızla Mehmet’e yöneldi. Mehmet her iki hareketi de öngörmüş, siperden doğrulup ateş etmişti. Bir terörist sendeledi, yere düştü. Kalan üç kişi paniğe kapıldı. Çatışma kısa ama yoğundu. Geri çekilmek istediler ama Mehmet onlara nefes alacak alan bırakmadı. Çatı üzerinden yaptığı bir atışla bir teröristi daha etkisiz hale getirdi.
İki kişi kamyonetlerine ulaşmaya çalışırken, Mehmet hızla yol kenarındaki kayalığa çıktı. Yükseklik avantajını kullandı. Nefes düzeni, hedef seçimi, sakinlik… Hepsi yerli yerindeydi. İlk atışla kamyonetin lastiğini hedef aldı. Lastik patladı, araç savruldu. Son kalan terörist, arkadaşlarının düştüğünü görünce panikle hareket etti. Mehmet siperden son kez doğruldu. Keskin, kontrollü bir atış daha.
Her şey 15 dakikadan kısa sürdü. Köy meydanı sessizliğe büründü. Duman, kurşun lekeleri ve kırılmış dallar kalmıştı geride. Köylüler birbirlerine sarılmış, ağlıyor, dua ediyordu. Can kaybı yoktu.
Jandarma bir saat içinde köye ulaştı. Komutan indi, çevreyi inceledi. Yerdeki teröristlerin cesetlerine bakınca kaşları çatıldı. Her biri profesyonel izler taşıyordu.
Komutan köylüleri topladı: “Kim yaptı bunu?” Muhtar titreyerek işaret etti: “Mehmet Abi.”
Komutan şaşırdı. Bahçede domates sulayan o yaşlı adamı gördü.
Mehmet sakince yerinden kalktı. Komutan ayağa kalktı, durdu ve derin bir selam verdi. Mehmet karşılık verdiğinde yüzünde ne bir övünç ne de bir pişmanlık vardı. Sadece yapılması gerekenin yapılmış olmasının verdiği bir dinginlik vardı.
Komutan kimliğini sordu. Mehmet cebinden yıpranmış bir belge çıkardı. Üzerinde şunlar yazıyordu: Üsteymen Mehmet Kaya. Bordo Bereli. Görev Yılları: 1978-1998.
Komutan bir adım geri çekildi, selamı daha derin oldu. Köylüler birer birer dışarı çıkıp onu alkışlamaya başladı. Mehmet kimseye dönüp konuşmadı. Sırtını duvara dayadı, yavaşça oturdu. Yorgundu ama içi rahattı.
İstanbul’da plazanın 21. katında Emre Kaya, telefonunun çaldığını duydu. Arayan köyün numarasıydı, muhtar. “Emre Bey, köyde bir olay oldu. Babanız iyi ama hemen gelmeniz gerekiyor.”
Emre’nin eli titredi. Kalbi sıkıştı. Ne olmuş olabilirdi? Arabaya atladı. Altı saatlik yolu neredeyse beş saatte aldı. Köye yaklaştıkça jandarma araçlarını ve kalabalığı gördü. Büyük bir şey olmuştu.
Arabayı durdurdu. Muhtar koşarak geldi. “Korkma oğlum,” dedi, “Her şey bitti ama sen bunu duymak isteyeceksin.”
Emre, babasını gördü. Bahçedeydi, elinde çay bardağıyla oturuyordu. Ama çevresinde komutanlar, askerler, muhabirler vardı. Hepsi ona saygıyla davranıyordu.
Emre koşarak yanına gitti. Sesi titriyordu: “Baba, iyi misin? Ne oldu burada?”
Mehmet gülümsedi: “İyiyim oğlum. Küçük bir olay oldu. Herkes güvende.”
Muhtar yaklaştı, Emre’nin omzuna elini koydu: “Oğlum, baban köyü kurtardı. Beş silahlı adamı tek başına etkisiz hale getirdi.”
Emre dona kaldı. Nefes alamadı. Babası mı? O domates sulayan, sıradan adam mı? Kısık bir sesle sordu: “Bu doğru mu?”
Mehmet başını salladı: “Doğru oğlum. Ama ben kahraman değilim. Sadece geçmişte öğrendiklerimi hatırladım ve gerekeni yaptım.”
Emre dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Baba,” dedi, “Ben… ben seni hep sıradan biri sandım. Hiç gurur duymadım. Hatta bazen utanmıştım bile. Ama sen…” Sözcükler boğazında düğümlendi.
Mehmet, oğlunun omzuna elini koydu: “Oğlum, ben sana kahramanlık hikayeleri anlatmadım. Çünkü kahramanlık hikaye değildir. Savaşlar gördüm, kayıplar yaşadım. Benim tek istediğim, senin huzurlu bir hayata sahip olmandı. Benim yolum buydu, senin yolun ise bu olmasın istedim.”
Emre, babasına sarıldı. “Baba, seninle gurur duyuyorum. Keşke bunu daha önce söyleyebilseydim.”
O gece uzun süre konuştular. Mehmet, ilk kez geçmişini anlattı. Bordo bereliyken yaşadıklarını, kaybettiği arkadaşlarını, sessiz görevlerini… Hiçbir zaman övünmeden, sadece anlatma ihtiyacıyla. Emre, her kelimeyi dikkatle dinledi. Her cümlede, babasının aslında ne kadar güçlü, ne kadar onurlu bir adam olduğunu biraz daha anladı.
Sabah olduğunda Emre, dolabın içinde bordo bereyi, birkaç madalyayı ve eski bir fotoğrafı buldu. Fotoğrafta genç bir Mehmet Kaya, silah arkadaşlarıyla gülümsüyordu. Emre fotoğrafı eline aldı: “Baba, bu fotoğrafı ofisime asabilir miyim?”
Mehmet gülümsedi: “Elbette oğlum. Artık saklanacak bir şey kalmadı. Ama unutma, kahramanlık övünmek için değil, yaşatmak içindir.”
Emre yola çıktığında, artık farklı bir şey görüyordu. Sıradan bir adam değil, hayatı boyunca onurla yaşamış bir kahraman. İçinden şu sözler geçti: Benim babam bir kahraman. Ve herkesin bilmesini istiyorum.
Olayın haberi kısa sürede yayıldı. Ama Mehmet Kaya değişmedi. Ertesi sabah yine bahçeye çıktı, domateslerini suladı. Öğleden sonra kahveye gitti, tavla oynadı.
Çünkü onun için kahramanlık gösteriş değildi. Görevdi ve o görev artık tamamlanmıştı. O köyde, o günden sonra herkes bir şeyi öğrendi:
Gerçek kahramanlar bağırmaz, anlatmaz. Sadece yapar. Ve gerçek bordo bereliler asla emekli olmaz… Sadece bekler.