Geri Dönmeyen Askerin Portresi: Aşk ile Savaş Arasında Unutulmuş Bir Söz
Portreyi ilk kez babaannemin tavan arasında gördüm; tozla ve unutulmuşlukla kaplıydı. İnce fırça darbeleriyle yapılmış, derin bakışlı bir yağlı boya portreydi; ışığın zor ulaştığı bir köşede asılıydı. Üzerinde asker üniforması bulunan genç bir adamı tasvir ediyordu; kısıtlı bir tebessüm, zamanın silemediği bir şeyi hatırlıyor gibiydi gri gözleri. İsmi yoktu, sadece alt köşede bir imza vardı: R.M., 1940. Babaannem beni tabloya bakarken yakaladığında donakaldı. Birkaç saniye boyunca odada bir itiraf gibi yankılanan bir sessizlik oldu. Sonra neredeyse fısıldayarak söyledi: —O, dedenizin arkadaşıydı. Geri dönmeyen tek kişi. O günden sonra, portre evde sürekli bir varlık gibi kaldı. Yağmurlu günlerde, rüzgâr pencerelere vururken, tablodaki genç adamın göz kırptığını ya da gölgesinin belli belirsiz hareket ettiğini sanırdım. Babaannem ondan bahsetmekten kaçınırdı, ama onun hikâyesinin, dolabın altına gizlenmiş teneke bir kutuda sakladığı mektuplarda yazılı olduğunu biliyordum. Yıllar sonra, o öldüğünde, evi ve onunla birlikte portreyi de ben miras aldım. O zaman kutuyu açmaya karar verdim. İçinde, hepsi aynı kişiye yazılmış on bir mektup buldum: Yüzbaşı Cemal Özkan’a. Mektupların altındaki imza ise portredekiyle aynıydı: R.M.. İlk mektuplar savaş, korku ve görev uğruna yitirilen gençlikten bahsediyordu. Ama ilerledikçe, ton değişti. Daha samimi, daha çaresiz hale geldiler. Sonuncusu, 1939 Nisan’ında yazılmıştı ve başka bir dünyadan gelmiş gibiydi: “Ölmekten korkmuyorum Cemal. Korktuğum şey, yaşayanların dudaklarında solan bir anıya dönüşmek. Geri dönersem, sadece resimde döneceğim. Dönmezsem, beni şimdiki gibi hatırlayacağına söz ver: henüz sonu bilmeyen bir gülümsemeyle.” Mektup lekelenmişti, belki gözyaşından, belki de çamurdan. Hiç yerine ulaşmamıştı. Yanında, dedemin el yazısıyla yazılmış küçük bir not duruyordu: “İsimsiz olarak Kayalıtepe’de gömüldü. Söz tutuldu.” O an anladım ki dedem portreyi o yapmıştı, düşen arkadaşını ölümsüzleştirme sözüne sadık kalarak. Ama hayatı boyunca neden sakladığını anlayamıyordum. Bir ay sonra tabloyu restore ederken garip bir şey fark ettim: vernik tabakasının altında orijinal resme ait olmayan fırça izleri görünüyordu. Tablonun restorasyonunu bir uzmana götürdüm. Üst katman kaldırıldığında, gizli bir figür belirdi: aynı yüz, ama yanında başka biri —daha genç halindeki babaannem, askerin yanında gülümseyerek duruyordu. Restoratör sessizce bana baktı. Söylemesine gerek yoktu. Dedemin neyi gömmek istediğini o anda anladım: sadece arkadaşını değil, gerçeği de. O kadını ilk seven oydu; savaş onları ayırmadan önce. Dedem ise, hem tanık hem de hayatta kalan olarak, sırrı tuvale mühürlemişti —bir kefaret ya da geç kalmış bir kıskançlık gibi. O gece, portreyi salonun baş köşesine astım. İlk kez, askerin gözleri huzurlu görünüyordu. Şafağa kadar tabloya baktım ve o zaman fark ettim: çerçevenin arka kısmına, bıçakla kazınmış üç kelime vardı: “Beni unutma.” O günden beri, her yıl ölüm yıldönümünde tablonun altına bir gül bırakırım. Köyde kimse neden yaptığımı anlamaz. Kimileri batıl inanç der, kimileri aşk der. Ama ben gerçeği biliyorum: bu portre, savaşın silemediğini saklıyor —imkânsız bir aşkın hatırasını, tutulmamış bir yeminle söylenmemiş kelimelerin sessiz ağırlığını.